- 1066 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
YAĞMUR
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
YAĞMUR
Çarşı Camii imamının her gün iki gazete alması, büfecinin ilgisine mazhar olmuştu.
“İmam ve her gün iki gazete, üstelik biri de sol neşriyat. Bunda bir iş var ama ne? Bu işin sırrını mutlaka öğrenmeliyim.” diyordu kendi kendine.
Her sabah aklındaki soruyu imama sormak isterken ya bir müşteri geliyor, ya da sormaya cesaret edemiyor, soru ertesi sabaha kalıyordu. Bu sabah da yine aynısı oldu. Hâlbuki o kadar da hazırlık yapmıştı, üstelik başka müşteri de yoktu, sanki dili tutulmuştu. Gazeteleri verdi, arkasından öylece baka kaldı. İmam büfeden ayrılıp gittikten sonra:
“Yine soramadın be Celal. Yine kaçırdın adamı”, dedi. Öfkesinden önündeki tezgâhı yumrukladı.
Ha bugün, ha yarın derken aradan iki hafta geçti. Meraktan çatlamak üzere olan büfeci, müşterinin olmadığı bir sabah imamın geldiğini uzaktan gördü. Aklındaki soruyu sormak için tüm hazırlığını yaptı. Gazeteleri katlayıp hazırladı. İmam daha büfenin önüne gelmeden bütün şirinliğini yüzünde toplayarak:
— Hoş geldiniz hocam, gününüz aydın olsun, dedi.zoraki bir gülümsemeyle.
İmam, daha samimi bir ifadeyle mukabelede bulundu.
—Hoş bulduk, hayırlı sabahlar, diye karşılık verdi.
Büfeci, ilk engeli aşmanın rahatlığı ile atağa geçti.
–Merakımı mazur görün hocam. Gazetelerinizi vermeden önce size bir soru sorabilir miyim?
– Zor olmamak kaydıyla sorabilirsiniz.
Büfeci, bu espri ile birlikte biraz daha cesaretlendi:
– Siz şu camide imamsınız değil mi?
—Kolay bir soruymuş, evet, dedi imam.
Bu cevaba ikisi de güldü. Büfeci, sorunun arada kaynamasını istemiyordu.
—Sorum o değildi. Bu gazeteleri kendinize mi alıyorsunuz, yoksa sipariş mi?
Müslim Hoca, cebinden gazete parasını çıkarırken büfecinin soru sorma kastını çözmeye çalışıyordu. Şahinin avına odaklanması gibi, yeşil gözlerini büfecinin gözlerine dikti. Büfeci, bu etkili bakışlara fazla karşı koyamadı, gözlerini kaçırmak zorunda kaldı.
—Bayağı zor bir soruymuş. Niye sordun ki?
—Her gün iki gazete almanızı merak ettim de…
—Kâinat zemininde yaşıyorsak günlük olaylardan haberdar olmak gerek, öyle değil mi?
—Haklısınız da, imam maaşıyla her gün iki gazete, dedi fısıltılı bir sesle.
İmam, büfeciyi uzun uzun süzdükten sonra:
—Bütün mesele bu mu?
Büfeci, uzamış sakalları ile dudağına kadar inen bıyıklarının altından sararmış dişleriyle gülümsemeye çalışarak;
—Mazur görün hocam, asıl maksadım müşterilerimin kim olduğunu tanımak.
—Bu o kadar önemli mi peki?
—Önemli olmaz mı? Kim kimdir, kim kimin nesidir, kim ne iş yapar, mutlaka öğrenmeliyim. Yoksa benim hafiyeliğin ne önemi kalır.
—Sen hafiye misin?
—Tanıyanlar öyle der.
—Madem hafiye imişsin. Kendimi tanıtayım da sonradan yanlış anlamanın kurbanı olmayayım. Adım Müslim Karlıdağ, Trabzonluyum. Şu yanı başındaki caminin imamı ve hatibiyim.
—Memnun oldum hocam, ben de Celal Sağır, Edirneliyim. Gördüğün gibi büfe çalıştırıyorum, dedi.
—Eh, madem tanıştık. Gelelim senin sorunun cevabına. Haklısın, İstanbul gibi bir yerde memur maaşıyla her gün iki gazete almak çok zor, hatta imkânsız.
Bu cümlenin sonunda gizli bir şey söyleyecekmiş gibi etrafı kolladıktan sonra kafasını büfenin içine soktu. Fısıltılı bir sesle;
—Başka işlerle de uğraşıyorum ben, dedi.
Büfeci, bu söz üzere iyice meraklandı. O da imama yaklaştı:
—Ne gibi işler, mahsuru yoksa öğrenebilir miyim?
İmam, soruya karşılık etrafı yeniden kontrol ettikten sonra kafasını camdan içeri sokarak büfecinin kulağına iyice yaklaştı.
