- 548 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
LOKMALAR
Bugün dünden sıcak olacak. Haberler böyle söylüyor. İzmir Bostanlı mevkii rüzgâr almasına rağmen çok sıcaktı. Diğer yerlere gitmiyorum. Konuştuğum arkadaşlar böyle söylüyorlar. Meltem esiyor. Ateş gibi. 1981 Temmuz ayın sıcakları neredeyse sıcakların doruk noktasıydı. Dün sıcaklık gölgede kırk dereceye çıkmıştı. Son yüzyılın en sıcak günlerini yaşadığımız söyleniyordu. Bu yıl ramazan Temmuz sıcaklarına denk gelmişti. Ortalık kavrulurken oruç nasıl tutulurdu ki?
Üç kişilik bir ekiple çatı onarım işi aldık. Ev sahibi Ramazan bayramı gelmeden bitirmeli diyordu. Bahçeli dubleks bir bina. Ev sahipleri yerli İzmirliler. Çalışmak için geldiğimizde bizi ev sahibinin hanımı karşıladı. Ustamız Hasan usta elli yaşlarında kara kuru zayıf bir insandı. Benden on yaş büyük Osman, Mardin’den yeni gelmiş, sıcaklara alışkındı. Bense askerden yeni gelmiştim. İzmir’de doğup büyümeme rağmen İzmir’in sıcaklarına alışkın değildim.
Hasan Usta ev sahibesiyle konuşurken, kadının kıyafetine bakarak, “oruç tutmaz bu kadın” diyerek sevinmiştim. Sıcaklarda oruç tutmak zordu. Hele inşaatlarda çalışırken daha da zor oluyordu. Biz ise çatıyı tamir edecektik. Güneşin altında çalışırken oruç tutmak bizim için kolay değildi.
Hasan usta, çocuklar “ .- Ben güneş altında iken tutmuyorum. Sizde tutmayın. Sonra orucunuzu tutar ödersiniz” demişti. Hasan usta Erzurum’dan yirmi yıl önce gelerek İzmir’e yerleşmiş. İnşaatlarda çalışarak geçimini sağlıyordu. Lisede iki, üniversitede üç çocuk okutuyordu. Yaz günü çocukları değişik işlerde çalışıyorlardı. Bazen çocuklarından bazıları bizim yanımıza çalışmaya geliyordu. Nedense Hasan usta çocuklarıyla birlikte çalışmayı pek istemiyordu. Belki çocuklarının başka ustalar yanında çalışmasının onlar için daha iyi olacağını düşünüyordu. Bu konularda pek konuşmak istemezdi. Osman ağabey çocuklarını Mardin’de bırakıp buraya çalışmaya gelmişti. Onun da üç çocuğu varmış. Ben ise bekâr… Ramazan ayı yaklaşırken, Hasan usta her ikimizle oturup konuştu.
.- Çocuklar temmuz sıcakları çok çetin geçer. Oruç Allah’ın emri biliyorum. Hiç kaçırmak istemem ama çalışma şartlarımız gereği tutamıyorum. Tatil yaptığımızda ve Cuma günleri tutuyorum. Size bir şey diyemem. İster tutun, ister tutmayın demişti.
İnşaatlarda çalışıyor olsaydık, çalışma saatlerini değiştirebilirdik. Mesela sabah erken başlayıp erken bitirebilirdik. Veya gece serinliğinde çalışabilirdik. Onarım işi yapacağımız için gündüz çalışmak zorundaydık. Sabahın erken vakitlerinde veya gece çalışamazdık. O zaman ev sahiplerini rahatsız ederdik.
Geleneksel, muhafazakâr bir aileye sahiptim. Ailem oruç tutuyordu. Ustamın sözünü dinleyerek, Ramazan ayında oruç tutmayı erteledim. Osman Ağabey de tutmuyordu. Ev sahibi kadını görünce sevinmiştim. Çünkü oruç tutan aile olsaydı bize ikramlarda bulunmayabilirdi. İnşaatlarda çalışırken bize ekmek getiren, çeşitli ikramlarda bulunan olmuyordu. Ama evlere gittiğimizde genellikle ikramlarda bulunuyorlar. Öğle vakitlerinde de yemek veriyorlardı.
Kadını görünce sevindiğimi anlayan Osman ağabey, “ .- Bugün şanslıyız değil mi?” deyince, “- evet” dedim.
Ya ikram eden bir aile değilse? İşte o zaman inşaatlardaki gibi olacaktık. Yemek için öğle tatili yapıp, peynir, zeytin, ekmek ve karpuz alacaktık. Veya ucuz bir lokantaya gidip yemek yiyecektik.
Çalışacağımız ev çok güzeldi. Kooperatiflerin yaptığı dubleks evlere benzemiyordu. İnşaatlarda çalıştığımız için kooperatiflerin yaptığı dubleks evleri biliyordum. Onlar genelde altmış yetmiş metrekareye yerleşmiş içten merdivenli iki katlı binalardı. Çalışacağımız ev ise yüz metrekarenin üstündeydi. Çok büyüktü. Sanki saray gibiydi. Belli ki ev sahipleri çok zengindi. Çatısını baştan sona yenileyecektik. Burada işimiz çoktu. Ustama göre on günden fazla burada çalışacaktık. Bu hem iyi hem kötüydü. Çünkü sıcaklarda hep çatılarda olacaktık.
