- 810 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
KAYIT DIŞI HAYATLAR
Karşımda annem oturuyor. Doksan yaşında artık.
Neleri sığdırdı bu uzun ömrüne. En çok da acıları.
Onu öyle karşımda yaşlanmış, yaşlandıkça küçülmüş gibi görünce nasıl üzüldüğümü anlatamam. Hani nerdeyse bir avuç kalmıştı.
Oysa çocukluğumdan bilirim ki annemin uzun boyundan, iri cüssesinden, yürüdükçe yerden ses çıkaran ayak tabanlarından söz ederdi tanıdıklar, komşular.
Şimdi yanından ayırmadığı ve onsuz bir adım atmaya bile cesaret edemediği bastonu vardı.
Dalgındı ve suskundu annem.
Neyi düşünüyordu acaba? Yıllar önce kendisini tek başına bırakıp ölüp giden kocasını mı? On bir çocuk doğurup, dördünün öldüğünü görüp kahrolduğu, kıvrandığı ve bir türlü unutamadığı o acı dolu günleri mi? Şimdi hayatta olan yedi çocuğundan hiç birinin yanında olmayışını mı?
Annem, muhtemeldir ki bunları düşünürken dalıp gitmişti uzaklara.
Bense onun çocukluğumdaki halini düşünürken dalıp gitmiştim. Ve bir film şeridi gibi geçiyordu gözlerimin önünden doksan yaşındaki annemin hayatı.
Annem zorunlu bir yorgunluktu. On bir çocuk doğurup onları büyütmek yetmemişti ona. Bahçe işleri, ev işleri, annelik… İlle de kadınlık. Hepsini yapmak zorundaydı ve bu yüzden zorunlu bir yorgunluktu annemin hayatı.
Gelinliğinden kalma sandığa benzerdi biraz da annem. Kapalı, esrarlı, içinde ne sakladığı belli olmayan, ama elma, armut, kayısı ve erik kurularının saklandığı sandıktan dışarıya taşan o mükemmel aroma kokusu annemin yorgun bedenine, güneşten kararmış tenine işlemişti iyice. Öyle kokardı zorunlu yorgun annemin elleri.
Hep dalgındı. Hep kendi kendine konuşurken, ağıtlar yakarken ya da sayıklarken yakalardım onu. Sonradan öğrendim ki, acıyla dibe vuranlar sayıklar gibi konuşurdu zaten.
Neydi unuttuğu, odadan mutfağa, mutfaktan kilere girip çıkarken? Neden hep dalgındı? Neden hep suskun?
Sabah güneşinin doğuşunda ya da ay tazelendiğinde onu hep yüzünü gökyüzüne çevirmiş, mırıldanarak dualar ederken görürdüm. O zamanlar çocuk aklımdan annemin dualarla yıldızları gökyüzüne astığını ve gündüzleri de maviye boyadığını sanırdım. Oysa annemin gökyüzü hiç mavi olmadı. Hep griydi.
Annemi otururken hiç göremezdim. Belki gecenin geç vakti otururdu da o zaman da ben çoktan uyumuş olurdum. Hep ayakta, hep koşturan hep çalışan, hep yürüyen bir anne resmi kalmış aklımda. Annem, yelkovanın bıkkın ve yorgun dönüşüydü.
Tek katlı, topraktan yapılmış lojman denen hiçbir zaman bizim olmayan nice evlerimizde mutluluklar aradı, yok. Çok çocuklu bu evlerde cıvıltılar istedi belki, yok. Adı bir tekerleme gibi yankılandı yıllarca o duvarlar arasında. On bir çocuk. Bazen koro halinde bazen yalnız ama durmadan aynı şeyleri tekrarlayıp durdu. Anne bak, anne gel, anne yetiş, anne yıka, anne kaldır, anne uyut, anne emzir, anne saçımı okşa, anne ninni söyle, anne masal anlat. Anne, anne, anne, nee, nee, nee! Te ker l e me…
Annemin ağız dolusu güldüğünü de pek hatırlamam. Ağlardı çoğu zaman güler gibi dururken. Küçülür incelirdi geceleri aya bakarken.
