KARA YUSUF-XVI
*
Hasan, daha iki aylıktır. Gökyüzü masmavi; hiç bulut yok. Güneş olanca yüzünü gösteriyor. Radyo kapatılmıştır. Hasan Ağa pencereden dışarıya başını çıkarmaya çalışır. Sonra aniden geri çekilir ve kendi kendine güler. Rabia Hanım, onun bu gülmesine bir anlam veremez. Ama o da anlamadan gülümsemeye çalışır. Bütün bu davranışlar onlarda hep zorla olur sanki. Gülmek, gülümsemek, neşeli olmak unutulmuş gibidir. İşte, Rabia Hanım bu nedenle şaşkın şaşkın bakar.
-Bu neşen ne ola, durup dururken herif?!
Hasan Ağa gülümsemeye devam eder. Hemen yanında oturan Rabia Hanımın kolundan tutar. Yavaşça eğilir ve kulağına fısıldar;
-Gel, bah!..
Sonra az kenara çekilir. Rabia Hanım merakla pencere önüne yanaşır. Pencereden başını çeker. Olduğu yerde, sessiz ve derinden ağlamaya başlar.
-Ben nasıl dayanırım bunlara?..
-Demek Haçça gelincek ıradyonu gapatmış Yusuf!..
-Ben ıradyonu nidiyim? İkisi de gozümün onünden uçup gediyolar sanki. Ben buna nasıl dayanırım?..
Rabia Hanım fazla dayanamaz. Kalkar, arka taraftaki kilere doğru gider. Yusuf ile Hatice duymamalı, görmemelidir ağladığını. Hasan Ağa olduğu yerde kalır. Öylece onları izler. Neler düşünür bilinmez. Ama hep dudakları titrer. İçi bir bulut gibi dopdoludur onun da. Öyle sıkar ki kendini... İçine atar her şeyi ama yine de onları izler...
Hatice Gelin, Hasan’ı beyaz bir kundak içine sarmış. Yusuf’un yanına oturmuştur. Hatice, türkü bittiğinde gelmiştir. Gelir gelmez de Yusuf radyoyu kapatmıştır.
-Ben de dinneyim, deyin geldiydim...
-Eyi ettin. Gel.
Yusuf, Hatice’nin kucağında çocuğu görünce gülümser.
-Boş ver şimdi ıradyonu. Zaten türküler de bittiydi.
Kucağına almak ister Hasan’ı ama alamaz. Kafasını sallar. Bir eliyle Hasan’ın yüzünü okşamaya çalışır. Bir şeyler söylemek ister, söyleyemez. Yaptığı hareketlerden anlaşılır ne söylemek istediği. ‘Gadersiz yavrum...’ der gibidir. Konuşurlar hep. Hayli otururlar ikisi. Hasan Ağa ve Rabia Hanım bile varıp rahatsız etmezler. İkisini de öylece kendi hallerine bırakırlar. Hasan Ağa ve Rabia Hanım, ikisini de hemen gidecek misafirmiş gibi sanmaktadırlar. Bu düşünce onları bitirir, mahveder.
Yusuf, fazla dayanamaz. Hatice’yi kırmaz. Hemen yanında duran radyoyu yavaşça kucağına alır.
-Hadi, sen de dinne!..
Radyo tekrar açılır. Yeniden türküler başlamıştır. Zaten radyoda sürekli türkü ve şarkılar çıkmaktadır. “İstekler üzerine...” diye başlar radyodaki spiker. Spiker, memleketleriyle birlikte türkü isteyenlerin adlarını sayar. Hatice Gelin, yüzünü Yusuf’a döndürür ve hafifçe gülümser.
-Birinci türkü benim ossun, ikinci de senin...
Yusuf, Hatice’ye sadece bakar. İçine çökmüş gözlerini bir kez yumup açar. Zorla, o da gülümsemeye çalışır. Hatice’yi kırmak istemez. ‘Peki! Öyle olsun. Tamam...’ der gibi karşılık verir. Hatice Gelin, bir elini yavaşça uzatır, ortalarında duran radyonun ses düğmesini azıcık açar. Bu ilk türküdür. Hatice Gelinin şansınadır.
“Bir kararda durmayalım
Gel gidelim dosta gönül
Hasretinden yanmayalım
Gel gidelim dosta gönül
Gel gidelim yâre gönül ey.
Kılavuz ol gönül bana
Gel gidelim yârdan yana
Canım gurbandır canana
Gel gidelim dosta gönül ey
Gara haberin almadan
Can bedenden ayrılmadan
Ezrail bizi bulmadan
Gel gidelim yâra gönül ey.
Gerçek murada varalım
Yârin haberin soralım
Yunus Emre’yi alalım
Gel gidelim dosta gönül
Gel gidelim yâra gönül ey.”
Türkü söylenirken Hatice Gelin arada bir başını kaldırır ve Yusuf’a bakar. Yusuf’un başı hep yerdedir. Bir elinde her zaman olduğu gibi bir çöp, öyle yeri kurcalamaktadır. İlk türkü bitince birbirlerine bakışırlar.
-Benim ki acıklıydı ecik. Senin ki neşeli olsa bari...