—Biraz tehlikeli ama parası bol bir iş. İstersen sana da bir iş ayarlayabilirim. .
Büfeci, cevapla birlikte ani bir refleksle kendini geri çekti.
—Yok, istemem, kalsın, dedi.
İmam, fısıltılı konuşmasına devam ederek:
—Neden, çok kazanıp rahat yaşamak istemez misin?
—İsterim ama benim karanlık işlerle işim olmaz. Bana göre bir iş değil, deyip kestirip attı.
— Daha işi söylemedim ki.
— Söylemene gerek yok, ben anladım,
—Yoksa korkuyor musun?
—Ben mi? dedi, sandalyesinde geri yaslanarak. Ben kimseden korkmam.
—Eee öyleyse?
—Boş ver, bana göre bir iş değil dedim ya.
İmam, kafasını büfenin dışarısına çıkardı. Biraz önce bürünmüş olduğu esrarengiz havadan sıyrılarak:
—Bana göre de bir iş değil, dedi.
Büfeci, bir din adamının böyle bir iş yapmasına çok kızmıştı. Bunu belli etmek için yüzüne sert bir ifade kondurdu.
—Neden yapıyorsun öyleyse?
İmam, Celal’in yüzündeki ifadeye baktıkça gülmemek için dudaklarını ısırıyordu. Ne kadar ısırdıysa da ciddiyetini daha fazla devam ettiremedi, patlayıverdi. Gülerken kar gibi beyaz dişleri Celal’in dikkatini celp etmişti. Şimdiye kadar bu kadar beyaz dişler görmemişti.
—Yok be Celal kardeş, dedi. Gülmesine engel olmaya çalışarak. Espri olsun diye söyledim. Bir din adamının karanlık, kanun dışı işlerle ne ilgisi olur?
—Bilmem, bana da biraz garip gelmişti ya…
İmam, gülümsemesine davam ederek:
—Senden hafiye olmaz arkadaş.
— Neden?
—Nedeni var mı? İşin aslını feslini öğrenmek için önüm sıra gidip yem dökeceğin yerde, pat diye tavrını koydun ortaya. Sen hafiyelik konusunda kitap okumadığın gibi, film bile izlememişsin.
— Yok be hocam, dedi. Oturduğu sandalyeye kaykılarak. Benimki öyle bir hafiyelik değil. Biraz fazla meraklı olduğum için dostların yakıştırmış olduğu bir sıfat. Hafiyelik kim, biz kim?
—Belli oluyor zaten. Madem bu kadar meraklısın, İşin aslını anlatayım da merakını gidermiş olayım. İstanbul’da bulunmamın asıl nedeni ailem. Babam Zeytinburnu’nda Arçelik bayiliği yapıyor. Ben de arta kalan zamanımda onun muhasebe ve banka işlerine bakıyorum. Yoksa imam maaşıyla İstanbul gibi bir yerde bırak gazete okumayı, ayakta kalmak bile bir mucize.
Celal, imamın her şeyini öğrenmekte kararlıydı.
— Bağışla beni hocam, bir soru daha sorabilir miyim? Onun sor demesine fırsat vermeden hazırlamış olduğu gazeteleri eline aldı. Şu gazeteyi anladım da şu solcu gazeteye bir anlam veremedim.
İmam, büfecinin elindeki gazeteye bakarak:
— Niye, sakıncalı mı?
—Hayır, sakıncalı değil de… Siz imamsınız, sol bir gazete, fikrinize ters değil mi?
— İmamların farklı görüşlere kapalı mı olması gerek?
—Bilmem, din adamları sol yayınları okumaz derlerde…
Müslim Hoca, büfeciyi yanlış saplantılardan kurtarmak için bir açıklama yapma gereği hissetti:
—Bak Celal kardeş, bu anlatılanların hepsi, ama hepsi, bizleri bölüp parçalamak için bir oyun, bir senaryo. Dış güçler ve içimizdeki gafiller el ele verip birlik olmuşlar; aman okumasınlar, aman okuyup birbirini anlamasınlar, aman anlaşıp da bir araya gelmesinler diye içimize fitne tohumları ektiler, ekmeye de devam ediyorlar. Maalesef bizler de o tohumları yeşertmek için aptalca sulamaya devam ediyoruz. Söyler misin bana, karanlık olmasaydı, aydınlığın aydınlık olduğunu nerden bilecektik? Çirkin olmasa güzelliğin nasıl farkına varacaktık? Her şey zıddı ile kaimdir. İlmin sağı solu, ilerisi gerisi olmaz. Bak dünya teknoloji alanında yarış ederken, biz hala ikilik peşinde koşuyoruz. Bu sence akıllı bir davranış mı?
