KARA YUSUF-XIV
........................
Hasan ile Arif, kafa kafaya verirler. Birbirlerini destekleyerek atıp tutarlar. Musa, bunların konuşmalarını gülümseyerek dinler. Bir süre sonra dayanamayıp karşılık verir:
-Olmaz Hasan Ağa, olmaz! Öyle şey olur mu hiç? Bu davar, mal... Bi kere senin daal, bu bir. İkincisi, bu hayvanlar bi emanet. Ağızsız, dilsiz... Bunlara kim bahacah? Yarin öğlene gadar geldiler, geldiler... Gelmediler biz gotürüp gendi arazilerine bırahırıh. Hele sabah olsun bahalım. Hadi yuharı çıhalım...
Hasan ve Arif birbirlerine bakışarak birlikte ahırdan çıkarlar. Arif, ta karşı taraftaki evine gitmek üzere müsaade ister.
-Arif Ağa, sabah goruya getme. Buraya gel de, şu meseleyi halladek biz.
-Tamam Kâyâ. Hadi eyi geceler size.
-Sana da eyi geceler Arif Ağa.
Hasan ile Musa da birbirlerine ‘iyi geceler’ dileyerek kendi evlerine çıkarlar.
Sabah olmuştur. Ama ilk kez muhtar Musa da erken kalkmamıştır. Saat beş, beş buçuk sıralarıdır. Sabah ezanının yeni okunduğu zamandır. Bu saatlerde aşağıdan erkek sesi gelir.
-Musa Kâ!, Musa Kâ!..
Musa, sesi duyar. Çünkü sesin geldiği yerin hemen üstündeki evde yatmaktadır. Kalkar, uzanır, pencereyi açar ve bakar.
-Kim o?
-Benim Musa Kâ! Veysel, Veysel. Misafir alman mı?..
Musa, bir an şaşırır. Bu, Derbent’in muhtarı Veysel’dir.
-Tamam. Hemen geliyom Vesel Kâ.
Veysel Kâyâ dışarıda, yanında iki kişiyle beklerken, Musa’da elbisesini giyer ve dışarı çıkar. Yanlarına varır. Musa, hepsine ‘hoş geldiniz’ diyerek karşılar. Sonra odaya götürür.
-Hele gel Vesel Kâ. Biz bize gonuşalım.
-Peki. Gidelim Musa Kâ.
Sokağın elli metre kadar ötesinde bulunan odasına giderler. İçerde iki muhtar karşılıklı konuşurlar.
-Musa Kâ, iki gozüm!.. Bah, sen nasıl üzüldüysen ben de, inan öyle üzüldüm. Sen nasıl hiddetlendiysen ben de senin gadar hiddetlendim, bizim soysuzlara! Aha bu, emmisi onların. Eliyle teslim etti cendermiye...
-Cenderme mi dedin?
-He, ya! Cenderme geldi bu gece. Vilâyetten geldi hem de. Savcı emir vermiş, ‘yakalayıp getirin’ demiş. Öyle dedi cenderme gumandanı. Şimdi iki gardaşı da şehre gotürdüler. Babası, anası ağlayıp duruyolardı. Ben de üstelik eyice gorhuttum onları. Dua edin de elin çocuğuna bi şey olmasın, dedim. Yosam halınız yaman olur; ben bile gurtaramam sizi, dedim. Aha emmisi, valla öyle yalvarıyolar ki, “Tek ne derlerse yapah” diyolar, başka bi şey demiyolar... Ha, bu arada çocuk nasıl Musa Kâ!..
Musa Kâyâ kısa bir an düşünür. Bu düşünme esnasında Veysel Kâyâ ve yanındakiler sessizliğe bürünürler; birbirlerine bakışırlar. Musa Kâyâ bir şaka yapmayı düşünür.
-Çocuğun durumu kritik Veysel Kâ! Doktorlar müşahede altında tutuyolar. Öldürmüye teşebbüs ettikleri hakkında rapor tuttular. Savcı, ‘Bunu yapanlar gatildir’ dedi. İşin peşini bırahmayacağını söyledi Vesel Kâ.
-Ya! Öyle mi? Yahu Musa Kâ çocuğa bi şey olmasın da...Tek bizim adam olmadıklar ömür boyu içerde yatsınlar.
Musa, baksa ki karşısındakiler başlarını önlerine eğmiş, mahcup durumdalar; dayanamayıp gülümser.