Yusuf, Hatice Gelini sadece dinler. Yavaşça başını kaldırır. Yine aynı şekilde gözünü yumup açarak karşılık vermeye çalışır. Spiker, yine kısa bir aradan sonra ikinci türküyü anons eder. Başlarlar pür dikkat dinlemeye. Bu, Yusuf’un şansınadır.
“Aşan bilir karlı dağın ardını
Çeken bilir ayrılığın derdini
Bülbül kaça aldın gülün nargını
Gül alıp satmanın zamanı değil.
Servinin dalları boyundan uzun
Yavrular gözüme bir salkım üzüm
Ölmeden o yâri görürse gözüm
Koyun kuzu kurban olur o zaman.
Yaprak gazel olmuş durmuyor dalda
Vefasız güzelden bize ne fayda
Bu ayda olmazsa gelecek ayda
Ölürüm vazgeçmem sevdiğim senden.”
Bu türkü daha anlamlı olur ikisi için. Sanki ikisi için istenmiştir. Sanki ikisi birden istekte bulunmuşlardır. Bu türkü sanki onlar için yazılmıştır.
Çatal kapının ağzında bir kadın belirir.
-Fadiik!
Yusuf hemen radyonun sesini kısmaya çalışır. Kapının bir kanadı açıktır o an. Gezintide Yusuf’la oturmakta olan Hatice Gelin hemen ayağa kalkar. Bir adım öne çıkar ve bakar. Hatice Gelini görür görmez tekrar seslenir:
-Gız gelin! Aşşa ensene. Gelemiyom. Gormüyon mu?
Yusuf radyoyu temelli kapatır. Hatice ayakta çatal kapıya doğru seslenir:
-Gel, abıla! Ben bahıyom sana. Gorhma!
-Gız Haçça, ya itler...
Hatice Gelin ince ince güler.
-İtler yoh, abıla. Davara gettiler.
Kadın inanır. Yavaş yavaş avluya girer. Yine de yürürken bir sağa, bir sola bakar. Evde pencerenin önünde oturan Hasan Ağa, Rabia Hanıma işaret eder.
-Seninki geliyo.
-Benimki de kim?
Hasan Ağa güler:
-Kim olacah, Şahlı’nın Gızı...
Rabia Hanım anlaşılmaz bir telaşa kapılır. O sırada odanın içindeki ocakta çörek pişirmekle meşguldü. Hemen bırakır çörek pişirmeyi işini. Hızlıca karşılamaya çıkar. Şahlı’nın Kızı gezintidedir. Ayakta Yusuf’la konuşur. Halını hatırını sormuştur Yusuf’un. Rabia Hanım, görür görmez gülümseyerek seslenir:
-Geldin mi bacım! Gel hele içeri gir. Soluhlan ecik.
Şahlının Kızı içeri girmeye yönelir. Yusuf’a bir daha döner:
-Allah eyiliğini versin, Yusuf’um!
-Sağ ol, Eşe Abıla.
İçeri girdiğinde Rabia Hanım yavaşça sorar:
-Getirdin mi bacım?
-Getirdim, getirdim...
-Hadi, gel de hazırlıyah.
Hasan Ağa, uzunca salonun ortasında, tavanda bir kırma ağacına kalın bir urganla asılmış ‘yayığın’ başındadır. Sırtını duvara yaslamış, oturduğu yerden bir eline ipi dolamış sessiz ve yalnız başına ‘yayık’ yaymaktadır. Ancak kısa bir an bırakmış ve iç odaya geçmiştir. Yayık öylece yalnız kalakalmıştır. Şahlı’nın Kızı, karşısında yayığı görünce merakla konuşur:
-Yayık mı hazırlıyodun Fadik?
-Yoh bacı. Hazırdı zaten. Enişten sallıyodu. Şimdi içeri gaçmış, bah!
-E n’orsün eniştem. Osanıyo kele. Neyse, ‘Yayığınız yağlı olsun’ bacım!..
Kiler adı verilen mutfağa doğru giderler. Önlüğünün içinden saman renkli bir kâğıda sarılmış, el kadar büyüklüğünde bir et çıkarır. Rabia Hanım, sormaz nereden bulduğunu. Çünkü önceden aralarında konuşmuşlar. Yeter ki et bulunsun...Arkalarından Hasan Ağa mutfağa girer. Zaten Hasan Ağa mutfağa sık sık girerdi. Ama Şahlı’nın Kızının gelişini merak etmiştir. Bu sefer onun için gelir mutfağa.
-Hoş geldin, Eşe Hatın!
-Hoş gordük enişte!
-Ne ki? Gizli bi işiniz var gibi sizin...
Gerçekten Hasan’ın bundan da haberi yoktur. Her şeyden haberi en sonunda olur. Hasan, bu gibi işlere pek karışmaz. Rabia dayanamaz ve Hasan’a söyler durumu. Sanki yakınında, yanında Yusuf varmış gibi sessizce söyler:
-İt eti, herif!...
Hasan, bir sağa, bir sola kafasını sallar.
-Gine mi yahu! Bunlardan bi fayda gelmez, garı. Çocuğa yedirmeseniz eyi olmaz mı gaylin?..
Yine de ısrar etmez Hasan. Kafasını sallayarak dışarı çıkar.
Rabia Hanım, ağlamak ister birden. Ama Şahlı’nın Kızı hemen uyarır.
-Çocuklaşma. N’apıyon bacım? Sen sabırlı olacan ya!..