Başımıza güneş geçmemesi için Meksikalılarınkine benzer geniş silindirli şapkalarımız vardı. Genelde üstümüzü çıkararak çalışıyorduk. Yazın ilk günleri vücudumuz güneş yanıklarıyla doluydu. Ama şimdi iyiydi. Derimiz hem siyahlaşmış hem de sertleşmişti. Artık güneş eskisi gibi derimizi yakmıyordu. Günün vakitlerine göre denizden ve karadan esen meltem rüzgârı vücudumuzu yalayıp geçerken, bazen serin, bazen sıcak havayla vücudumuzu okşuyordu.
Evin çatı onarımındaki ilk işimiz. Önce çatının kiremitleri sökülecek, sonra iyi bir izolasyon yapılacaktı. Evin içinden çatıya çıkan bir kapı var. Ama biz evin dışından çalışmak zorundayız.
Ev sahibesi kadın Hasan ustayla konuştuktan sonra bizi evin içinden çatıya çıkardı. Evin içine girdiğimizde çok şaşırdım. Girişte büyük bir salon var. O kadar çok lüks döşenmişti ki filmlerde gördüğüm saraylara benziyordu. Salonun merdivenlerinden yukarıya doğru çıkarken, ustaya fısıldayarak, “ .- evin sahibi çok zengin herhalde” dedim. Usta gülerek “.- hem de çok” diye cevap verdi. Böyle bir evim olmasını düşledim. Bana o kadar uzaktı ki. Başımı sokacak bir evim bile yoktu. Askerden geleli iki yıl olmasına rağmen yokluktan henüz evliliği bile düşünemiyordum. Bostanlıya bakan tepelerden birinde dededen kalma bir bahçe vardı. Yakınlarında su olsaydı oraya bir gece kondu kondurabilirdim. Manzarası bu evden daha güzel olurdu ama gece kondu olmaktan öteye gidemezdi.
Çatıya çıktık. Çatıda ev yapılırken döşenen kırmızı kiremitler vardı. Şimdi bunların hepsini değiştirecektik. Bütün kiremitler inecek, çatı yeniden düzenlenecek. Son sistemle kaplanacak. Soğuğa, sıcağa karşı korunma sistemleri oluşturulup, üzeri galvaniz saçlarla örtülecekti. Usta ev sahibine galvaniz saçlar çok parlar. Etrafın dikkatini çeker. Güneş ışıklarını yansıtır. Üzerine ışıkları yansıtmayan bir örtü kaplayalım deyince ev sahibi kabul etmişti. Anlaşılan o ki adam evi için parayı esirgemiyordu. Zenginlik böyle bir şey olsa gerek… Başkalarının harcayacağı ev parasına yakın bir parayla çatı yapacaktık.
Ev sahibesi kadın otuz beş yaşlarında, sarışın, çok güzel bir bayandı. Diz üstü mavi etek giymiş. Üstünde askılıklı beyaz, ince elbise vardı. Saçları uzun değildi. Kısa saçlıydı. Saçları biraz daha kısa olsaydı erkek saçına benzeyebilirdi. Gözleri masmaviydi. Ama öyle çakır mavisi değil, deniz mavisiydi. Konuşurken tane tane konuşuyor. Kelimelere kibar anlamlar yüklüyordu. Hasan usta iş anlaşması için daha önceden gelip konuşmuştu. Hasan ustayı onlara yakın tanıdıkları birileri tavsiye etmişti. Ustamız ev sahibine erken gelsek olur mu deyince, evet olur demişler. Usta ikindi vaktinden sonra pek çalışmak istemiyordu. Günün ilk saatlerinde yapabildiği kadar iş yapıyor. Öğle vakti biraz dinleniyor. Sonra bir iki saat daha çalışarak günü bitiriyordu. Sıcaklarda çok çalışmak insana zarar veriyordu. Ustamız hırslı bir adam değildi. Daha önce hırslı ustalarla da çalışmıştım. Onlar götürü işler alıyor. Yaz günü, kış günü demeden günde on onbeş saat bizi çalıştırıyorlardı. Hasan usta ise böyle değildi. Kendine ve bize karşı çok anlayışlıydı. Bize söylediği “.- Arkadaşlar sıkı çalışalım. İyi iş çıkaralım. Yapboz olmasın. Oyalanmayalım. Başkasının beş saatte yaptığını biz iki üç saatte yaparak erken işi bırakalım diyordu. Üçümüzde sigara içmiyorduk. Çalışırken bizi oyalayacak şeyler sadece keyfimizdi. Ustamıza uyarsak, ikindiden sonra günün keyfini çıkarabilirdik. Osman ağabey ve ben ustamızı kavramış olarak, onu utandırmıyor. Ona başka çözüm yolları aratmıyorduk. Askerden geldiğimden altı ay sonra Hasan ustayla karşılaştım. İyi ki karşılaşmışım. Çok uyumlu bir ekip olmuştuk. Hiç boş kalmıyorduk. Başkalarına göre de iyi para alıyordum. İnşaatlarda çalıştığımız zamanlarda ise ustamızın zorlamalarıyla mutlaka sigortalarımız yatırılıyordu. Değilse ustamız asla kabul etmiyordu. Etraftan duyuyordum. Bazı ustalar kendilerini sigorta yaptırıp yanında çalışanları yaptırmazmış. Hatta bazı inşaatlarda sürekli kendisini göstermeleri karşısında, çalışanların sigortalarının yapılmasını istemez. Başka yerlerde çalışsalar bile, anlaştıkları inşaatlarda sigortaları yatırılmaya devam edermiş. Tabi bütün bunlar ne kadar doğru bilmiyorum. Ama sağ olsun Hasan Usta kendisi için ne istiyorsa bizim içinde onu isterdi.