-Neyse Veysel Kâ, sabahın koründe bu gelişinin aslı ne? Senin başka bi derdin var gibi...
-He, Musa Kâ. Gelişimin nedeni bir daal. Biliyosun, biz eski dostuh... Gomşuyuh... Ahrabayıh... Bilirsin aynı evin içinde bile olmadıh gavga, gurültü olur. Biz böyükler olmasa bunların halı ne olur, bilirik. Gene bize düşen, pislikleri temizlemek. Aramızda halledemiyecamiz bi şey yoh. Allah beterinden gorusun Musa Kâ!..
-Amin!
-Önce senden ricam; heç suçu, günahı olmıyan hayvanları almıya geldim. İnan, sahiplerinin bu kimselerle yakından uzahtan heç elahası yoh. Öbür meseleye gelince, inşallah çocuğa bi şey olmaz! Olursa, inan ben de seninleyim hem de sonuna gadar. Yohsam böyütmiyek Musa Kâ. Zaten öyle gorhtular ki, serçeler gibi titriyolar. Cendermenin yanında, aha emmisi, yüzlerine tükürdüm. İt gibi pişmanlar valla. Gerisi senin böyüklüğüne galmış Musa Kâ...
Amcaları olan adam araya girer:
-Eline düştük Musa Kâ! Seni böyük adam bilirik! Hasta bi anaları, saf bi babaları var elleri kırılasıcaların!..
-Ben, siz gelseniz de, gelmeseniz de bu ağızsız, dilsiz hayvanları en geç öğlenden sona arazinize salacahtım arhadaş. O mesele ayrı, bu mesele ayrı Vesel Kâ. Bunları şimdi gonuşmıyalım Vesel Kâ! Ne söylesek şimdi yannış söylerik. Hele oturun. Ben gavaltı hazırlatıyım.
-Yoo, olmaz Musa Kâ.
-Niye o Vesel Kâ? Daha erken canım!
-İşte erken olması eyi Musa Kâ. Koylünün işi belli olmaz. Bi cahil çıkar, sen de, ben de guç durumda galırıh. Sen bize müsaade et. Kimse ayahlanmadan gidelim.
-Peki Veysel Kâ. Sen bilirsin. Hadi gidelim o zaman. Hayvanlar bizim ahırdaymış...
Musa Kâyâ yalnız başına önce çatal kapıyı açar. Ardından, iki ayrı ahırdan hayvanları çıkarır. Teslim eder. Veysel Kâyâ ve yanındakiler Musa ile toka yaparlar.
-Çok sağ ol Musa Kâ. Hadi Allahaısmarladık gardaşım. Hasan Ağaya selâmımı elet. Geçmiş olsun dileklerimi söyle.
-Hadi gule gule Vesel Kâ.
Veysel Kâyâ köşeyi dönünceye kadar Musa, olduğu yerde durur ve öylece bekler. Çatal kapıyı kapatır. Eve doğru yönelir. Avluda Hasan Ağayı görür.
-Vesel Kâ gelmiş Hasan Ağa. Sana da selâmı var.
-Haberim var, gordüm. Sinirlendim... Gelmek istemedim yanlarına.
-Onların bi suçu yok ki Hasan Ağa. Elçilik yapıyo adam. N’etsin? Ha, bah Hasan Ağa cendermeler gelmiş, bu gece götürmüşler şehre...
-Derbent’ten mi gotürmüşler?
-He. Savcı derhal emir vermiş yahalanmaları için.
-Eyi bi avhat tutah Musa.
-Acele etme Hasan Ağa. Hele mahkeme bi çaarsın. O golay.
-Gine de biz erkenden tutalım. Bunların canlarına ohutalım. Hepsini deliğe dıhdırah.
-Avukatımız hazır sayılır Hasan Ağa.
-Kimi düşünüyon?
-Nedim Bey var ya...
-Nedim Korkmaz mı? Hee... Eyi düşünmüşsün.
Böylece Hasan Ağa birazcık olsun rahatlar. Musa, evine doğru giderken Hasan da kendi evine girer.