-Sabır mı galdı bende, bacım. Ben ister miyim, şunnarı yedirmeyi Yusuf’uma?
-................!
Şahlının Kızı sadece yutkunur. Bir şeyler söylemek ister; vazgeçer. Eti çıkarır. Kendi eliyle tahta üzerinde keser, doğrar. Bir tavaya koyarlar. Alır, ocaklı olan odaya götürür. Hasan aynı yerde oturmaktadır. Şahlının Kızı usulca Hasan’a seslenir:
-Enişte!
-Buyur, Eşe Hatın!
-Sağ ol enişte! Gelsen de şunu bişiriversen. Gelmişken ecik Fadik’le dertleşek, diyom...
Hasan yavaşça sedirden iner. Ocağa yanaşır ve oturur. Tavayı eline alır ve ocağın üstüne koyar. Bir elinde ağaç kaşık... Pişirirken eti sağa, sola döndürür. Şahlının Kızı tekrar usulca seslenir.
-Bişince bi zamet kilere getiriver enişte.
Hasan Ağa, sadece başını sallar ve sessizce karşılık verir. Et pişer. Hasan Ağa kilere götürür. Hatice Gelin de oradadır. Hasan Ağa elindeki tavayı Rabia’ya uzatır. Rabia Hanım sanki görmemiş gibi ağırdan aldırır. Şahlı’nın Kızı hemen uzanır ve Hasan’ın elinden alır.
-Et hazır Fadik. Yedir Yusuf’a hadi!
-Ben mi? Ben yedirmesem... Aha, ağası yedirsin.
Hasan Ağa hemen Hatice Geline döner;
-Haçça, gızım sen yedir!...
-Benden yemiyo enişte. Geçen ki eti de benden yemedi. Aha, emem yedirdi zorunan. Bana nazlanıyo...
-Ee, gine sana düştü bacım!
Rabia Hanım, Şahlı’nın Kızının elinden çaresizce alır tavayı. Yusuf hâlâ dışarıda oturmaktadır. Hava çok güzeldir. Yusuf, böyle güzel hava olduğunda sanki bütün gününü hep dışarıda geçirir. Hatice Gelin bir sofra alır. İçinde bir yufka ekmek. Önceden hazırlanmış bir küçük tasta ayran... Rabia Hanım’ın ardından gider. Yusuf’un yanına varırlar. Rabia Hanım gelir gelmez Yusuf’un yanına oturur. Hatice Gelin elindeki sofrayı Yusuf’un önüne serer. Rabia Hanım elindeki tavayı sofranın üstüne koyar. Ayran dolu tası da yanına koyar. Yusuf, başını hafifçe sallar.
-Ana, açlığım yoh ki...
-Olur mu oğlum? Sabahta doğru dürüst bi şey yemedin.
-Anam, valla canım istemiyo...
-Öğlen de geçti. Neredeyse İlkindi ohunacak...
-Canım istemiyo ana! Sona yesem...
Hatice Gelin araya girer ve adeta yalvarır:
-N’olur bi lohma alıver. Bah alışırsın ondan sona.
Yusuf, elindeki çatalı tavaya uzatır. Sadece bir küçük parçayı kaldırır. Ağzına götürürken duruverir. Hatice Geline döner ve hafifçe gülümser.
-Hadi, senin de hatırın için...
Rabia Hanım ve Hatice Gelin gizlice birbirlerine bakışırlar. Onlar da gülümserler. Sanki büyük bir iş başarmışlardır. Sevinirler. Yusuf et yemektedir. Bu et Yusuf’a şifâ yerine geçecektir. Öyle inanmaktadırlar.
Doktorlar, Yusuf için artık hiçbir çarenin kalmadığını söylemişlerdir. Onun için Yusuf’a bir son umutla her şeyi yedirmeye çalışırlar. Kim ne söylese inanırlar. Adeta her denileni bir umutla, ‘çare’ diye uygularlar.
Yusuf, ilk lokmayı ağzına alır almaz yüzünü buruşturur. Zorla çiğner ve yutar. Yutarken boğazından geçen lokma adeta görünüyor gibidir. Bir müddet sonra bir nefes alır. Bir iki defa daha yutkunur. Sonra başını yavaşça anasına döndürür. Kısık bir sesle konuşur:
-Ana! Yemesem... Hoşuma getmedi bu et. Ne eti bu, ana! Tadı bi hoş...
-Geçen kestiğimiz goyunun eti oğlum!
Yusuf, kafasını yavaş yavaş bir sağa, bir sola sallar.
-Yoh, ana! Bu, goyun etine benzemiyo...
-Olur mu oğlum! Biz de yedik ya!...
-Yemesem gine de, ana...
Rabia Hanım ısrar eder. Yusuf iki, üç derken etin yarısını yer. Yine ısrar eder anası. Yusuf, ‘olmaz’ der gibi başını sallar. Sırtını duvara yaslar. Bir eliyle üstüne çekilmiş olan sofranın bir tarafını toplayıp ileri atar. Artık ne kadar ısrar edilirse edilsin yemeyecektir. Yusuf, ne eti olduğunu gerçekten bilmemektedir. Yine de yeteri kadar yemiştir.