Büfeci, bu açıklamaya ne cevap vereceğini kestiremedi. Zaten ne ilmi, ne de dini bir bilgiye sahipti. Gazete satardı ama okumazdı. Onun beyni ile bir sorunu yoktu. Tek derdi midesi ve uçkuruydu. Akşama kadar iki üç şişe bira içer, yarı ayık, yarı sarhoş akşam eder, akşam eve gitmeden meyhaneye takılır, oradan son yükünü alarak evin yolunu tutardı.
* * *
Gazete muhabbetinden sonra, bu iki zıt kutup arasında inanılmaz bir yakınlık başladı. İmamın büfe ziyaretleri, gazete alımı dışında da devam eder oldu. Büfeci, imama saygıda kusur etmiyor; İmam da içkiden başka bir şey düşünmeyen bu adama fırsat buldukça insan olmanın sorumluluklarını anlatmaya çalışıyordu.
Bir ikindi namazından sonra imam büfeye uğramak istedi. Celal, her zamanki gibi öğle sonu, içki mesaisine başlamıştı. İmama duyduğu saygıdan dolayı onun yanında içmezdi. İmam, ters taraftan geldiği için gelişini görmemişti. Şişe tam ağzındayken imamla göz göze geldiler. Celal, hemen şişeyi saklayıp, ağzını kolu ile silmeye çalıştı. İmam, onu utandırmamak için yüzüne bakmadan;
—Benden çekinmene gerek yok Celal kardeş, diyerek içeri girdi.
Çay demlenmişti, kendine çay doldurdu.
—Ben çayımı içeyim, sen de biranı yudumla. O yasağı koyan yaratıcıdan çekinmiyorsan, benden çekinmene gerek yok, keyfine bak, dedi.
Büfeci kulaklarına kadar kızarmıştı. Birayı olduğu yerde bırakıp, o da bir çay doldurdu ama hiç konuşmadılar.
* * *
Büfeci ile imam arasındaki ilişki, zaman ilerledikçe cemaat arasında dedikodulara neden olmaya başladı.
“Yahu bizim imamın bu ayyaşın yanında ne işi var?
“ Sorma, hiç oradan çıkmıyor?”
“Yoksa o da mı demleniyor?”
“Yok canım, olur mu öyle şey. ”
“İçmese ayyaşın yanında ne arasın?”
“Bu durumu müftüye iletelim derim ben.”
“Sarhoşun peşinde namaz kılınmaz.”
Bilgisi ve yaşantısı ile cemaat içerisinde saygın biri olan Hacı Hakkı Efendi, cemaatin konuşmalarına daha fazla kayıtsız kalamadı:
—Yapmayın efendiler, gözünüzle görmediğiniz bir şey hakkında hüküm vermek Müslüman’a yakışmaz. Bu bir suizandır, diyerek ortamı yatıştırmaya çalıştı ama etkili olamadı. Dedikodu devam edip gitti.
Günler geçtikçe cemaat arasındaki konuşmalar mahalleye taştı. Cami, cemaat bilmeyenler bile bu meseleyi konuşur oldular. Cemaatin ve mahallelinin imama karşı bakışları değişti. Cemaatte azalmalar oldu. İmam, ortalıkta bir şeylerin döndüğünü seziyordu ama nedenini çözememişti.
Bir öğle namazı vakti yağmur başlamıştı. Yağmur kısa sürede öyle şiddetlendi ki, sanki gök kubbe delinmiş, su boşalmıştı. Camiye gelen az sayıdaki cemaat, namaz sonrası şiddetli yağmura rağmen kısa zamanda dağıldı. İmam, cami kapısında tek başına kalıverdi. Yağmurun dinmeye hiç niyeti yoktu. Cemaatin yangından kaçar gibi gitmesine de bir anlam verememişti. Canı sıkılmıştı, ceketini kafasına geçirip, koşarak büfeye girdi. Deli gibi yağan yağmur, elli metrelik yolda imamı iyice ıslatmıştı. Büfeci imamı ıslanmış olarak görünce:
—Bu ne hal hocam, çok ıslanmışsın. Gömleğini çıkarda şu hırkayı giy. Yoksa hasta olursun, dedi. Asılı duran hırkasını ona uzattı.
İmam, hiç itiraz etmeden denileni yaptı. Gömleği çıkarıp hırkayı giyindi. Büfeciye teşekkür etti.
—Müthiş bir yağmur hocam, yarım saat devam ederse İstanbul’u sel basar.
—Sorma Celal kardeş, dedi gömleğini çıkarırken; “Denizden alıp geri boşaltıyor.”
—Yok canım, daha neler!
İmam, gömleğini sandalyenin arkasına asarken, Celal’e de laf yetiştiriyordu.