Ev sahibesi Meral Hanım bizi çatıya çıkarırken “ .- Oruçlu musunuz?” diye sorunca Hasan usta, “.- Hayır hanımefendi. Bu sıcaklarda oruçlu çalışmak zor oluyor.” Dedi. Meral Hanım, “.- Peki, o zaman doğru söyleyin kahvaltınızı yaptınız mı?” “ .- Teşekkür ederiz hanımefendi yaptık.” “ .- Hiç çekinmeyin ne istiyorsanız söyleyin. Benim misafirimsiniz. Yarın kahvaltı yapmadan gelin” dediğinde Osman ağabey bana bakarak, “ .- Gerçekten yaşadık” dedi. Öyle ya, sabah kahvaltısına davet eden ev sahibi, öğleyin ne yapmazdı ki?
İçimden canhıraşla çalışmak geldi. Önceden bazı evlerde çalışmıştık. Bazıları su bile vermezlerdi. Bazıları ise öğle yemeği verirlerdi. Öğle yemeği ise genellikle dışarıdan söylenmiş pide olurdu. Çok fazla söylemezlerdi. Küçük pidelerden adam başı iki tane düşerdi. Onlarda bize asla yetmezdi. Ben o küçük pidelerden tek başıma beş tane yiyebilirdim. Ustam çok fazla boğazına düşkün değildi. Ama Osman ağabey baya obur sayılırdı. Neredeyse benim iki katımı yerdi.
Tavan arasında iş elbiselerimizi giyindik. Çatının tepesine çıktığımızda şaşırdık. Harika bir manzara vardı. Denizden esen meltem insanı serinletiyordu. Sabahın dokuzuydu ama güneş sıcaklığını hissettirmeye başlamıştı. Usta “ .- Çocuklar önce kiremitleri söküp aşağıya indirelim” dedi. Kiremitleri aşağıya indirmek için çatıya caraskal kurmamız gerekiyordu. Ustanın kamyonetinde aşağıdan yukarıya, yukarıdan aşağıya yük taşımak için gerekli her türlü alet edevat bulunurdu. Osman ağabey aşağıya inerken, ev sahibemiz elinde büyük bir tepsiyle göründü.
Tepside, üç su, üç çay bardağı vardı. Altlı üstlü çaydanlıkta demli çay ve sıcak su bulunuyordu. Buz gibi olduğu anlaşılan ikibuçukluk bir Coca Cola, fanta, ikibuçukluk kola şişesine doldurulup soğutulmuş su vardı. Bana “.- Delikanlı al bakalım bunları” dedi. Hemen aldım. Pastanızı da getireceğim diyerek aşağıya doğru inmeye başladı. Hasan usta çayı, Coca Colayı, suyu görüp, pasta sözünü duyunca, “.- Anlaşılan burada yemekten içmekten çalışamayacağız” diye söyleniyordu. Olaylara çeşitli açılardan bakabilirdik. Eli sıkı cimri bir ev sahibi ile eli bol ev sahibi arasında hangisini tercih etmek gerekir tam bilmiyorum. Hasan ustanın sözüne bakarak her ikisinin de iyi olmadığını anlayabilirim. Belki ortası iyidir. Eli sıkı ev sahipleri olduğunda, bir suya dahi mum olabilirdik. Eli bol ev sahiplerinin ikramlarını yiyip içerken iş uzayabilirdi. Hasan usta bütün işleri götürü usulde alıyordu. Yani yevmiye çalışmıyorduk. Hasan usta bize yevmiye vermiyordu. Aldığı işin yüzde ellisini kendisi alıyor. Yüzde otuzunu Osman ağabey alıyordu. Bana acemi ve yeni olduğum için yüzde yirmisi kalıyordu. Hasan ustanın bu uygulaması çoğu insan için garip gelebilirdi. Ama bizim için çok iyiydi. Çalıştığımızın karşılığını alıyorduk. İşi bulan, sorumluluğunu üstlenen olarak ustanın aldığı yüzde elli çok değildi.