Öğleye doğru Musabeyli Köyü Karakolundan iki jandarma gelir. Muhtar Musa bu sırada köyün doğusunda bulunan değirmenlerine gitmiştir. Jandarmalar, köyün bekçilerinden Şükrü Efendi ile yanlarında azalardan Veysel ve Hasanla birlikte misafir odasına giderler. Çatal kapının önünde duran gençlerden birini değirmene gönderirler. Jandarmalar odada beklerken, yemek hazırlanır. Musa Kâyâ on beş, yirmi dakika sonra odaya gelir. Gelir gelmez bekçilere emir verir.
-Şükrü Ağa, bizimkilere varın, hemen yemek hazırlasınlar.
-Valla, biz o işi ayarladıh kâyâ. Hanim Bacıya söyledik, haberi var.
Musa Kâyâ jandarmalara doğru varır.
-Hoş geldiniz, hoş geldiniz.
-‘Hoş bulduk muhtar.’
-‘Hoş bulduk.’
-Nasılsınız?
-Sağ ol muhtar, İyiyiz. Siz nasılsınız?
-Biz de iyiyiz.
Jandarmanın birisi yanındaki küçük bir deri çantayı açar, içinden bir evrak çıkarır. Muhtar niçin geldiklerini sormadan jandarma evrakı çıkararak söyler:
-Muhtar! Gelişimiz bu sefer sadece sizin için. Komutanımın ve Musabeyli muhtarımızın sana selâmları var. Bu evrak sana...
Musa’ya evrakı uzatır. Konuşmasına devam eder:
-Şikâyetçi olmuşsunuz. Yusuf Gürer’in dövülme davası varmış. Zanlılar yakalanmış. Yarın mahkeme varmış. İşte burda yazıyo. Bi zahmet imzalayıver. Bir nüshasını alıyım.
-Demek öyle. Tamam. Çok teşekkürler. Sağ olun.
Musa, dikkatlice okur.
-Bu, eyi işte. Duruşma öğlenden sonaymış. Saat on dört yazıyo. Ben de sabahsa Avukat Nedim Beye nasıl ulaşırıh, diye düşünüyodum. Zaman var nasılsa. Bulurum artıh Nedim Beyi.
Ertesi gün, her hafta olduğu gibi çatal kapının önünde, pınarın başında ve duvar diplerinde yine çok kalabalık insan toplanır. Üstelik sabahın ilk saatleridir. Daha güneş bile doğmamıştır. Kamyonun kasası ağzına kadar doludur. Bir o kadar da yerde, binmek için bekleyenler vardır. Bugün Yozgat’ın alış veriş pazarıdır. Bugün Salıdır. Muhtarın yeri yine her zaman olduğu gibi şoför mahallidir. En az iki kişiliktir burası. Birisi binmeye kalksa şoför müsaade etmez. ‘Kardeşim, muhtara sözümüz var...’ diyerek, kibarca adamı geri çevirir. Musa Kâyâ, ne olur olmaz, düşüncesiyle İsmail’i de yanına alır ve kamyona bindirir. İsmail’e önceden her şeyi tembih etmiştir. Gördüklerini, bildiklerini nasıl anlatacağını öğretmiştir. Yusuf, babası Hasan ve Musa Kâyâ şoför mahalline sıkışarak binerler. Erken saatlerde Yozgat’a doğru koyulurlar. Yusuf, başındaki sargıyı çıkarmıştır. Yine eskisi gibi bir şapka giymiştir.
Şehre vardıklarında saat yediye gelmektedir. Kamyondan herkes iner. İsmail’i de yanlarına alırlar ve bir lokantaya giderler. Birer çorba içerler. Karınlarını doyururlar. Sonra lokantadan çıkarlar ve bir kahvehaneye girerler. Birer, ikişer çay içerler. Kendilerince oturup konuşurlar bir süre.
-Nedim Bey, dokuzda felan açar yazaneyi. Burda ecik bekliyek.
-Salim Beyi bi görsek mi acaba?
-Şimdilik gerek yoh Hasan Ağa. Reis gerekeni yaptı. Nedim Bey gerisini halleder. Bi ahsilik olursa gine Reise danışırıh.
Musa, bir ara Yusuf’a döner.
-Ha, bah Yusuf! Şu tüfek meselesini de avuhata gonuşah. Benim ahlıma dahıldı bu. Olur ya, adamlar tüfa ileri sürerlerse, ne diyecamizi eyi bilek. Bunu Nedim Beye söyliyek.
-Tamam emmi.