—Öyle öyle, yoksa bu kadar su nerede saklanır?
—Olur mu hocam, yağmur buluttan yağar, denizin suyu ile ne alakası var?
—Yok yok, bu kadar su bulutta saklanamaz, diye itiraz etti imam.
—Hocam, cahilce konuşma. Yağmurun bir oluş hadisesi var, diyerek bilgelik tasladı.
—Nasıl oluyormuş bu hadise, bana da anlatsana. Ben şuradan çayları doldurayım, sen de şu meseleyi anlat.
İmam, çayları doldurdu, servis yaptı. Yağmur olanca hızıyla devam ediyordu.
Celal, öğretmen edasıyla imama döndü. Büfenin camını da indirdi:
—Hocam, bana ders veriyor deme de, okulda öğrendiğim kadarıyla güneşin yeryüzünü ısıtmasıyla birlikte denizler, göller, ırmaklar buharlaşıyor. Bu buharlar gökyüzünde birleşerek bulutları oluşturuyor. Bulutlar gökyüzünde gezerken soğuk bir hava tabakası ile karşılaşınca yağmur, kar, dolu olarak yeryüzüne geri dönüyor.
—Demek böyle oluyor, dedi imam. Peki, Celal kardeş, söyler misin bana, gökyüzünde hiçbir leke yokken o buhar zerrecikleri nasıl bulut olup da ortaya çıkıyor? Hadi bulut oldular diyelim, nasıl bir araya geliyorlar?
—Bunu bilmeyecek ne var hocam, rüzgârın etkisiyle.
—Rüzgârlar, yeryüzünde her şeyi darmadağın ederken, nasıl oluyor da gökyüzünde toplayıcılık görevi yapıyor?
Celal, bu soru karşısında durakladı. Ortaokuldaki coğrafya bilgilerini hatırlamaya çalıştı. Bir sonuca varamayınca:
—Bu bir tabiat kanunu, hocam, deyip kestirip attı.
İmam Celal’i kırmak, rencide etmek istemiyordu.
—Diyelim ki bu bir tabiat kanunu. Peki, kanunu yapıp ortaya koyan kim? Dünya yüzünde yüzseksen küsür ülke var. Her ülkenin kendine göre yasası, anayasası var. Bu yasaları o ülkenin ya meclisi, ya kralı yapıyor, halkı da o yasalara uyuyor. Uymayanlar da cezaya çarptırılıyor. Öyle mi?
—Öyle dedi Celal.
—Küçücük bir ülkenin bile kanun yapıcısı varsa, bu kâinatın bir kanun koyucusu olması gerekmez mi?
Celal böyle bir soruyu beklemiyordu. “Ne bileyim ben?” der gibi dudak büktü.
— Bak Celal kardeş, nasıl ki bu büfe seninse, neyin nerede olduğunu yalnız sen biliyorsan, bu kâinatın da bir sahibi var. Ben bu büfede olanların ancak göz önünde olanları görebiliyorum. Arkada, rafların arkasında, tezgâhın altında ne var, ben bilmiyorum. Ben ancak gördüğüm kadarını bilebiliyorum. İşte yağmurun oluşumu da senin dediğin gibi ama biz ancak o kadarını bilebiliyoruz. Sistemin öyle olmasını sağlayan kanun koyucusu olmasa sistem nasıl işleyecek? Çıkardığı gömleğin yaka cebinden naylon kap içerisinden küçük bir kitap çıkardı. Sayfaları çevirerek aradığı yeri buldu.
—Bak burayı iyi dinle Celal kardeş. Allah (c.c.) Lokman suresi 34. ayette diyor ki: “Yağmuru dilediği zaman dilediği yere istediği miktarda o yağdırır.” Nur suresi 42 ve 43. ayetlerde: “Bütün göklerin ve yerin mülkiyeti Allah’ındır, dönüş de yalnız Allah’adır. Görmedin mi ki, bulutları sürüklüyor; sonra bulutları birbirine sıkıştırıyor, sonra onu bir yığın haline getiriyor. İşte görüyorsun ki yağmur bunların arasından çıkıyor. Allah, gökte dağ halindeki birikintilerden dolu indiriyor da dilediği kimseye onunla musibet veriyor. Dilediğinden de onu bertaraf ediyor. Şimşeğin parıltısı nerde ise gözleri alacak.” Kitabı kapadı:
– Bu okuduklarım Allah’ın kelamı. O emretmedikçe hiçbir şey ne var olur, ne de yok olur. Biraz önce okuduğum mealdeki “Dağ halindeki bulutlar” diyordu ya.
– Evet, dedi Celal.
–Bazı bulut yığınları gerçekten dağ kütlesi kadar büyük. Metrolojiden; “Falan bölgeye, metre kareye 40 - 50 kg yağış düştü” diye duyuyoruz ya.