İsteyen çay, isteyen Coca Cola, isteyen fanta içecekti. Osman ağabey aletleri yukarı getirirken arkasından Meral Hanım tepsiyle geliyordu. Tepsideki börek, pasta ve çöreklerden müthiş bir koku etrafa yayılıyordu. Öyle güzellerdi ki. Yan gözle Hasan ustaya doğru baktım. Sanki içinden yandık, burada iş bitmez diyordu. Meral hanım yine bana, “ .- Delikanlı bunları da al” dedi. Sonra hepimize dönerek, isimlerinizi söyleseniz iyi olur. Bundan sonra adlarınızla hitap etmek isterim deyince, Hasan usta “.- Tabi Meral hanım. Benim adımı biliyorsunuz. Bu arkadaş Osman, küçüğümüz ise Murat” diyerek isimlerimizi Meral hanıma söyledi. Meral Hanım tek tek yüzlerimize bakarak isimlerimizi tekrar etti. İnşallah unutmam diye söylendi. Yüzlerimize bakarken, sıcacık gülümsüyordu. Öyle candan öyle içtendi ki, etrafımda bu tür insanlara neredeyse hiç rastlamamıştım. Hâlbuki Meral hanımı ilk gördüğümde, onun kibirli, kendini beğenmiş, zengin, şımarık insanlardan biri olduğunu düşünmüştüm. Böyle hissettiğim ve düşündüğüm için utandım, kendime kızdım. Demek ki görünüşlere asla bakmamalıydı. İnsanlar her zaman insanları şaşırtabilirdi.
Çatıda güneş enerjisinin kurulduğu düz bir alan vardı. Oraya oturup, ikram edilenleri yiyip içmeye başladık. Önümüzde İzmir körfezi harika görünüyordu. İzmir kalesindeki bayrak deli gibi çırpınıyordu. Belli ki orada müthiş bir rüzgâr vardı. Balçova taraflarından dağlara doğru hafif nem bulutları yükseliyordu. Konak tarafında ise neredeyse hiç kıpırtı yoktu. Körfezde dört tane büyük yabancı yük gemisi limana doğru seyrediyordu. Etraflarındaki balıkçı tekneleri neredeyse kaybolmuş gibiydiler. Karşıyaka Alsancak, Bostanlı Konak arasında çalışan vapurlar, Balçova’dan Bostanlı’ya doğru gelen feribot körfeze renk katıyorlardı. Uzaktan martılar görünmüyordu. Ama biz sahil kenarlarında martıların olduğunu biliyorduk. Sahil kenarlarında balık tutan kişiler azdı. Saysan üçü beşi geçmezdi. Herhalde sabahın ilk saatlerinde kimse balık tutmaya gelmemişti.
Coca Colayı çok severdim. O nedenle, nefis börek, çörek ve pastalarla birlikte daha çok Coca Cola içtim. Ustamla Osman ağabey çaya daha çok önem veriyorlardı. Özellikle Hasan usta “- Murat oğlum, sıcaklarda çay iyi gelir. Coca Cola yerine daha çok çay iç” diyordu. Ama ben çaya fazla düşkün değildim.
Meral hanım bize ikramları yaptıktan sonra yanımızdan gitmişti. Bazı ev sahipleri ikram ettiklerini birlikte yer içerlerdi. Belki kadın olduğu için gitmiştir diye düşündüm. Ama anılarımda bir şeyler geziniyordu. Bir ara Malatya’ya gitmiştim. Alevi mahallesine misafir olmuştuk. Orada gördüğüm adet çok garibime gitmişti. Ev sahipleri yemek vakitlerinde yemeği hazırlıyor. Sofrayı koyuyor. Misafirlerini yemeğe davet ediyor. Kendileri misafirlerle oturup yemek yemiyorlardı. Başka bir odada misafirlerin yemek yemelerini bekliyorlardı. Hiç böyle bir adet görmemiştim. Beraber gittiğimiz arkadaş bana adetlerini anlatınca rahat etmiştim. Değilse böyle bir uygulamadan çok rahatsız olmuştum. Çünkü bizim yörelerde misafiri yemekte yalnız bırakmak, misafire hakaret sayılırdı. Meral hanım yanımızdan uzaklaşınca bu eski anım canlandı. İçimden “acaba Meral Hanım da alevi mi” diye geçirdim. Hâlbuki Malatya’daki aleviler misafirlerini yemekte yalnız bırakırken, rahatça, hiç çekinmeden istedikleri gibi yesin içsinler istiyorlardı. Yetiştiğim bölgedeki adetler ise bazen misafire zulüm olurdu. Allah aşkına ye. Bak bundan da al. Bu bizim yörenin harika yemeğidir, tatlısıdır, tuzlusudur. Diye ısrarla yedirilip içirilenlerden dolayı midemin çoğu zaman bozulduğunu biliyorum. Sofra ev sahibinindi ama mide benimdi. Ev sahibinin ısrarlarıyla, hatırını kırmamak için yediğimiz içtiğimiz şeylerden mide zafiyeti geçirmek hiç iyi olmuyordu. Yesen bir türlü, yemesen bir türlü hesabında çoğu zaman zararlı misafir çıkıyordu. Yiyip içmemek ev sahibine hakaret sayılacağı inancıyla, midemizi altüst ediyorduk. Bu açıdan bana Malatyalı Alevilerin tutumları daha iyi gibi geliyordu.