-Bu, benim ta dün aklıma geldi ama Vesel Kâyâya söylemek istemedim. Kendi kendime, hele bi avuhata danışah, dedim.
Saat dokuz olur olmaz kahvehaneden çıkarlar ve doğruca Avukat Nedim Beyin yazıhanesine giderler. Nedim Bey henüz gelmemiştir ama yazıhane açıktır. Yazıhane tam dokuz deyince bir genç tarafından açılmıştır. Genç, güler yüzle karşılar. Oturmalarını ister. Otururlar.
-Amcam şimdi gelir nerdeyse.
-Sen Nedim Beyin yiğeni misin.
-Evet, yiğeniyim.
-Maşallah, maşallah. Okuyo musun?
-Evet, okuyorum.
-Nerde okuyosun delanı?
-Yozgat Lisesinde okuyorum.
-Aferin! Çok guzel!
Bu küçük söyleşi sürerken Nedim Bey içeri giriverir. Herkes ayağa kalkar.
-Oo muhtarım, hangi rüzgâr attı sizi buruya. Bir aydır görüşemiyoduh. Hoş geldiniz, hoş geldiniz! Buyurun, oturun...
Nedim Bey ayrı ayrı herkese ‘hoş geldiniz’ der. Musa, hemen yanındakileri tanıtır.
-Bu, Hasan Ağam, benim büyüğüm. Biliyosun Nedim Bey.
-Ha tamam, canım! Hasan Kâyâyı hatırladım şimdi. Nasılsın Hasan Kâ?
-Çok sağ ol Nedim Bey. Hürmetler ederim.
-Hürmet bizden Hasan Kâ.
-Bu gençler de benim yiğenlerim. Hasan Ağamın oğulları.
-Maşallah, maşallah! Sizler nasılsınız bakalım?
Sadece Yusuf karşılık verir. İsmail başı önünde sessizce durur.
-Eyiyik..
-Ee Musa Kâ, hayırdır sabah sabah...
-Hayır diyek, hayır olsun Nedim Bey.
Musa, cebinden jandarmanın getirdiği mahkeme ilâmını avukata uzatır ve konuşmaya devam eder:
-Bugün öğlenden sona mahkememiz var. Her şey aniden gelişti. (Yusuf’u gösterir) Bu yiğenimi dağda, goruda dodüler. Pazar gunü oldu olay. Doyenler iki kişi. Hastanede tedavi oldu aynı gun. Polis tutanak tuttu. Ben şikâyetçi oldum. Salim Reis sağ olsun, Savcı Beyle gece irtibat gurdu. Beni de gorüştürdü. Gece geç saatlerde adamları yahalamşlar. Candarma şehre getirmiş. Polise de Savcı Beye de ifade verildi. Biz sizin yardım etmenizi istiyoh. Durum bu. Bundan sona siz el goyacınız duruma Nedim Bey...
-Benim anladığım, bu davayı acele almamı istiyorsunuz. Öyle değil mi?
-Evet Nedim Bey. Bunun için geldik...
-Peki. Ben ücret hususunu konuşmuyorum. Mahkeme biter, neticelenir, anlaşırız aramızda. Şimdi gelelim olayın asıl nedenine. Mahkemede hakimin ilk soracağı da budur. Delikanlı, şu savcıya, polise anlattıklarını bir de bana anlatır mısın? Dinleyim.
Yusuf, hastanede anlattığı ifadeyi aynen ezberlemiş gibi avukata da anlatır. Musa, araya girer:
-Valla, kelimesi kelimesine aynı anlattı yiğenim Nedim Bey.
-Peki, güzel. Demek böyle. Dostça yaklaştılar; biri arkadan değnekle kafana vurdu ve sonra seni yere indirdiler. Yerde de vurmaya devam ettiler. Yakında uzakta gören , duyan... Hiç kimse yok muydu?
-Aha bu gardaşım vardı. Uzahtaydı. Derenin içindeydi. Sürünün yanı sıra getmişti. Gurültüyü duyup gelmiş yanıma. Geldiğinde adamlar gaçmışlardı.
Nedim Bey İsmail’e döner ve sorar:
-Öyle mi oldu yiğen?
-He.