– Evet.
–Yağışlar, bazen yüzlerce hatta binlerce kilometre kare alana yağıyor. Bu kadar su kütlesini gözümüzün önüne getirelim. Dağ gibi olan bu kütle, yer çekimi kanunu ile Newton’un elması gibi pat diye yeryüzüne düşse, düştüğü yerde hiçbir canlı kalır mı? Ama düşmüyor. Yaratanın izniyle havada öyle asılı duruyor. İçindeki sular yağmur olarak yeryüzüne iniyor, inerken de hiçbir mahlûkata zarar vermiyor. Her bir canlıya ayrı bir rahmet oluyor. Hâlbuki 15 - 20 metre yüksekten düşen su damlaları, düştüğü yeri oyarak çukurlaştırıyor, hatta uzun süre devam eden damlalar, taşı bile delebiliyor. Sence bunda bir hikmet yok mu?
Celal, bu konuları ne duymuş, ne de okumuştu. Önceleri olsa şişeyi tepesine diker, “Bırak bunları paşam, güzel beynimizi böyle şeylerle yormayalım. İçelim, keyfimize bakalım” derdi.
Şimdi durum farklıydı. Yağmur olanca hızıyla devam ediyordu. Cadde ve sokaklar dere yatağına dönmüştü. Tek tük geçen arabalar sel sularını güçlükle yarıyordu. İmam, yağmura hasret kalmış toprak misali Celal’in de bilgiye hasret olduğunu anlamıştı. Bilgiye susamış bu adamı kırmadan, incitmeden aydınlatmak için konuları onun anlayacağı şekilde anlatmaya azami özeni gösteriyordu. Celal, hiçbir şeye itiraz etmeden onu dinliyordu. Bilgiler yağmur damlaları gibi iliklerine kadar işliyor; gönlünü sonsuz bir huzur kaplıyordu. Yağmur hep devam etsin, sohbet hiç kesilmesin istiyordu. Tabii ki bu imkânsızdı. Her şeyin bir zeval vakti vardı. Hava yükselmiş, bulutlar dağılmış, yağmur dinmişti. Havada asılı kalan su zerreciklerinden süzülen güneş ışınları o muhteşem tabloyu, gökkuşağını oluşturmuştu. Ağaçlar ve çiçekler banyodan çıkmış gelin misali güneşin ışınlarıyla birlikte gülümsüyorlardı. Kâinattaki her canlı, bu nimet için yaratana şükrediyor, Onu alkışlıyordu.
Havadaki fırtına dinmişti ama Celal’in gönlündeki fırtına daha yeni başlamıştı. Tek tük gelen müşteriler nedeniyle büfenin camı açılmış, gelen gidenler nedeniyle de sohbetin havası bozulmuştu. İmam da konunun dağılmasından rahatsız olmuştu. Sandalyenin arkasındaki gömleğini eline aldı; gömlek hala ıslaktı.
—Kazağını akşam namazına getiririm. İstersen konuya sonra devam ederiz, diyerek izin istedi.
—Tabi hocam. Kafam allak bullak oldu. Beni bu şekilde bırakamazsın. Eğer müsaitsen yatsı namazından çıkışta sahile gidelim.
—Ne o, beni azdırmaya mı karar verdin? diye takıldı.
Celal, kızardı:
—Yok hocam, ne haddime. Bir çay bahçesinde oturur, bu konuyu konuşuruz demiştim.
—Tamam, Celal’im. Sen istedikten sonra… Namaz çıkışı beni bekle, diyerek ayrıldı.
Celal, imamı ve müşterileri uğurladıktan sonra yalnız kalmıştı. Her zamanki alışkanlık üzere bira şişesini eline aldı. Tam kafasına dikecekti ki, sanki gizli bir güç bileğini yapışmış, geri çekiyordu. Elini geri indirdi. İmamın sözleri aklına geldi. Şişenin ağzını kapatıp, yanındaki çöp sepetine fırlatır gibi attı.
— Bırakacağım seni lanet, dedi öfke dolu bir ifadeyle.
Yağmur suyu tamamen çekilmiş, güneş güne veda emek üzereydi. Celal’in içi içine sığmıyordu.
“ Bu yağmur benim için yağdı” diyordu.