Güneş Eşrefpaşa tarafından tepeye doğru yükselirken ışıklarıyla körfezde yakamozlar oluşturuyordu. Hafif meltem körfezde küçük dalgalar meydana getirmiş, denizin yüzü sanki ince halı gibi kıvrım kıvrım kıvrılıyordu. Dün öğle vakitlerine doğru sıcaklık neredeyse kırk dereceye ulaşmıştı. Güneşte kırk beşi bulduğu söyleniyordu. Gökyüzünde hiç bulut yoktu. Bugün sıcaklığın dünden aşağı olmayacağı belliydi. Oruçlar bir haftadır tutuluyordu. Dünkü çalıştığımız yerde oruç tutsaydık olurdu. Gölgeli bir yerde çalışmıştık. Üstelik sıkı çalışıp öğle ezanı okunmadan işimizi bitirmiştik. Başka bir işe de gitmedik. Çünkü burada çalışacaktık. Ustamız yarın gideceğimiz iş önemli, kendimizi yormayalım demişti. Doğrusu bugün geldiğimiz iş gerçekten çok önemli. İşin sahibi beyefendi daha işin başında paranın yarısını vermişti. Ustamızda bize dağıttı. İşi yapmadan parasının yarısını almıştık. Böyle bir iş nereden bulunurdu ki? Hele işi yapıp aylarca parasını alamadığımız işyerlerini düşünürsek, bu iş elbette çok önemliydi. Böyle yerlerde güzel iş yaparak tanınmak çok iyi olurdu. Etrafımızda tamiratı yapılacak, çatısı değişecek zengin evler çoktu. Eğer buradan çok iyi iş çıkarırsak başka işlerde gelebilirdi. Usta söylemese de, bu tür şeyleri hesaplıyor olmalıydı. Zaten ustamız söylese de, söylemese de, işine önem veren, kaliteli iş çıkarmayı hedefleyen bir karaktere sahipti.
Güneşte yüzümüzün yanmaması için pazar günlerinin dışında tıraş olmuyorduk. Bu nedenle çalışırken her zaman sakallıydık. Kumral biri olarak benim sakallarım hafif altın sarısına çalardı. Hasan ustayla Osman ağabeyimin sakalları, saçları inadına simsiyahtı. Hatta Osman ağabeyimi uzaktan görenler Afrikalı bile sayabilirlerdi. Çok kara, hafif etine dolgun biriydi. O kadar tatlı dilliydi ki, konuşmaları insanın içini açardı. Büyüklük taslayan biri değildi. Hata yaptığım zaman doğrusunu gösterir. Düzeltmeleri kendisi yapardı. Hiç kızmazdı. Hatta öyle ki, defalarca aynı konuda hatalarım olurdu da yine bir şey demezdi. Ustam görmeden hemen hatalarımı düzeltirdi. Ona minnettardım. Hatalarım oldukça umutsuzluğa kapılır, iyi bir usta olamayacağımı düşünür, kendi kendime söylenirdim. Benim söylentilerimi duyunca, “.- Murat kendini üzme, benimde çok hatalarım oldu. Acele etme. Yavaş yavaş her şey yoluna girer. Önemli olan samimiyettir. İşi istismar etmemektir. Hasan ustamız hatalara değil. İşin istismarına kızar.” Diyerek benim teselli ediyor. Bana önderlik yapıyordu. Osman ağabeyimi çok seviyordum. Hasan ustamı da çok seviyordum. Ama sevgi sıralamasında Osman ağabeyim öne geçiyordu. Hâlbuki benim üç tane öz ağabeyim vardı. Hemen hiç biri bana Osman ağabeyim gibi davranmıyorlardı. Onlardan tek gördüğüm şey, itme, kalkma, eleştiri, fırçalama ve dayaktı. Rahmetli babam onların bana yaptıklarına hiç ses çıkarmazdı. Sanki gizliden onları desteklerdi. Belki benim zor şartlarda yetişince iyi olacağımı düşünüyordu. Ama nedense ben hiç iyi olmamıştım. Hasan ustamla, Osman ağabeyimle çalışmaya başladığımdan bu yana, düşüncelerim, huyum, tüyüm değişmeye başlamıştı. Sevgi ortamında çalışmayı, ilişkiler kurmayı burada öğrendim. Askerliğimde baba ocağım gibiydi. Evde ağabeylerim itip kalktı. Askerlikte onbaşılarım, çavuşlarım Astsubaylarım itti kalktı. Hele bir astsubayım vardı. Utanmadan “.- Sizin adınız asker, soyadınız eşek oğlu eşek” derdi. Adam yerine konulup sevilmenin ne demek olduğunu bana gösteren Hasan ustama, Osman ağabeyime minnettardım. İlk defa aile ortamında olduğumu hissediyordum. Bazen içimden Hasan ustama baba demek geliyordu. Ama buna layık olmadığımı düşünüyordum. Hasan ustamın çocuklarından söz ederken gözlerinde parlayan ışığı babamda hiç görmemiştim. Osman ağabeyimin gözlerindeki sevgiyi ağabeylerimde hiç görmemiştim. Sanki çöl ortamından vahaya düşmüş gibiydim.