İçerisi hiçbir şeyi almamaktadır. Anasının ve eşinin hatırına yemiştir. İçerisi yaradır Yusuf’un. Dermansız bir yara... İçerisini tamamen kanser hastalığı kaplamıştır. Giderek de çoğalmakta ve her tarafına hızlı bir şekilde yayılmaktadır. Doktorların yapacağı bir şey kalmamıştır. Yusuf, anasına döner ve başını yavaşça sallayarak konuşmaya çalışır.
-Biliyom anam, biliyom!. Her şeyi yediriyonuz, biliyom... Ben derdimi de biliyom! Boşuna her şey, ana!.. Yaramıyo işte!.. Doktorlar bile bulamadı ilacımı!..Yoh anam!.. Bu derdimin ilacı yoh! Ne yedirirseniz yedirin, içim gene yanıyo! Heç azalmıyo, yanıyo ana!..
Hani bir seher yeli olur ya... Yusuf’ta her zaman öyle...Çok kısa bir an bakıyorsun gülümsüyor. Zannedersin ki Yusuf neşeli...Tekrar dönüp baktığında Yusuf yine yüzünü buruşturmuş. Çatlamış dudaklarını zorla açmış. Arada bir dişlerini sıkıyor, başını yavaş yavaş bir sağa, bir sola sallıyor ve ahlayıp puflamaya başlıyor. Sancısı sık sık gelir. Seher yeli gibidir sancısı. Ama sürekli esen bir seher yeli. Tez tez esen bir seher yeli. Fazla ara vermeden gider, gelir.
Dayanır mı yürek buna. Hatice Gelin içeriye çoktan girmiştir. Yusuf acıklı acıklı konuşurken, o dayanamamıştır. İçeri girer girmez ağlamaya başlar Hatice Gelin. Zaten kendini zor tutmuştur dışarıda. Odasına girer, kapıyı kapatır ve bir süre sessizce ağlar.
Şahlı’nın Kızı içerde Hasan Ağa ile karşı odada oturmaktadır. Ayağa kalkar ve Hatice Gelinin odasına doğru yürür. Yavaşça kapıyı vurur.
-Gelin, içerde misin?
Hatice Gelin hemen gözlerinin yaşını silmeye çalışır. Kapıyı açar:
-Ben de çıhıyodum Eşe Abıla.
Şahlı’nın Kızı, Hatice’nin ağladığını anlar.
-Yo, öyle ağlamah olur mu gızım? Sanki bi şey olmuş gibi...
-Ağlamıyodum abıla. Şöyle duygulandım işte!
-Çocuk, eniştemin kucağında uyudu da. Bi koşeye yatır, demiye geldim. Ben de gediyim gahmışken...
-Otursaydın abıla....
Şahlı’nın Kızı, salondan yüksek sesle konuşur:
-Hadi, enişte! Galın sağlıcakla!
Hasan Ağa, oturduğu yerden karşılık verir:
-Gediyon mu Eşe Hatın? Otursaydın...
-Ne’diyim? Çok oturdum, enişte. Bizimkiler merah eder şimdi.
Hatice Gelin hemen önden çıkar ve Şahlı’nın Kızının lastik ayakkabılarını düzgün bir şekilde çevirir.
Hatice Gelinin bu davranışına nezaketle karşılık verir:
-Gızım, zamet etmiyeydin...
Bu konuşmalara Rabia Hanım irkilir ve hemen ayağa kalkar.
-Nereye gediyon, kele bacım? Ecik daha otursaydıh...
-Yoh, çok oturdum zaten Fadik. Bizimkiler merah eder...Enişteme diyecam vardı. Siz içerdeyken ben de gonuşacağımı gonuştum. Hadi, galın sağlıcakla! Allah eyiliğini versin senin de, Yusuf oğlum!...
Yusuf toparlanmak ister ama sadece kıpırdar. Zaten hep toplu bir vaziyettedir.
-Sağ ol, Eşe Abıla!...
Arkasından da Rabia Hanım avluya iner. Şahlı’nın Kızına çatal kapıdan çıkana kadar eşlik eder. İkisi birlikte, usulca konuşa konuşa, kapıdan dışarıya kadar çıkarlar. Köyde herkes Eşe Hanımı (babasının adıyla, lâkabıyla) Şahlı’nın Kızı diyerek bilir ve böyle anarlar.
**
Odanın içinde ocak yanıyor. Küçük bir saç ocağın üzerinde. Hatice Gelin çörek pişiriyor. Elinde evirip çevirmeye yarayan, ağaçtan yapılma bir ‘evrağaç’... Çöreğin birini koyuyor, birini indiriyor. Yusuf’ta hemen yanı başında. Yusuf, ocağın bir yanında, altında yün minder, arkasında kalınca ve büyükçe bir yün yastık... Bir dizini karnına doğru çekmiş; bir ocağa, bir Hatice’ye bakıp oturuyor. Hatice Gelin hemen yanındaki bir sofrada biriktirdiği çörekleri gösteriyor Yusuf’a.En alttan, eline bir tanesini alıyor ve bir parça bölüp uzatıyor Yusuf’a. Odada o anda ikisi vardır. Küçük Hasan, hemen ileride beşikte uyumaktadır. Diğer çocuklar ya dışarıda oynamaktadırlar ya da bahçeye gitmişlerdir. Yusuf, karısının uzattığı çöreği, başını sallayarak ‘almayacağını’ belirtir. Konuşarak bile karşılık vermez. Hatice Gelin, ısrar eder. Gülümser ve usulca seslenir:
-Bi elini vurala...