-Peki! Bana şimdi asıl nedeni anlatın bakalım. Bunlar kimlerdir? Sana niçin saldırdılar durup dururken? Tanıyor musunuz bunları? Daha önce konuşmuşluğunuz var mı? Ne istediler bunlar sizden? Bunları soruyorum ki, mahkemede hakim böyle sorular soracak. Benim bunları bilmem lâzım. Hakim size yöneltecek soruları ama ben ‘avukatlarıyım’ deyip çıkıp konuşacağım sizin yerinize. Tamam mı?
Çoğunlukla Yusuf olmak üzere, İsmail ve Musa, avukatın tüm sorularına karşılık verirler.
-Ha şöyle yahu! Şimdi olayı iyice kavradım. Ben dersimi aldım. Sıra onlara ders vermeye geldi.
Nedim Bey yerinden kalkar gibi eder, sonra geri oturuverir koltuğuna.
-Yahu Musa Kâ, unuttuğunuz bir şey var mı? Hani olur ya, somut delil olabilecek bir şey!...Tabi biliyorsunuz, bizim her şeyi bilmemiz gerek. Ama her bildiğimizi de mahkemede ortaya koymayız. İşimize geleni söyler, işimize gelmiyeni söylemeyiz. Var mı başka söyleyeceğiniz bir şey?
Musa, söz alır bunun üzerine;
-Eyi hatırlattın Nedim Bey. Bi de tüfek olayı var. Ben şöyle anlatıyım. Yiğenimde bir av tüfa varmış. Pınarın başına vardığında tüfa ve ceketi çıharmış pınarın kenarına goymuş. O esnada o iki adam geliyo. Yusuf’u dodükten sona tüfa de alıp gotürmüşler.
-İşte bak! Nerden neriye? Bilmemizde ne kadar fayda var. Adamlar belki, ‘Bize silah çekti, tüfek çekti. Bizi vurmaya çalıştı...’ gibi olur olmaz şeyler söyliyeceklerdir. Tamam, anlaşıldı. Eğer bir tüfek meselesi ortaya atarlarsa ben senin söylediğin gibi aynen söyler anlatırım. Sen hiç merak etme. Ruhsatı var mı av tüfeğinin?
-Yoh, Nedim Bey?
-Neyse. O kadar önemli değil bizim için. Para cezasına çevirttiririz. Tamam Musa Kâ. Biz ikimiz şurdan savcılığa gidelim. Siz oturun Hasan Ağa. Biz çabucak geliriz. Ben hakime varıp bu davayı aldığımı söyliyeceğim. Ayrıca Savcı Beyin yanına da varıyım. İfadeleri bir de orada okuyum.
Avukat Nedim Bey ve Muhtar Musa birlikte yazıhaneden çıkarlar. Adliyeye doğru giderler. Yolda giderlerken Avukat Nedim Bey tekrar Musa’ya merak ederek sorar:
-Yahu muhtar, Derbentli dediniz bu adamlar, değil mi?..
-Evet Nedim Bey. Derbentliler...
-Veysel Kâ’nın haberi yok mu bundan? Görüşmediniz mi?
-Haberi var. Dün sabah koye geldi. Anlattı olanları. Adamların yahalandığını söyledi. Pişmanlarımış... Anaları, babaları kotü durumdaymış...Özür diledi, geçmiş olsun, dedi. Vesel Kâ ayrıca, ‘Gel, böyütmüyek bunu’dedi. Emme ben, ‘varsın çeksinler cezalarını’ derim, Nedim Bey.
-Neyse... Biz işimize bakak. Duruma göre her şeyi değerlendiririz Musa Kâ. Gelirse de konuşuruz Veysel Kâyâ ile. İsterlerse tabi.
-İstemezler mi, isterler tabi. Sulh olmak için can atıyolar.
-Barışık olmak, her zaman iyidir. Hem siz ikiniz de bizim yanımızda hatırı sayılır muhtarlarsınız.
-Orası öyle Nedim Bey. Emme bu iş başka... Bu işte Vesel Kâ bile benim yanımda olur, diye düşünüyom.
Adliyeye vardıklarında Avukat Nedim Bey, Musa’ya koridorda beklemesini söyler. Musa, hazır bulunan bir banka oturur. Nedim Bey, bir odadan öbür odaya girer çıkar. En sonunda Savcının odasına girer. Burada bir süre bekler. Odadan gülümseyerek çıkar Nedim Bey. Musa’nın yanına gelir ve yanına oturur.
-Hayırdır Nedim Bey!...
-Şimdi bir şey söyleyeceğim; şaşıracaksın.