Yatsı namazı çıkışı imam büfeye uğradı. Celal da hazırlanmış onu bekliyordu. İmam gelir gelmez kapıyı kilitleyip yola çıktılar. Hemen aşağı köşede bir dolmuşa binerek Yenikapı sahiline indiler. Çay bahçesinin en dip köşesine oturdular. Sohbet bozulmasın diye semaver istediler. Semaver gelene kadar sağdan soldan, işten, ekonomiden bahsettiler. Semaver gelince imam konuya girdi. Allah(c.c)’ın Adem(a.s)’ı nasıl yarattığını, cennetten kovuluşunu kısaca anlattıktan sonra;
—Allah (c.c), bütün kavimlere kendisine iman etmeleri için peygamberler ve kitaplar gönderdi. En son olarak da; “Sen olmasaydın ben bu âlemleri yaratmazdım.” dediği âlemlere rahmet olarak Hz. Muhammed(s.a.s.)’i gönderdi. Kitap olarak da Kur’an-ı Kerim’i indirdi.
Allah (c.c), bütün dinlerde ibadeti şart koştuğu gibi, en son din olan Müslümanlıkta da ibadeti şart koşmuş. İbadetin başı namazdır. Namaz dinin direğidir. Allah(c.c), birçok ayette, “Namazınızı kılın, zekâtınızı verin.” diyor. Zekât, zengin olan içindir, ama namazın kaçışı yok. Müslüman ne şart altında olursa olsun namazını eda etmek zorundadır. Vaktinde kılamazsa da kaza etmelidir.
– Allah (c.c), kullarına, bana eş koşmayın, bana ibadet edin, emirlerimi yerine getirin, yasaklarıma uyun, ben de sizi cennetime koyayım, diyor. Eğer Allah(c.c.)’ın bizden istediklerini yapabilirsek, cennet bizi bekliyor Celal kardeş, dedi. İstedikleri de çok zor şeyler değil. Namaz için yirmi dört saatin sadece bir saati yetiyor. Üstelik ibadetlerin hepsi sağlığımız için.
Namaz için günde beş kere abdest alıyoruz. En çok kirlenen elimizi, yüzümüzü, ayaklarımızı yıkayıp temizliyoruz. Namaz kılarken eğilip doğrulup hareket ediyoruz. Yılda bir ay oruç tutarak vücudumuzu bakıma alıyoruz. Zekât, fitre, sadaka vererek birisine yardım etmenin mutluluğunu yaşıyoruz. Gördüğün gibi her şey bizim sağlığımız, mutluluğumuz için.
Celal, duymadığı, bilmediği konuları dinledikçe suya susamış çorak toprak gibi yaraları kapanıyor, yüzü halden hale dönüşüyordu. Vakit hayli ilerlemiş, masalar boşalmıştı. Onlar gibi iki genç de sahile yakın oturuyorlardı. Kalkmaya da niyetleri yok gibiydi. İmam, Celal’i daha fazla yormamak için:
–Bu günlük bu kadar Celal kardeş. Kalkalım artık, dedi. Eğer istersen başka zaman devam ederiz. İmanımızı güçlendirmek için neler yapmalıyız? Kul hakkı, anaya babaya itaat… Allah nasip ederse, bir dahaki ders bunları konuşuruz.
– Konuşalım hocam, her şeyi konuşalım. Ben bu güne kadar boşa yaşamışım. Bildiğin her şeyi bana anlatmanı istiyorum.
Müslim Hoca Celal’in sırtını sıvazlayarak:
– Anlatırım Celal kardeş, yeter ki sen iste.
Celal, kafasında bir sürü soruyla eve geldi. Her zaman olduğu gibi soyunup yatağa girdi. Yattı ama gözüne uyku girmiyordu. İmamın anlattıkları zihnini kemirip duruyordu. Kalkıp yatağında oturdu. Boşa geçen ömrünü düşündükçe gözleri doldu. Göz pınarlarında biriken damlalar yağmur suyu gibi yanaklarından aşağı süzülmeye başladı. Akıttığı gözyaşları sanki ruhunu yıkayıp arındırıyordu. Ellerini sema’ya açtı:
“Allah’ım! Çok günahkârım, affet beni. Sen merhametlilerin merhametlisi, yücelerin en yücesisin. Beni affet, günahlarımı bağışla. Ya Rab, sana yalvarıyorum. Hatalarımı düzelmek için bana bir fırsat ver. Ver ki hatalarımı düzelteyim. Ey doğruların yardımcısı Allah’ım. Ey günahlardan sakındıran Allah’ım, benim temizlenmeme, günahlardan arınmama yardımcı ol.
Kelimeler, ağzından sanki kendiliğinden çıkıyordu.
“Ziyan ettim Allah’ım, ben kendime yazık ettim. Bilemedim. Sana layık bir kul olamadım. Sen ne büyüksün Allah’ım! Onca hatama, günahıma rağmen bana sabrettin, beni günahlarımla baş başa bırakmadın. Beni kurtarmak için sevdiğin bir kulunu bana gönderdin. Kurtulmam için bana fırsat verdin. Şükürler olsun Allah’ım, şükürler olsun sana.”
