Oyuncak Bebek
Kızın saçları beyaz yastığın üzerine dantel gibi dağılmıştı. Gözlerini saran mor halkaların arasından uzanan siyah uzun kirpikler solgun benzine bir vaha güzelliği veriyordu. Geceleri bastıran hummanın sabiyi iki gündür azat etmiş olmasından ötürü evde buruk bir sevinç hâkimdi.
Babası erkenden uyanıp, çocuğun uykusunu bölmemek için sessizce elbiselerini giyindi. Karısı da günlerdir uyumuyordu. Zavallı kadın neredeyse bir haftadır kızının başında onun iniltilerinden duyduğu acıyla kıvranıp durmuştu. Adam her ikisinin de bu huzurlu uykusuna mani olmak niyetinde değildi. Gece boyunca dua etmiş, birkaç günlüğüne de olsa bir iş bulabilme kalkmıştı yatağından. Gazete kâğıdına sardığı iş elbiselerini bir poşete koyduktan sonra kızının yatağına yaklaştı. Sarı saçlarını okşamak için elini uzattı ancak dokunamadan geri çekti. Yatmadan evvel kızının billur sesini duyma saadetine erişen adam onun arzusunu sağlayamama endişesi içindeydi. Kendisinin saçları gibi altın renginde, gözleri kahverengi, kırmızı giysili bir bebek istemişti kızcağız babasından. Bu arzu babaya yüklenen ağır bir yüktü. Zira haftalardır cebinde melik bile yoktu. Sabah ümitle gidip akşam yeisle döndüğü amele pazarında işsiz sayısı gün geçtikçe artıyordu. Dua ederek çıktı kapıdan. Yüzündeki çizgileri andıran sokağı bin bir düşüncenin ablukasında aşıp, amele pazarına uzanan caddeye koyuldu. Kızının masum yüzünü sarı saçlı bir bebeğin yüzüne yerleştirmişti zihninde.
Sabah
“Gözlerim şu deniz kadar enginleşiyor sana baktığım zaman. Neden korkulara teslim edeyim ki bu güzelliği. Belki, kavuşmak çok da mühim değildir uzakta seni sevdiğini bildiğin birisi varsa.”
“Bu mazlum sevgilerin de elbette bir vuslatı olacak kelebek. Unutma ki sen olmadığın zaman da ben bu vuslatın duacısı olacağım.”
“Ayrılmadan ayrılık acısı çeken biz miyiz acaba dünyada sadece. Kötü düşünmek kötülük getirir diye korkuyorum Mehmet.”
Nurhan yüzünde içli bir tebessümle durakladı. O kasvetli havayı dağıtma için, muzip bir şekle bürüyerek ses tonunu konuştu.
“Bana oyuncak bir bebek alır mısın?”
Mehmet böyle bir isteğe nasıl cevap vereceğini bilmiyordu. O an gelecek yeni bahar gibi aydınlık ve mutlu bir hal aldı zihninde.
“Bebek…Şey … Tabi alırım.”
Bunu söylerken oyuncak bebeği şekillendiriyordu zihninde. Nasıl bir bebek olmasını sormuyordu. Zira biliyordu ki Nurhan, kendisinin ona münasip, arzusuna uygun bir bebek tahayyül edeceğinden emindi.
Ertesi Gün
Mehmet sabah erkenden bir oyuncakçı dükkanının önünde buldu kendini. Vakit yaklaşmıştı. Ayrılık yanlışların peşinden koşuyordu. Acaba aşk mıydı yanlışları ayrılığa yol yapan. Aşkın aşk olması için mi ayrılık vardı. Kendisine kelepçelediği bir kalbin çırpınışlarına mı, yoksa kalbini kelepçeleyen aşkın sesine mi kulak vermeliydi. Vitrinden oyuncak bebeklere bakarken vicdanın bıçağı bakışlarını parçalıyordu.
Henüz dükkan açılmamıştı. Caddedeki insan seline karışıp istikametsizce, aşkın ayrılığın ve hatanın olmadığı bir hayata girmeyi arzuladı. Doğru, aklın mı duyguların mı çocuğuydu bilmiyordu. Hayatın kalplere bile sınır çizdiği, insanın saadeti benzerlikte aradığı, umudun hakikatlerden cevaz aldığı yerde çaresizliğin hâkim olması tabii idi. Ayrılık da bu güçle vardı zaten. Ancak yanlış insana hastı. Yanlış yaptığını biliyordu ama bir yanlış daha yapıp kırılan kalbine eş kılmak daha da büyük yanlıştı. O yüzden izin vermişti ayrılığın hanesine girmesine.