-Nedir Allah aşkına? Merah ettim...
-Senin Veysel Kâ...
-Ee!..
-Buruya gelmiş. Savcının yanına... Biraz önce Savcı Beyle konuşmuş.
-Ne konuşmuşlar? Sordun mu?
-Ben sormadım ama Savcı Bey kısaca söyledi. Sadece dedi ki, ‘Barıştırırsanız iyi olur’ dedi.
Musa, bunun üzerine bir süre başını önüne eğer ve düşünür. Karşılık vermez, susar. Nedim Bey tekrar seslenir:
-Gel, şimdi yazıhaneye gidelim.
Kalkarlar, adliyeden çıkarlar. Doğruca yazıhaneye giderler. Yazıhaneye girdiklerinde ayakta duran adamlar bile vardır. Yazıhane ağzına kadar dolmuştur. Nedim Bey içeri girer girmez oturanlar da ayağa kalkarlar.
-Hoş geldiniz ağalar.
Birkaç kişi birden sanki koro halinde karşılık verirler.
-‘Hoş gordük Nedim Bey.’
Karşılıklı hal hatır sorulur. İçlerinden biri, bellidir ki bir davası olduğunu söyler. Bir diğeri devam etmekte olan davayı sorar. Avukat Nedim Bey hepsine güler yüzle karşılık verir. Cevabını alanın işi bitmiş demektir. Kimi “Allahaısmarladık”, kimi “İyi günler”, kimi “Görüşürüz Nedim Bey” diyerek yazıhaneden çıkarlar. Odanın içerisinde Musa, Hasan, Yusuf ve İsmail kalırlar. Ancak bir kişi daha vardır. O kalabalıkta farkına varılmamıştır. Farkına varılmış olsa da Nedim Bey, kalabalığı azaltmak istediğinden gerekeni yapmıştır. Bu yüzden kısa da olsa bir süre geçmiştir. Nedim Bey hemen Veysel Kâyâya döner.
-Oo, hoş geldin Veysel Kâ. Nasılsın? İyi misin? Hayırdır muhtarım!
Nedim Bey işinin gereği hiçbir şey bilmiyormuş gibi davranır.
-Hoş gordük Nedim Bey. Valla, ne yalan söyleyim, adliyeden çıhtım. Gardaşlarımı arıyodum. Tesadüfen Hasan Kâyı tanıdım camdan. İçeri girdim.
-Ee, burdayız işte Veysel Kâ. Buyur konuşalım. Ne dersiniz Musa Kâ? Hasan Kâ...
Musa karşılık verir:
-Gonuşalım canım! Siz nasıl isterseniz Nedim Bey...
Avukat, bu arada Yusuf ile İsmail’in dışarı çıkmalarını ister. Musa’da avukata destek olur.
-Hadi Yusuf, siz biraz dışarı çıhın. bekleyin.
-Peki emmi.
Gençler dışarı çıktıktan sonra derin bir şekilde konuşmaya başlarlar. Veysel Kâyâ önce söze başlar:
-Ben elçiyim. Musa Kâyâyı da Hasan Kâyâyı da gardaşım gibi severim. Bunlar da beni severler. Ben kısadan söyleyim. Aha hep burdayıh. Adamlar avhat felan tutmaya gelmediler. Suçlu olduklarını gabul ediyolar. ‘Bi hata ettik, çok pişmanız’ diyolar. Ben yüzlerine tukürdüm. Ağzıma geleni söyledim. Şimdi nezaretteler. Savcı Beyinen gorüştüm. Çocuğun üç aylık raporu varmış. Dohdurlar ‘darp’ demişler. Savcı, ‘Bu durumda en az altı ay yatarlar’ diyo. ‘Ancah, şikâyetten vazgeçerlerse, o zaman ceza gahmaz emme hafifletici yola başvurulur. O da paraya çevrilir.’ dedi. Ben sizlerin böyüklüğünü biliyom. Gelin bu işi datlıya bağlıyah. Babasıyla emmisi, hatta hasta anası da geldi. Sizi görmek istiyorlar...
-Anlaşıldı Veysel Kâ...Ne dersiniz Musa Kâ?
Musa Kâyâ bir ara kardeşi Hasan’a döner. Hasan da ona bakar ama hiç seslenmez. Musa gülümseyerek konuşur.