Dua ettikçe kendisini Allah’a öyle yakın hissediyordu ki, gönlü çağlayan olmuş, coştukça coşuyordu. Takati kalmayana kadar ağladı ağladı. Dilinde hep aynı söz: “Affet Allah’ım, sen affedicisin, affetmeyi sevensin, beni de affet.”
Hıçkırıklar içerisindeyken ezan sesiyle irkildi. Sabah olmuştu. Pencereyi açtı. İçeriye hafif bir rüzgâr ve yoğun bir huzur doldu. Derin derin soludu temiz havayı. Ezan sesini dinledi. Hayatında ilk kez ezanın muhteşemliliğini fark etti.
“Allahü ekber!”
“Allahu ekber!”
Müezzinin söylediklerini O da tekrar ediyordu. Müezzinle birlikte ezanı bitirdi.
Ezanın bitiminde abdest almak için lavaboya koştu. Musluğu açtı. Lavabonun önünde öylece kalakaldı. Nasıl abdest alınacağını bilmiyordu. Ailesinde namaz kılan kimse yoktu. Abdest alanları görmüştü ama hiç dikkat etmemişti. Utanç bir yandan, pişmanlık bir yandan iyice kahroldu. Musluğu kapatıp sokağa fırladı. Ne yapacağını, nereye gideceğini bilmeden yürüyordu.
Cemaat, sabah namazını eda ederken son cemaat yerinde bir hıçkırık sesi duyuldu. Birisi için için ağlıyordu. Cemaat, selamdan sonra gayri ihtiyari arkaya baktı. O bölümde lamba yanmadığı, arada da duvar olduğu için kimse görünmüyordu. Tespih ve dua esnasında hıçkırıklar devam etti. Hoca duayı kısa tuttu.
İmam ve cemaat, dışarı çıkıp, lambayı yaktıklarında secdeye kapanmış birinin ağladığını gördüler. Bir süre onu izlediler. İmam yanına varıp başucuna dikildiği halde o hala secdede hıçkırıyordu. İmam kaldırmak için elini uzattı. Hacı Ömer Efendi yavaşça:
—Bırak hocam dokunma, o şimdi huzur-u ilahiye de, dedi.
Herkes o muhteşem manzaraya izliyordu. Birkaç dakika sonra secdedeki doğruldu. Gözyaşları yüzünü yıkamış gibiydi. Bu herkesin ayyaş bildiği büfeci Celal’di. İmam varıp yanına çömeldi. Elini omzuna attı, şefkat dolu bir nazarla yüzüne baktı. Celal, bu bakışın ne demek olduğunu çok iyi anlamıştı. Hıçkırıklar içerisinde imama öyle bir sarılış sarıldı ki, bu sarılış orada bulunanların yüreklerini burkmuştu. Hıçkırıklar arasında kısık bir sesle:
— Allah senden razı olsun hocam, bana doğru yolu gösterdin.
—Allah hepimizden razı olsun kardeşim. Allah, doğru yolu sana da hidayet kıldı, ne mutlu sana.
Müslim Hoca’nın da gözleri doldu. Ha ağladı, ha ağlayacaktı.
Cemaattekiler bu olaya hem sevindiler, hem şaşırdılar. Celal’in böyle bir dönüş yapmasını beklemiyorlardı. İmamdan kurtulacağız derken Celal’i kazanmışlardı. İmam, Celal’i ayağa kaldırdı.
— Hadi benim güzel kardeşim büfeye gidelim, diyerek koluna girdi.
Onlar önden, cemaat arkadan, beraberce camiden çıktılar. İmam, onlara evlerine gitmelerini işaret etti. İkisi büfeye geldi. İmam, çay suyunu koydu. Celal, yorgun ve bitkindi ama içi huzur doluydu.
— Hocam, dünkü yağmur gözümün önündeki perdeyi açtı. O yağmur sanki benim için yağdı. Kalbimin kirini pasını silip süpürdü. Hocam, senden rica ediyorum, dinimizin bütün vecibelerini bana öğret.
— Tabi benim güzel kardeşim. Sana dinimizle ilgili kitaplar getireceğim. Onları okuyup birlikte mütalaa edeceğiz. Sen eline bir ışık aldın, yeter ki o ışığı söndürme. Işığın yakıtının bilgi olduğunu unutma. Allah(c.c)’ın peygamber(s.a.v) efendimize ilk emri; “OKU” olmuştur. İlim, ancak okuyarak bulunur.
—Hocam, Allah senden razı olsun. Bana bu yolu sen gösterdin, ilerlememe de sen yardım edeceksin. Ne olur beni yalnız bırakma, derken sadece dili değil, gözleri de aynı cümleyi söylüyordu.
İmam, bir çocuk şefkatiyle Celal’in saçlarını okşadı.
— Allah izin verdiği sürece senin yanındayım, gönlünü ferah tut kardeşim.