Yusuf başını yavaşça yukarı kaldırır ve gözlerini hafifçe yumarak bir daha ‘almayacağını’ söylemek ister.
-Sen istediydin ya!..
Yusuf yine başını sallar. Hatice Gelin ayağa kalkar hemen.
-Dur, sana bi çalhama getiriyim...
Yusuf artık dayanamaz ve konuşuverir Hatice’ye;
-Şuram yalabıyo... Tâ şuram Hacca!..
Başka konuşmaz Yusuf. Hatice ayağa kalkmıştır zaten. O da bunun üzerine konuşmaz. Yutkunur sadece. Döner, yürür mutfağa doğru. Hazırda ayran yoktur o an. Ama yoğurt vardır. Hemen yapmaya koyulur. Çukur, çinko bir tasta ayran yapmaya başlar. Bu sırada mutfağa Rabia Hanım girer. Eteğinde bahçeden toplayıp getirdiği yeşillikler vardır. Bir köşede yere boşaltır. Hatice Gelin sadece dönüp bakmıştır. Hiç konuşmamıştır kaynanasıyla. Kaynanası aynı zamanda halasıdır. Ama köyde halaya ‘eme’ derler. Hatice de Rabia Hanıma ‘eme’ diye seslenir. Rabia Hanım, sessiz duran Hatice’yi görünce kendisi konuşur:
-Ne yapıyon Hacca?
Hatice, yutkunur. Bir müddet konuşmaz. Rabia Hanım yine sorar:
-Ne ki Hacca? Bi şey mi var gızım? Ne oldu sana?..
Sonunda Hatice Gelin konuşur:
-Oğlun...
-Ne var? N’oldu oğluma?
-Gine sancısı tuttu. Çörek istedi. Hemen ocağı yahtım, bişirdim. ‘Hadi ye’dedim. Yemedi. ‘Sancım gine başladı’ dedi. Ben de, ‘çalhama yapıp geliyim’ dedim. Şimdi sen geldin işte, eme. Hatice Gelin başlar derin derin ağlamaya. Rabia Hanım ne yapacağını şaşırır. Çaresiz, Hatice’yi teselli etmeye çalışır. Elindeki ayran dolu tası alır.
-Ver çalhamayı, ben gotürüyüm Yusuf’a. Ocağa da baharım. Sen ecik sona gel...
Hatice Gelin kâh eliyle, kâh koluyla göz yaşlarını silmeye çalışır. Başını da sallayarak ‘tamam’ anlamında kaynanasına karşılık verir. Rabia Hanım ağır adımlarla Yusuf’un yanına varır. Yavaşça elindeki ayranı yere koyar. Yusuf’un alnında ve yüzünün bazı yerlerinde ıslaklıklar görür. Yusuf, bu sırada sırtını ve başını duvara yaslamış; sağ elini döşünün üzerine koymuş, vücudunu esnetmeye çalışır. Gözlerini de hafifçe yummuş... Birbirine geçmiş avurtlarının önündeki kurumuş dudaklarını fazla açamaz. Seyrelmiş ve sapsarı dişlerinin çok azı görünebiliyor. Anasının geldiğini anlar anlamaz kendini toparlamaya çalışır. Anasından önce ses verir Yusuf:
-Sen misin ana?
-He, benim oğlum!
-Bostandan mı geliyon?
-He, oğlum! Bostandan geldim. Yeşillik getirdim ecik. Hacca’ya söyleyim de yıhayıp getirsin. Ye...
Yusuf, eski vaziyetine dönmeye çalışır. Yüzünü ekşitir ve hafifçe iniler. Rabia Hanım o zaman dayanamaz. İki eliyle Yusuf’un omuzlarından tutar. Doğrulmasına, dik oturmasına yardımcı olur. Yusuf, yine bir dizi bükük ve karnına çekik, çenesini dizine yavaşça değdirmiş, öylece durur.
-Niye öyle yüzünü eşgidiyon Yusuf’um? Başın mı ağrıyo?..
Bir eliyle karnını işaret eder:
-Şuram... Şuram yalabıyo, ana!
Rabia Hanım ayranı eline alır. Kaşıkla tekrar bir karıştırır. Eliyle içirmek ister.
-Ben içiriyim. Sen yorma gendini, hadi...
Yusuf, başını yavaşça sallar; almak istemez. Israr eder Rabia Hanım.
-Hele bi gaşık al,oğlum. Bah, alışıverirsin. Hem çalhama her şeye eyi gelirmiş Yusuf’um.
Yusuf istemez istemez açar ağzını. Nazlanan bir çocuk gibi... Ama fazla direnemez anasının ısrarına.
-Peki, ana...
İlk kaşığı içer Yusuf. Zorla yutkunur. Zorla gider bir yarım kaşık ayran boğazından. Gırtlağından aşarken, bir ‘kaya parçası’ düşüyor gibidir. Yüzünü daha sertleştirir o an. Anası, “can boğazdan gelir” düşüncesinde, ikinci kaşığı yanaştırmıştır bile. Yusuf durur bir an. Bekletir anasını. Anası sabırla bekler.
-Çalhama bu oğlum... Biraz içiver.