Ya Nurhan? Onun hiçbir şeyden haberi yoktu. Babasının arzusunu yerine getirmek için üzdüğü adama yeni bir ümit aşılamanın külfetini bildiği halde kalbini bu arzudan geri koyamamıştı. Ölene kadar yalnız kalma pahasına, yalnızca kuru bir bakışa bile rıza gösterecek kadar kalbine yenilmişti. Bilseydi Mehmet’in nişanlandığını belki de daha dirayetli davranabilecekti. Aylar sonra yeniden sesini duyduğu maşukuna gözlerini teslim etmişti. Mehmet ise hicranla beklediği o gözlerin ışığıyla aydınlanmanın verdiği hazla geleceği ana harcamayı göze almıştı.
Birkaç gün sonra düğün olacak ve kalbini oyuncak bebeğin içine bırakıp gidecekti. O yüzden sabırsızca oyuncakçının gelmesini bekliyordu. Nihayet dükkân açıldı. Sarı saçlı, kahverengi gözlü, kırmızı giysili bir bebek duruyordu rafta. Bakışları o denli parlaktı ki, gerçek bir bakıştan yalnızca hareketi eksikti. Bebeğin gözlerine baktığı zaman, belki gerçekten belki de bunu çok istediği için- ona kendini yükleyiverdi. Pakete sarılmasına izin vermedi. Kucağına aldı ve evine döndü.
Ertesi gün anlaştıkları parkta buluştu iki aşık. Yaşlı bir incir ağacının altına oturdular. Mehmet bebeği uzattı. Yüzünde buruk bir tebessüm vardı. Nurhan ise belki bir daha asla göremeyeceği maşukunun elinden tutup teşekkür etti. Bebeğin sarı saçlarını okşarken Mehmet biraz uzaklaşmıştı. Ayrılık sesleniyordu vaktin dolduğunu.
O an zihninden o büyük itirafı yapmak istiyordu ama kalbi ve Nurhan’ın bakışları buna izin vermiyordu. Defalarca diline getirdi şu cümleleri: “Baban bizi ayırdığı zaman senden uzaklaşmanın imkansızlığı içinde kıvranıyordum. Fakat seni seven iki insandan sana daha yakın olanın incinmesine sebep olmaman için kalbimi sende bırakıp kadavrayı alıp gitmek istedim. Bu bir aşık için kahramanlık olabilirdi. Sevmenin feda etmekte gizli olduğunu düşündüm. Gerçekten sevmek, sevdiği için sevdiğini bile terk edebilmekti. Yeniden kalbini yormamanın tek yolu ayaklarıma zincir vurmaktı. Başka bir kalple kilitlemekti umutlarımı. O yüzden nişanlandım. Üç gün sonra düğünüm olacak.”
Daha fazla dayanamayacağını bildiği için bir bahane uydurup ayrıldı Nurhan’ın yanından.
Akşam
Yorgun yalnızlığını kanepenin bir köşesine uzanıp sarı saçlı bebeğinin boncuk gözlerine bakarak atmaya çalışıyordu Nurhan. Onda Mehmet’inden bir emare vardı sanki. Görme arzusunu dinginleştiren gizemli bir canlılıkla bakıyordu bebek. Bebekle konuşmaya başladı:
“Sen ne kadar uzaksan da bana yakınsın. İşte dokunuyorum sana. Senin saçların gibi tıpkı. Ah bir de elini uzatabilseydin. Nazlarıma tebessümle karşılık verebilseydin. Kim bilir belki bir gün üçümüz bir arada oluruz. Belki o zaman dışarısı bu kadar karanlık, bu oda bu denli sessiz olmaz.”
Telefon sesi hayallerini böldü. Bu kez sanki ağlıyordu telefon. Her zamankinden daha içli çalıyordu. Cevap verdi.