Bu arada çay demlenmişti. Bisküvi ve krakerle çaylarını içtiler. İmam, öğle namazı çıkışında uğrarım diyerek gazetelerini alıp, ayrıldı.
Öğle namazı çıkışında herkes gittiği halde Hacı Ömer gitmemişti. İmam, çıkmak için avlu kapısına yönelmişken:
— Hocam, biraz konuşabilir miyiz?
— Buyur hacı amca, diyerek yanına geldi, oturdu.
— Bütün cemaat adına senden özür diliyorum.
— Estağfurullah hacı amca, özür dileyecek ne yaptınız ki?
Cebinden rulo halinde bir kâğıt çıkardı. Ruloyu açtı:
—Bak hocam, şu imzaları görüyor musun? Bu imzalar seni buradan sürmek için toplanmıştı.
—Ama neden, ben ne yaptım ki? Dedi hayret ifade eden bir yüz ifadesiyle.
Hacı Ömer, soruya cevap vermekte bir hayli zorlandı. Yüzünde mahcup bir ifadeyle, biraz da kekeleyerek;
—Senin sık sık büfeye gitmen, Celal’le beraber olman.
Cemaatin son zamanlardaki soğuk davranışlarının nedenini şimdi anlamıştı imam.
—Benim de onunla beraber içtiğimi, kafa çektiğimi düşündünüz öyle mi? diye sözü tamamladı.
—Evet, dedi Hacı Ömer, yutkundu. Öyle sanmıştık. Bugün de bu dilekçeyi müftüye verecektik. Biz, her şeye ön yargılı davranıp, etrafımızdaki değerleri görmezken, sen bizim cahilane düşüncemizin ötesinde çok büyük bir iş başardın. Bir kardeşimizi batakhaneden kurtardın. Gözleri doldu. Bizleri bağışla hocam, hakkını helal et, dedi. Elindeki kâğıdı yırtıp küçük parçalara ayırdı.
İmam, herkesin hata yapabileceğini, yalnız peşin hükümlü olmaktan kaçınmak gereğini söyleyerek Hacı Ömer’in gönlünü almaya çalıştı.
* * *
Celal, tezgâhın bir köşesine koyduğu bira şişelerinin yerine şimdi dini ve ilmi kitaplar koymuştu. Hemen her fırsatta birisini alıp okuyordu. Evinde de küçük bir kitaplık oluşturmuştu. Günlük gazetelerin haber nitelikli sütunları ile makale köşelerini okuyarak güncel olayları çok yakından takip edebiliyordu. Kendini bir hayli yetiştirmişti Artık Müslim Hocayı sadece dinlemiyor, onunla fikir telakkisinde bile bulunabiliyordu.
Yıllar geçmiş, Celal çok değişmişti. Saçı sakalı birbirine karışık, sararmış dişli Celal gitmiş, temiz ve bakımlı saçları, düzgün sakalı, bembeyaz dişleriyle herkese gülümseyen bir Celal gelmişti. Celal’in iç dünyasının güzelliği yüzüne de yansımıştı. Gören gözler, bu değişikliği rahatlıkla fark edebiliyordu.
Celal, sadece kendisini kurtarmakla kalmadı, bir zamanlar kendisi gibi tabiatperest, ayyaş arkadaşlarından bir kaçının da dönüş yapmasına vesile oldu. Eskiden saatlerce içki masasının başından kalkmayan bu arkadaşlar, şimdilerde kitap masalarının başında Allah’ın dinini öğrenmek ve öğretmek için harıl harıl kitap okumakla meşguller.
S O N
YORUMLAR
Salim Demir
Yağmura hasret tüm gönüllere hikaye tadında yağmış bu eser.Hocam çok hoştu.Zevkle okudum.Yolunu kaybedenler Celal gibi bir gün istikametini bulur inşallah.Kaleminiz daim olsun....
Salim Demir
Güne gelmeyi fazlasıyla hak eden bir çalışma, tebrikler.
Hiç bir şeyin nedenini araştırmadan, zahire bakarak hüküm vermenin yanlış olacağını açıklaması bakımından ibret verici bir öykü.
Paylaşım için teşekkürler, selam ve saygılarımla.
Salim Demir
Güne düşen Hikaye yazınızı yürekten kutlarım.
Özün özü Yunus der ki;
Elif, üstün, ötürü
Pazar eyledik götürü
Yaratılanı severim
Yaradandan ötürü...
Ne zaman ki Yunus gibi yaratılmışları Yaradandan ötürü karşılıksız, bir menfaat
beklemeden ve ön yargı ile yaklaşmadan sevebilirsek, o zaman önce insan
olmamızın hakkını vermiş olur sonra da Milletçe kardeş oluruz vesselam...