İkramlarla oyalanmamız yaklaşık yarım saat sürmüştü. Çalışmaya başlarken, Hasan usta “. – Oğlum bunları aşağı götür, teşekkür et” dedi. Meral abla diye seslenerek merdivenlerden inmeye başladım. Seslenerek iniyorum çünkü Meral ablayla uygunsuz karşılaşarak onu rahatsız etmek istemiyordum. Meral abla sesimi duymuş merdivenlerden koşturarak yukarıya doğru geliyordu. “.- Ah niye zahmet ettin Murat. Ben gelir alırdım” derken ona teşekkür ettim. “.- Bir şey değil, ne demek. Başka ihtiyacınız varsa söyleyin” diyerek elimden tepsileri aldı ve inmeye başladı. Coca Cola, fanta, su bizde kalmıştı. Onları susadıkça içecektik.
Yukarıya çıktığımda Hasan ustamla, Osman ağabey çalışmaya başlamışlardı. Sökülen kiremitleri caraskalı kurduğumuz çatı kenarına taşımamı istediler. Yaklaşık iki saat falan çalışmıştık. Meral abla elinde tepsiyle göründü. Tepside yine çay vardı. Gülümseyerek, “.- Yorulmuşsunuzdur bir çay arası verin” dedi. Hasan usta “.- Daha yeni içmiştik ama” deyince Meral abla, “.- Olur mu? İki saat oldu. Çay için susuzluğunuzu giderir.” Diyerek tepsiyi bana uzattı. Ben tepsiyi aldıktan sonra afiyet olsun diyerek aşağıya indi.
Çatının üstü esiyordu. Çatının altı tavan arası ise yanıyordu. Zaten onun için çatıyı değiştiriyorduk. Çatıya sıcak ve soğuğa karşı izolasyon yapacaktık. Baca kenarlarında hafif gölgelik bir yer bulduk. Orada çayımızı içmeye başladık. Vücudumuzun bir kısmı güneşte, bir kısmı gölgede kalıyordu. Özellikle hareket halinde değilken başımızın güneşten korunması sağlık açısından her zaman önemliydi. Hareket halindeyken güneş insana fazla dokunmazdı. Güneş insan hareketsiz iken anında etkisini gösterirdi. Bu bilgi çocukluğumda babamın bana öğrettiği bilgiydi. Benimle çok fazla ilgilenmese de babam arada bir bazı şeyler öğretmiştir. Ancak sevgisini hiç gösterdiğini görmedim. Belki seviyordu. Gösterilmeyen sevginin ne kadar sevgi sayıldığı konusunda şüphelerim var.
Çayı içtikten sonra tepsiyi yine aşağıya indirdim. Meral ablam sesimi duyunca yine beni merdivenlerde karşıladı. Evin içinde klima çalışıyordu. Merdivenden inerken içeriden yüzüme serin bir hava çarptı. Ne güzel. Serin serin oturuyor Meral abla diye iç geçirdim. Bizse çatının tepesinde, güneş altında yanıyorduk.
Tepsiyi verir vermez çatıya çıktım. Kiremitleri çatı kenarına taşıma devam ettim. Bazı kiremitler çatlamış, bazıları da kırılmıştı. İçlerinde çok düzgün, sağlam duran kiremitler vardı. Kiremit koyduğumuz yer dolunca Hasan usta beni aşağıya gönderdi. Osman ağabey caraskala taktığımız etrafı korunaklı tahtadan sepete kiremitleri koyup aşağıya gönderiyordu. Bende sepeti boşaltıp yukarıya gönderiyordum. Kiremitler eski inşaat malzemeleri alanlara verilecekti. Çünkü bir daha kullanılmayacaklardı. Daha modern teknikle üretilmiş kırmızı renkte kaplama yapılacaktı.
Öğleye kadar çalışmıştık. Meral ablanın sesiyle birlikte etraftan ezan sesleri duyulmaya başladı. “.- Aşağıdaki bahçeye yemek hazırladım. Hadi buyurun, yemekten sonra çalışırsınız.” Teşekkür ederek aşağıya doğru inmeye başladık. İndiğimiz merdivenler mermerdi. Meral abla, merdivenlerden inerken, çıkarken kullanacağımız terlikler bırakmıştı. Etrafı kirletmemeye özen göstererek evin içinden bahçeye çıktık. Bahçedeki çeşmeden elimizi yüzümüzü yıkayarak sofraya oturduk. Sofra bahçenin gölgesi yoğun, esintisi bol yerinde kurulmuştu. Sofrayı görünce şaşırıp kaldım. Sofra çok güzeldi. Öyle donatılmıştı ki, hayatımda hiç böyle sofra görmemiştim. Başka işlere kıyasla bu işimiz gerçekten mükemmeldi. Sofrada çorba, et yemeği, pilav, tatlı, soğuk içecekler, meyveler vardı. Böyle mükellef bir yemeğin arkasından nasıl çalışılırdı ki?