Karşıdan bir kadın sesi geliyordu. Kadın konuştukça doğru ve yanlış, güven ve ihanet, şaka ve ciddiyet, sevgi ve nefret zihninde kulaç atıyordu. Kadın konuştukça geçmişe dair bütün sevinçler, geleceğe dair umutlar, ana dair gerçekler bir meydanda amansızca savaşıyordu. Kadın konuştukça Nurhan ölüyordu.
“Mehmet’le üç gün sonra düğünümüz var. Aylardır nişanlıyız…” diyordu kadın. Kadının kim olduğu önemli değildi. Kadındı, bir kadın… Kadın sustu. İnsan yaşamak istemediği bir anın kabus olmasını ister ya işte öyleydi Nurhan o an. O kabustan uyandıracak bir ses bekliyordu. Ses yoktu. Bebek umutsuzca saçlarını okşayacak eli bekliyordu. O el ise tutuşmuştu.
Son kez ama nefretle baktı bebeğin yüzüne Nurhan. Sanki yaşadığı her şeyin müsebbibi bebekmiş gibi hışımla saçlarından tutup bir çöp poşetine koydu. Mehmet’i hatırlatacak ne varsa aynı poşete doldurdu. Şuursuzca dışarı çıkıp istikametsizce yürüdü. Tenha bir sokağa daldı ürpermeden. Kuru bir ağacın altına savurdu poşeti. Ağaca çarpan poşetin ağzı açılınca bebek sokak ortasına düştü. Sonra karanlığın içinde kayboldu. Kim bilir nereye gitti?
Gece
Akşama kadar adamın yanına yaklaşan bile olmamıştı. Ümitle gittiği amele pazarı yine vefasız çıkmıştı. Hasta kızına o sarı saçlı, kahverengi gözlü, kırmızı elbiseli bebeği alamamanın verdiği ızdırapla şehrin yüzünü andıran sokaklarına dalmıştı. Şimdi zamanın geçmesini ve eve gitmeden kızının uyumuş olmasını istiyordu. Kızcağızın ümidini kırmadan ertelemiş olacaktı böylece.
Gece, çiseleyen yağmurun altında saatlerce dolaştı. Metruk yapıların bulunduğu Arnavut kaldırımlı sokağa daldı. Karanlık bu sokakta daha da sertleşiyordu. Ayağı bir tümseğe takıldı. Sendeleyip halsiz bedenini yere bıraktığı an yumuşak bir şeyin eline dokunduğunu hissetti. Ayağa kalkarken henüz ne olduğunu anlayamadığı o şeyi de bırakmadı. Ayın baygın aydınlığına doğru kaldırdığı şeyin fark ettiği an, onu o an bundan daha fazla sevindirecek bir şey olamazdı dünyada. Mahcup olmayacaktı. Uykuda da olsa uyandırıp, sıcak bir gülücükle kızına uzatacaktı artık sarı saçlı bebeği. Bu Allah’ın lütfundan başka bir şey olamazdı. Gece yarısına kadar beklediği amele pazarından daha vefakar çıkan şu karanlık sokağa uzanıp minnettarlığını gözyaşlarıyla belirtmek istiyordu. Artık oyalanmasına gerek yoktu. Sarı saçlı, kahverengi gözlü, kırmızı elbiseli o bebek elindeydi şimdi. Hızlı adımlarla evin yolunu tuttu. Hem şükrediyor hem bebeğe bakıyordu.
Evinin önündeki sokak lambasının aydınlığına doğru kaldırdı bebeği. Eski görünmüyordu ama eski olsa da izah edecek bir bahane tasarlamayı düşünüyordu. Kapıyı anahtarıyla açıp içeri girdi. Küçük kız uyanıktı. Annesinin önüne koyduğu bez bebeklerle oyalanıyordu. Babasını görünce o cılız bedeni birden canlandı. Teklifsizce sarıldı babasının elindeki bebeğe. Sanki bütün hastalığı o bebeğin parlak gözlerinde eriyip gitmişti. Hoplayıp zıplıyordu. Sarılıp sevgiyle iç çekiyordu. Annesi ve babası bir birine bakıp tebessüm etti.
Uzakta iki kalp vardı hüzün ve keder dolu. İki kalbin hüznünde büyüyen aşk ise iki kalbi güldürüyordu şimdi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.