Annem yazılmamış acıların tarihiydi.
Oturduğu koltukta ayrımları görmeyecek kadar gözlerini çekip almıştı dünyadan. Katarakt da oluşmuştu gözlerinde. Bir de artık eskisi gibi sağlıklı duyamıyordu.
Sanki sağından solundan hızla bir şeyler akıp gidiyor, sanki bütün dünya onu terk ediyordu. Karşısında ben de olsam, ablam da olsa, torunları da olsa o adeta bir yolculuktaydı sanki. Farkında değildi hiçbir şeyin. Çekip gitmekte olan kendisi miydi yoksa başkaları mı bunun ayrımında değildi. Doksan yaşındaydı annem ve hâlâ çocukluk zamanımdaki gibi dalgındı, sayıklar gibi mırıldanıyordu.
Annemin sesini ne kadar özlemişim.
Konuşmazdı çok.
Hiçbir kelime kullanmadan konuşmayı ondan öğrendim ben. Hayat, adeta her fırsatta hükümsüzlüğünü tutuşturmuştu eline annemin. Onun görevi sadece çalışmak, koşturmak, acılara katlanmaktı. Yoksa varlığı söz konusu bile olmadı. Hayat arşivinde sadece yokluğu kayıtlıydı annemin.
Annemi üzgün görmeye alışık olsam da, dayanamam onun bu kendisiyle baş başa kalmış hallerine. Uygunsuzca uyandırmaktansa onu daldığı hayallerden, espri yaparak gönlünü alayım dedim aklımca.
“Karadeniz’de gemilerin mi battı anne?”
“Sadece gemilerim mi?” dedi gözlerini bana dikerek. “Baban nasıl da Allah’ın sevgili kuluymuş. Zamanında, daha fazla acılar, zorluklar görmeden, yaşamadan ve üstelikte hiçbir ağrı sızı çekmeden, yatağına uzanıp çekip gitti. Evet, evet. Allah’ın sevdiği kulu imiş… Dur bakalım, biz daha neler göreceğiz”.
Benimki de iş miydi yani? Annemin ne hayali olabilirdi ki? O sadece gri renkli hayalleri olan kadınlardandı. Renksiz ve ufuksuz dünyasının uçurumuna ölçüsüz gri hayallerinin kanatlarıyla tutunmaya çalışan kadınlardandı. Kuytu yerlerinde sadece sancılarını ve çaresizliklerini biriktirendi.
“Hayat bu anne. Herkese verilmiş bir ömür ve çizilmiş bir yol işte. Yürüyeceğiz o yolu. Nasılsa öyle kabul edeceğiz. Yaşlanacağız da elbette. Çocukluğumuzu yaşadığımız gibi yaşlılığımızı da yaşayacağız. Bak, ben bile elli yaşımı devirdim artık. Sen yaşına rağmen yine de iyisin. Çok şükür ki öyle ağır bir sorunun yok” dedim.
“Daha ne kadar ağır olabilir ki? Bundan daha ağırı mı var? Çocukluğumuzu yaşadık diyorsun da, o sizin zamanınızdaydı. Biz çocukluğumuzu da yaşamadık ki. Yoksulduk, kötü günlerin tutsaklarıydık. Annemiz değil, amansız kışlar, kasırgalar, yokluklar emzirdi bizi. Şimdi geceleri ömrümüzün darasından sayıp düşürsek bile, geriye ağırlığınca sadece hüzün, sadece acı, sadece hasret kalıyor. İşte doksan yaşıma sığdırdıklarım. Hayatta kalan yedi çocuğumdan kaç tanesi yanımda şimdi?”
“Ben buradayım ya. Ablam burada ya.”
“İyi, iyi. Burada olman bir işe yarasın bari. Hadi şu bağlamanı getir de birkaç türkü çalıp söyle bana. Özlemişim sesini” diyerek benim dağıtmak isteyip de yapamadığım hüzün bulutlarını doksan yaşındaki annem dağıttı yine.