-Öte yanım almıyo, ana! İçerim yalabıyo gine!..
-Dur, sana süt getiriyim o zaman. Isıcacık eyi gelir, oğlum.
Yusuf seslenmez. Rabia Hanım hemen kalkar. Kapıda Hatice Gelinle karşılaşır. Hatice’nin elindekileri alır. Hatice’yi tekrar mutfağa yollar.
-Hacca, gızım! Sütü al da gel. Çabuh...
Hatice döner gider. Süt, ocakta az daha ısıtılır. Rabia Hanım bir tas içinde sütü Yusuf’a uzatır.
-Al, gendin iç istersen, oğlum.
Yusuf itiraz etmez. İki eli arasına tekrar tası alır. Elleri arasındaki tası, kurumuş dudaklarına doğru yavaş yavaş yaklaştırır. Bir, iki yudum içer. Sonra bir nefes alır, yavaşça tekrar götürür ağzına. Böyle böyle tasın yarısını içer. İçine çökmüş gözleri hafifçe birden büyür. Bu, Yusuf’un gülümsemesidir. ‘İçtim bak. Kırmadım sizi. Rahatladım şimdi...’ der gibi gülümsemeye çalışır. Yusuf, bu sırada sedirde oturup kendisini izleyen karısı Hatice’ye bakar. Gülümseyerek iki gözünü hafifçe kırpar. Bu, belli ki, ‘Eline sağlık. Sağ ol!..’ anlamındadır.
Yusuf biraz rahatlamıştır. On, on beş dakika geçer. Hâlâ yanındaki sofranın içinde duran çöreklere yüzünü çevirir. Kendiliğinden sofrayı açar. İlk eline gelen çöreği kaldırır. Büyükçe olan çöreği, iki eliyle böler. Küçük bir parça koparır. Yemeye başlar yavaş yavaş. Aldığı parçayı bitirir. O bütün şekliyle görünen gırtlağından lokmalar bir kaya parçası gibi yuvarlanır. Hemen ayran dolu tası alır eline. Sadece iki yudum içer üstüne. Eliyle ağzını siler. Yavaşça mırıldanır:
-Elhamdülillâh. Elinize sağlık ana. Eyice yedim...
-Ye oğlum! Âfiyet olsun. Tabi yiyecan ki, eyi olacan Yusuf’um. ‘Can boğazdan gelir.’ demişler.
**
Yusuf, pencere kenarında oturur. Babası, anası ve küçücük çocuklarıyla kardeşleri de yanındadır. Dışarıdan bir ses duyulur. Sanki ‘imdât’ diye yankılanır köy. Kadın, erkek sesleri birbirine karışır... Evin içinden herkes dışarı çıkar. Yusuf çıkmaz. Bir süre sonra tekrar odaya girenler, ne olduğunu söylerler Yusuf’a.
-Amaan!.. Yalan dünya işte! Şu gadere bah!..
-N’olmuş ana!..
-Çelebi!.. Çoran altında galmış, diyolar...
-Çelebi mi? Hangi Çelebi, ana?
-Hacı Çelebi, oğlum!
Yusuf, bir müddet konuşmaz, öylece susar. Çok üzülür. Kurumuş gözlerini kıpırdatamaz. Bir süre dimdik yere bakar. İçeri Hasan Ağa girer. Yusuf, babasının konuşmasıyla yeniden kendine gelir.
-Ölmüş diyolar. Gağnıynan getirmişler...
-Nasıl olmuş, ağa?
-İçindeyken, toprak üstüne uçmuş. Çıharana gadar ölmüş garibim.
-Ben de onu diyodum. Gaderlerine bah! Ağası da aynı çoran altında galdıydı!..
-He ya! Öyle...
Çorak toprak, baba ile oğlun maalesef canlarını almıştır. Riski olan bir iştir bu çorak getirmek. Hani bir kömür madeni çıkarılırken yerin altına doğru girilir ya... İşte çorağı alırken de toprağın altına iyice girilir ve almaya başlanır.
-Nasıl olmuş, ağa? Kimse yoh muymuş?
-“Dışarda, anlattıklarına gore bigaç gişilermiş. Gağnıları koşmuşlar, getmişler. Ocağa varıncah hep beraber kazmıya başlamışlar. Epey kazmışlar. Baya derine enmişler. Birdenbire bir sarsıntı olmuş. İrkilmişler, bir an duraklamışlar. Birbirlerine bahışmışlar. Birisi bu sırada ‘Ben çıhıyom’ demiş. Arhasından diğerleri de çıhmış. İşte tam çıharken bir sarsıntı daha olmuş. Birden gendilerini bir toz bulutunun içinde bulmuşlar. Bigaç saniye içinde ocak gapanmış. Heçbi şey gorünmez olmuş. Toz bulutu bigaç dakka sona eyice aralaşmış. Herkes osürmiye, ahsırmıya başlamış. Dört gişi ocahtan dışarıda galmış. Nasıl gurtulduhlarına gendileri bile şaşmışlar. Her biri ocan etrafında dağınık bi şekilde galagalmışlar. Gorhudan bi süre gonuşamamışlar. Önce ‘deprem oluyo’ sanmışlar. Sona birisi gendine gelmiş, ayağa gahmış. Etrafına eyice bahıp durmuş. Bi başkası onun bu bahmasına anlam verememiş. Hatta bahışlarından irahatsız olmuş. Dayanamamış sormuş:
-‘Yahu ne öyle bahıyon? Elimde, yüzümde bi şey mi var?..’ demiş. Neçe sona kendine gelmiş, konuşmaya başlamış:
-‘Çelebi!.. Çelebi nerde? Gordünüz mü Çelebi’yi? Yahu, Çelebi ocağın altında mı yosam?..’ demiye. Çelebi maalesef ocağın altında galmış. Çelebi, ocağın en derin kısmına enmiş ve sarsıntı sırasında üst tabaka tam üstüne çokmüş. Adımını atmıya fırsat bulamamış garibim!”