Meral abla bize afiyet olsun dedikten sonra içeriye girdi. Yemeğe başladık. Hasan usta yemeği yavaş yiyordu. Ben sanki hiç yemek yememiş gibi yumulmuştum. Osman ağabey bana bakıyor. Gözleriyle yavaş diyordu. Onları bilmiyordum ama ben böyle bir sofrayı her zaman bulamıyordum. Onların aileleri vardı. Gerçi Osman ağabey burada bekârdı ama memleketine gittiğinde karısına istediği sofrayı kurdururdu. Bu tür sofralara hasret olan bendim. Fırsatını yakalamışken iyice karnımı doyurmalıydım.
Meral abla evden çıkmış, bahçedeki çiçekleriyle oyalanıyordu. Bahçenin kapısı açıldı. İçeriye on iki yaşlarında küçük bir kız girdi. Yüzünden yorgun ve bitkin olduğu hemen anlaşılıyordu. Titrek, hüzünlü bir sesle “.- Anneciğim çok yoruldum. Uykum var” diyerek içeriye girdi. Kız çocuklarını çok severdim. Hele annesi gibi sarı saçlarını omuzlarına salmış, masmavi gözleriyle etrafı süzen, yürürken nazlı ceylan gibi süzülen kızı görünce kalbim yerinden oynamıştı. O kadar tatlıydı ki, insanın yanaklarından tutup sıkası geliyordu. Meral abla içeriye giren kızının arkasından eve doğru giderken yanımızdan geçiyordu. Ona “.- Abla kızınız çok güzel. Herhalde çok yorulmuş” dedim. Meral abla bana baktı. “.- Teşekkür ederim Murat ağabeysi. Evet, çok yorulmuş ama asıl yorgunluk değil. Oruç tutuyor da, onun için etkilenmiştir. Gidip bakayım durumu nasıl”
Beynimden vurulmuşa döndüm. Birden bire güneş aydınlığındaki dünyam kararmaya başladı. Ağzımdaki lokmalar boğazımda düğümlendi. Meral ablam bizimle hiç yememiş, içmemişti. Meğerse oruçluymuş. Kızı on iki yaşında oruçluymuş. Okullar tatildi ama kız yaz tatilinde Kur’an öğrenmek için kursa gidiyormuş. Şimdi de kurstan dönüyormuş. Annesi kısaca bunları söyleyip içeri girmişti. Gidip bakayım sözünün ardından açıkladığı bu bilgileri hayal meyal duyuyordum. Sanki ta uzaklardan gelen garip sesler gibiydi. Bütün vücudumu bir titreme sardı. Utancımdan yerin dibine girdim. İştahla oturduğum sofrada bulunmak artık bana işkence gibi geliyordu. Çatalı mı, kaşığımı masaya bıraktım. Ben doydum deyip ağaç altındaki gölgeye doğru yürüdüm. Sırtımı ağaca yaslayıp gözlerimi yumdum. Hasan usta ile Osman ağabeyim hala sofradaydılar.
Meral ablanın sesini duyunca gözlerimi açtım. “.- Bir şeyi yok. Oruçlu olduğu için biraz tansiyonu düşmüş. Yatırıp uyuttum. Biraz sonra kendisine gelir” Beni sofradan kalkmış görünce “.- Murat sen niye kalktın sofradan. Yemekleri beğenmedin mi yoksa?” “.- Hayır abla. Çok beğendim yemekleri. Ama doydum. Çok hızlı yemiştim. Hep hızlı yerim. Yemek için çok teşekkür ederim. Elinize sağlık”
Diyordum ama işin gerçeği utancımdan yerin dibindeydim. Büyük bir sevgiyle bize yemek hazırlayan Meral abla oruçluydu. On iki yaşındaki kızı oruçluydu. Oysaki kılıklarına, kıyafetlerine bakarak onları yargılamıştım. Oruç tutmaz bunlar demiştim. Yemeklerini görünce yaşasın demiştim. Akşama kadar bize zevkle hizmet edecek ablamız oruç tutarak beni yanılmıştı. On iki yaşındaki kız oruç tutarak yüzüme tokadı yapıştırmıştı. Toplumsal yargılarımız ne kadar yanıltıcıydı. Meral ablayı ve kızını yolda birlikte görseydim, onlar oruçlu olduğu halde, kıyafetlerine bakarak bunların dinle, imanla ilgileri yok derdim. Toplumsal öğretilerimiz temelden yanlıştı. İnsanlar ne dini, ne de insanları yeterince bilmiyorlardı.
Yetişme tarzlarımız çok farklıydı. Aldığımız eğitimler çok farklıydı. Toplum öyle garipti ki, açık saçık çağdaş görünümler altında koyu bir dindarlık yaşanabiliyordu. Tersine kapalılık, muhafazakârlık adı adlında delicesine din dışı bir yaşam sürdürülebiliyordu. Cahilliğimden utandım. Peşin yargılarımdan utandım. Artık bu evde ne yemek yiyebilirdim, ne de bir şey içebilirdim.