Gerçekten sesimi mi özlemişti yoksa duygusallığının doruğunda mıydı? Her zaman mı isterdi bunu benden? Hayır. Kıramazdım annemi. Babamdan kalan ve onun arada sırada çaldığı bağlaması yıllardır kılıfında öylece duruyordu. Tesadüfen iki gün önce kılıfından çıkarmış paslanan tellerini yenilemiştim. Belki de annem bunun farkına varmış ve özellikle babamın bir zamanlar çaldığı bağlamayla bir şeyler çalıp söylememi istemişti. Bağlamayı içerideki odadan alıp gelirken, babamdan dinlediğim türküler geldi aklıma bir bir.
Çaldım. Söyledim.
Al almanın dördünü
Sev yiğidin merdini
Seversen bir güzel sev
Çekme çirkin derdini.
Annem dinledi. Annem ağladı.
Çaldım söyledim.
Seyyah olup şu alemi gezerim
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kendi efkârımca okur yazarım
Bir dost bulamadım gün akşam oldu
Kul Himmet üstadım ummana daldım
Gelenden geçenden haberin aldım
Mecnun olup şallar giydim dolandım
Bir dost buldum amma tez akşam oldu
Dalından düşmeye umutsuzca direnen bir yaprak gibi sallanıyordu annem oturduğu koltuğunda. Ve dalgındı gözyaşları akıp giderken yanaklarından boynuna doğru.
Annem. Evet, annem düşmemek için umutsuzca direnen bir yapraktı. O yerdeki çamurlu sulara hayat diyerek tutunmayı değil, deli rüzgârların sırtında baştan çıkarılmayı, deliler gibi keşiflere çıkmayı, yaşmak arzusuyla yanıp tutuşmayı hayal etmek isterdi belki de, kim bilir?
Oysa olmadı bunların hiç biri.
O hiçbir sözcük kullanmadan konuşmayı beceren biriydi.
Sustu annem. Ama suskunluğu konuşuyordu bana bakarken…
YORUMLAR
Dolu Dolu bir yazıydı okuduğum. ANNE potresi işte, her anneden bir tutam taşıyordu ve şu satırlarda buldum ben kendi annemide.
""Annem zorunlu bir yorgunluktu. On bir çocuk doğurup onları büyütmek yetmemişti ona. Bahçe işleri, ev işleri, annelik… İlle de kadınlık. Hepsini yapmak zorundaydı ve bu yüzden zorunlu bir yorgunluktu annemin hayatı.
Gelinliğinden kalma sandığa benzerdi biraz da annem. Kapalı, esrarlı, içinde ne sakladığı belli olmayan, ama elma, armut, kayısı ve erik kurularının saklandığı sandıktan dışarıya taşan o mükemmel aroma kokusu annemin yorgun bedenine, güneşten kararmış tenine işlemişti iyice. Öyle kokardı zorunlu yorgun annemin elleri."""
Yaşlanmak ve yolun sonunda olduğunu bilmek çok yıkıcı ve yakıcı olmalı. O 90 yaşındaki annenin metanetini, sabrını ve yaşama tutunuşunu taktir etmeliyim.... Çok zor olmalı çok. Ben düşünürken ürperiyorum.. Bizler ne durumlarda olacağız kimbilir.
Haklıda Söyler. Henüz umutlar ve beklentiler var iken, bir gün aniden sonlanmalı ömür ki , ha bu gün, ha yarın beklentisiyle korkular içinde olmasın insan.
Rabbim ne eder Bakalım, her ne ederse güzel eder diyerek avunalım.
Sayın Akdemir kaleminiz daim olsun. Selamlar.
İzmirle ilgili yazınızı günün seçkisi olduğu için merak edip okumuştum. Bu öykünüzü de okuyunca asıl günün seçkisi bu olmalı diye düşündüm. İki gün üst üste seçer mi seçici kurul bilemem. Ama benim günümün yazısı bu öykünüz oldu.
Söyleyecek şey bulamıyorum. Annenizin, tüm susma dilini bilen annelerin ellerinden öpüyorum.
Tebrik edeiyorum sizi.