Hasan Ağa uzun süren konuşmasını bitirir. Yusuf çok duygulanır ve üzülür. Dudakları titreyerek konuşur:
-Yiğitti Çelebi, ağa!..
-Yiğitti, ya! Allah imânından ayırmasın!
-Âmin! Allah rahmet eylesin!
-Allah gettiği yerden utandırmasın!
-Âmin! Çok eyi adamdı, ana!
-Allah, onun ömrünü çocuklarına versin!
-Âmin, ana!
Yusuf, babası ve anasının, Çelebi’nin arkasından dua etmelerine ‘âmin’ diyerek katılır.
Köyün damlarının üzerindeki çorak toprak böyle eziyetli, bir o kadar da acıklı olaylar doğurmuştur. Çorak toprak maalesef iki can almış, ikisi de baba ile oğuldur. Bişekliler damların üzerindeki bu çorak toprağın uğruna sanki kurban vermişlerdir.
**
-Ağa! Gorüyon mu? Bah!..
-Neyi Yusuf?
-Havuz Emmimin gara gavakla selviye...
Hasan Ağa, Yusuf’un ne demek istediğini birden anlamaz. Yusuf’u kırmaz; bakar ağaçlara.
-He, ya! Havuz Emmin diktiydi onları.
-Ben, onu demiyom ağa. Nasıl sallanıyolar?.. Gış geliyo, ağa... Yel eyice esiyo... Nasıl sallıyo ağaçları? Bahsana ağa!..
-Ya, öyle! Gış geldi sayılı,r gaylin...
-Emmim goruyu mu kestirecamiş, ağa?..
-Kestirecek ya! Koylü bi seviniyo ki... Böyüdü meşeler. Devlet izin vermiş. ‘Gar, çamur olmadan kesek’ diyo koylü.
-Şu emmim var ya!.. Çocuğu gibi bahtı goruya, ağa!..
-Öyle Yusuf! Çocuğu gibi bahtı. Şimdik koylü de nasipleniyo, bah!
-Nerden kesecekler, ağa?
-Bizim tarlanın ordan başlıyacahlar...
-Bizim tarlanın çok faydası oldu. Daal mi ağa?
-Olmaz mı? Tarlanın için dedik, gorunun için dedik, davarın için dedik.. Hep gettik geldik, yohladık. Hep biz goruduk daha çok. Senin de çok hakkın var, oğlum...
Yusuf, babasının bu sözü üzerine duygulanır. Kısa bir süre sessiz kalır.
-Benim, ne hakkım var ki ağa? Emmim olmasa, biz bi şey yapamazdıh ağa!
-Hahlısın oğlum da...Sen olmasaydın, emmin ne yapardı ki?..
Ertesi gün hava biraz açar. Bir yaz günü, sanki Yusuf için, kaçamak yapmış gelmiştir. Rüzgâr, kavak ağaçlarını sallamıyor. Güneş tatlı tatlı gülümsüyor. Hasan Ağa dışarıda kağnı hazırlıyor. Fevzi yanında, babasına yardımcı olmaya çalışır. Yusuf gezintinin başında, bir minderin üstünde, arkasına yastık konmuş duvara yaslanarak seyreder. Bir deri, bir kemik kalmış durumda...Hiç kıpırdamadan bakar sadece. Yusuf meraklanır birden. Avludaki babasına ve kardeşine, kendini zorlayarak seslenir:
-Ne zaman gediyonuz ağa?
Hasan Ağa, Yusuf’u duymamıştır ama Fevzi duymuştur. Hemen karşılık verir Fevzi:
-İki gun sona kesilecamiş Yusuf Ağa!
-Bizden Çakmakla Adımış getsin, ağa!
-Öyle ederik Yusuf.
İki gün sonra koru kesilecektir. Koru ilk kez kesilecek. Bişeklinin bin bir zahmetle, çileyle baktığı ‘koru’ artık büyümüş, kocaman meşeler oluşmuş ve Bişekliye ‘yâr’ olmuştur. Yusuf gidemeyecektir ama öyle içten istemektedir ki... Baygın şekilde bakar ve sadece gülümser. Selvi ağacının dalı gibi ağırdan ağırdan başını sallar durur. Kendi kendine söylenir:
-Ahh! Hasta olmıyacadım... Bi gorseydim Soğotlü’yü...
Sanki bir günlüğüne saklanan rüzgâr görevine başlamış...Bu sefer de gülümseyen güneş saklanmış...Yusuf yorganın içinde üşümeye başlar.
-Üşüyom ağa! Bacahlarım üşüyo!..