Sırtımı yasladığım ağaç titriyordu. Yapraklarından yükselen sesler beni tersliyordu. Etrafımızda dolaşan rüzgâr bana fısıldanıyordu. Gözlerim gittikçe kararıyordu. Beynimin içinde olanları kimse bilmiyordu. Yeryüzündeki depremlerden daha büyüğü olan on şiddetindeki deprem beynimde oluyordu. Vücudumu buz gibi bir serinlik kapladı. Titremeye başladım. Büzüldüm, büzüldüm, büzüldüm. Takatsizlik içinde kendimi koyuverdim.
- Murat, Murat, haydi kalk…
Osman ağabey beni dürterek uyandırırken, “.- Öf amma uyudun be... Ne o köpek ölüsü gibi uyuyorsun?”, “ .- Uyudum mu ya…” , “ Hem de nasıl?”
Sanki ortalık henüz aydınlanmamıştı. Hâlbuki gündüzdü. Gözlerim uykudan ışığa açılınca etraf karanlık görünüyordu. Kafamda bir ağırlık vardı. Beynimdeki uğultu hala devam ediyordu. Zorlanarak kalktım. Çeşmede elimi yüzümü yıkadım. Biraz kendime gelmiştim. Osman ağabey “.- Sen aşağıda kal, ben yukarıdan kiremitleri vereceğim” diyerek çatıya çıktı. Hasan ustam daha önceden çatıya çıkmış, Osman ağabey beni uyandırmak için kalmıştı. Meral abla sofrayı topluyordu. Meral ablayla göz göze gelmemeye çalışıyordum. Onun varlığı beni rahatsız ediyordu. Ben güneşi, sıcaklığı bahane edip oruç tutmazken, Meral ablam ve kızı oruç tutarak bana gereken dersi vermişti. İnancımın ne kadar zayıf olduğunu düşündüm. Ailemden, çevremden aldığım bilginin ne kadar zavallı olduğunu düşündüm. Bugün hayatımın dönüm noktası olacaktı. İnanan biriydim. Ama inancımın gereğini türlü bahaneler uydurarak yapmıyordum. Bu ne büyük çelişkiydi. İkiyüzlü riyakâr biri olduğumu düşündüm. Öyle ya, inandıkları gibi yaşamayanlar, ikiyüzlü riyakâr değiller de nedirler? İçimdeki, dışımdaki şeytan beni inançlarımdan ayırmıştı. Hâlbuki Allah’ın her emri, insanın iradesini eline alıp özgürlüğünü ilan etmesi değil miydi? Her türlü şartta, inancının gereğini yapması, insanın asıl özgürlüğü değil miydi? Ben güneşe yenilmiştim. Sıcaklara yenilmiştim. Çevreden aldığım cahilane sözlere yenilmiştim. İnancım beni özgür kılmamıştı. Güneşin, sıcakların, cahilane bilgilerin karşısında çaresiz kalmıştım. Onlara yenilmiştim. Artık bundan sonra özgürlüğümü ilan edecektim. Yarın orucumu hangi şart olursa olsun tutacaktım.
İçimden yükselen bu kararla kendime geldim. Artık Meral ablamın yüzüne bakabiliyordum. İkindiye doğru uyanıp yanıma gelen Meral ablamın kızı Mehtap’ın gözlerine bakabiliyordum.
Öğleden sonra Meral ablam çay, pasta, Coca Cola, fanta getirdiğinde ayıp olmasın diye yedim, içtim. Onu kırmak istemiyordum. İçimdeki yangınlardan söz etmek istemiyordum. Bugün ikindi vaktini aşırarak çalıştık. Hâlbuki ikindi vaktinde işi bırakıyorduk. Herhalde Hasan ustam, yeme içme vakitlerini çalışma saatine eklemişti. Akşama doğru işimizi bırakıp ayrılırken Meral ablam bizi uğurluyor. “.- Yarın kahvaltıya gelin” diye sıkı sıkıya tembih ediyordu. Ona minnetle bakıyor, bende meydana getirdiği değişimler için teşekkür ediyordum. Ama o bunun farkında değildi. Sessizlik içinde yaptığım teşekkürleri nasıl anlayabilirdi ki?
Evden çıktıktan sonra, Hasan ustama, “.- Usta yarın oruç tutacağım” dedim. Hasan usta yüzüme baktı. “.- Dayanabilir misin?”
.- Evet
Öyle inançla evet demiştim ki, Hasan usta şaşırmıştı. Osman ağabey dönüp bakmıştı. Yolda yürüyüşümün farklılaştığını hissediyordum. Adımlarım daha kuvvetli, daha inançlıydı. Sözlerim daha dik, daha kesin, daha kararlıydı. İçimden yükselen ses bana hayat veriyordu.
- Yarın Meral ablamın gözlerine dik bakacağım. Ona bakarken asla utanmayacağım. Artık hiçbir lokma boğazıma dizilmeyecek…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.