Yusuf, bir gün sonra sonbahar gazeli gibi kurur yatağının içinde. Artık süt bile içemez sabahtan. Geçmez boğazından bir damla. İçtiği ağzından geri döner. Yavaşça başını yukarı kaldırır. Karşılık verirken gözlerini yummaya çalışır:
-Yoh, yoh...
Yusuf konuşmak için zorlar kendini. Başını yanlara yavaşça sallar:
-Getmiyo ana. Aşmıyo...
Zorlamaz anası. Diz çöker hemen baş ucuna. Hasan Ağa da baş ucunda Yusuf’un bir elini, elinin içine alır. Tutar öylece, bırakmaz. Kendi kendine okur. Kardeşleri hep gelmişler. Sessizce bekleşirler. Şaşkın şaşkın bakarlar...
Her evin avlusunda korudan odun getirmek için kağnılar hazırlanmıştır. Yusuf bir geceyi daha üşüyerek, bir şey yemeyerek, yarı baygın bir şekilde geçirir. Yine sabah olur, yine süt ve su verilmeye çalışılır. İstemez Yusuf. Bugün temelli yatağın içinde kalır. Başını bile doğrultamaz artık. Başı yastığın üzerinde kıpırdamadan, konuşmaya çalışır. Dışarıda güneş bir çıkıyor, bir saklanıyor. İçerde de Yusuf bir kelime konuşuyor, arkasından da bir süre dinleniyor.
Yusuf bir, iki yıl öncesine kadar amelelik etmiştir. Amelelik ettiğinde bile hastaydı. Ama önemsemiyordu Yusuf.
Yusuf, odanın ortasında yere serilmiş bir yatakta yatmaktadır. Artık yatağın içinden ne kalkar ne de doğrulur.
Canı soğuk bir su çeker. Hem de pınardan olsun ister. Dermansız, çatlamış, kurumuş dudaklarından heceler bile zor dökülür.
-Pınardan bi su içiyim...
Kardeşi Fevzi, hemen pınara gönderilir. Su gelir ama içmez Yusuf. Ağzına götürürler tas ile, gene içmez. Sadece değdirirler suyu. Dudaklarına yavaş yavaş çalarlar. Suyu kâh elleriyle, kâh bir bez ile ağzına akıtırlar. Dudaklarına sadece sürerler. Annesi, babaannesi, eşi, kız kardeşleri, başka kadınlar yanından ayrılmazlar.
Amcası Musa, ameliyattan sonra köyden hiç ayrılmaz. Şehre bile gidip gelmez. Doktorlar, Yusuf’un çok yaşayamayacağını kendisine bizzat söylemişlerdir. Hele o iki hafta, Yusuf’un yatağa düştüğü günlerde Musa, avludan dışarı bile çıkmak istemez. Bu durum onu kahreder, bitirir. Musa, ağlar durmadan.
Yusuf ağlıyor. Gözleri sadece nemli, yaş bile kalmamış. Ağlarken bile konuşmaya çalışıyor. Hasan Ağa ve Rabia Hanım, kulaklarını iyice Yusuf’un ağzına yanaştırıyorlar. Yusuf’un son sözleri Hasan Ağa ile Rabia Hanım’ı bitirir, mahveder temelli. Bir ara Hasan Ağa aniden ayağa kalkar. Pencerenin perdesini çeker. Herkes şaşırır. Hasan Ağa ağlayarak çeker perdeyi. Hem ağlar, hem söylenir Hasan Ağa:
-Yusuf’um, ‘Kapat perdeyi Ağa. Seni gotürmeye geldik, diyolar.’ diyo Yusuf’um!
Çok geçmez bu sefer Yusuf başka bir şey konuşur. Hasan Ağa gene ağlayarak kalkar, perdeyi açar ve gene söylenir:
-‘Çok garanlıh oldu! Işığı yahın! Ben çok gorhuyom ağa!..’ diyo Yusuf’um.
Bişek Köyünde koruya gitme telaşı başlamış. Yusuf’un amcası Musa, bu sırada köyün içindedir. Hemen haber salınır. Çünkü Yusuf, ‘emmisini’ istemiştir. Yusuf, amcasının gelmesini beklemeden babasına konuşmaya devam eder.
Yusuf, babası Hasan Ağaya ve annesi Rabia Hanım’a son kez konuşur. Yusuf, amcasından konuşurken son nefesini verir. İşte o an bir feryat kopar. Rabia Hanım öyle bir vurur ki döşüne, öyle bir seslenir ki... Birbirini kovalar feryatlar!
-Yusuf’um! Ben ölüyüm senin yerine, Yusuf’um!..
Hemen üstüne kapanır Rabia Hanım ile Hasan Ağa. Arkasından başkaları...
Yusuf, canı gibi sevdiği amcasına son kez bakamamış, konuşamamış ama babasına, ‘amcasını çok sevdiğini ve ona isteklerini’ aktarmıştır.
Yusuf’un hastalığı ülserden kansere çevirmiştir. Bişek Köyünün ilk koru kesiminde, gençliğinin ilkbaharında, ömrünün sonbaharını, yine bir sonbaharda ve otuz bir yaşında bırakıp gitti KaraYusuf.
Öldüğünde Eşref Emmi çok üzülür.
-‘Bütün Kafaal ölseydi de, Gara Yusuf’um ölmeseydi!..’
EKREM GÜRER
-S O N-