-Hasan Ağamın gonü yoh, Nedim Bey. Ben, Hasan Ağam varken garışmam.
-O kolay Musa Kâ. Hasan Ağam hepimizden yufka yüreklidir, canım!
-Doğru söylersin Nedim Bey. Bizim işimiz her suç işleyeni köyde cezalandırmak olsaydı bugün, Hasan Ağam da eyi bilir ki, koyde adam galmazdı...Kimi birbirini öldürürdü, kimi de hapishaneleri doldururdu.
-Haklısın Veysel Kâ. Pişman olanı affetmek bence de doğrudur.
Musa dayanamaz ve araya girer:
-Heç mi ceza çekmeyecek bunlar? Yanına mı galsın şimdi bunların Vesel Kâ?..
-Yoo. Yanına galmasın tabi. Bu gonuda ben de sizin yanınızdayım. Ganun bi ceza verecek elbet. Bi de bunlara en büyük ceza çoh gorhmalarıdır. Üstüne üstlük mahkeme, her türlü avukat, bilmem ne para cezaları... İnim inim inilerler valla. Bence en büyük ceza budur. Bunlar inan, koyde bile duramazlar gaylin.
Hasan Kâyâ ayağa kalkar ve sert bir şekilde konuşur. Sinirlenmiştir ama konuşulanlardan da hayli etkilenmiştir. Daha fazla dayanamaz.
-Yahu arhadaş, ‘hem suçlular, hem güçlüler’ Benim çocuğumun suçu olmadığı gibi, bi de öldüresiye dooyolar. Ya bi şey olsaydı oğluma... Ya sahat galsaydı çocuk...
-Allah göstermesin! Allah’a çok şükürler olsun...İşte bizim de tesellimiz bu ya Hasan Ağam.
-Şu anasını, babasını bi gorüyüm; bi çift sözüm var onlara. Başka bi şey demiyom. Allah belâlarını versin. Nasıl isterseniz öyle olsun!..
Hasan Kâyâ çok üzgündür. Bu konuşma üzerine herkes kısa bir an susar, konuşmazlar. Veysel Kâyâ ile Musa Kâyâ başlarını önüne eğer dururlar. Bu kısa sessizliği avukat Nedim Bey bozar.
-Çok haklısın Hasan Kâ. Ne söylesen haklısın. Adalet mutlaka yerini bulacak ama senin büyüklüğün benim yanımda gerçek adalettir Hasan Kâ... Sen ne dersin Musa Kâ?
-Tamam, Nedim Bey. Hasan Ağamı dinlediniz. Artık ne diyek. Sizi de Veysel Kâyâyı da çok severik... Nasıl istiyosanız öyle yapalım. Hasan Ağamın dediği gibi anasıyla babasını ben de gormek isterim.
-Hemen gorüştürürüm Musa Kâ.
-Mahkemede bir ara gorüştür bizi Vesel Kâ. Yalnız Vesel Kâ, bu şimdilik aramızda galsın. Gençlerin anası ve babasıyla gorüşünceye gadar şikâyetten vazgeçeceğimizi söyleme. Bi bahalım tavırlarına...Mahkemeden önce bi gorelim şu adamları.
-Tamam, Musa Kâ. Nasıl istersen... Ben şimdi sizinle neler gonuştuğumuzu bile söylemem. Hatta gorhuturum onları.
Acı ve kötü bir olay, avukat Nedim Beyin yazıhanesinde tatlıya bağlanır. Nedim Bey gülümser, saatine bakar.
-Öğleye yarım saat kalmış. Hele ben niye acıktım böyle, diyodum...
Nedim Bey, ileri görüşlü, aydın biridir. Kendi işini de, bu olayı da tatlıya bağlamak ister. Bir yemek olayı böyle durumları tatlıya bağlamakta en büyük bir fırsattır.
-Ben çocuklarınan şöyle dolaşıyım. Siz gedin, yemanizi yeyin Nedim Bey.
Hem Nedim Bey, hem de Veysel Kâyâ ikisi birden karşılık verirler:
-‘Olur mu Hasan Kâ? Aa, ne demek? Ayıp oluyo valla...’
-‘Tabi ya! Hasan Ağa, çocukları ayıran mı var? Hep beraber gediyoh.’
Nedim Bey, yerinden kalkar.
-Buyurun, çıkalım hadi!..
Nedim Bey, Musa Kâyânın koluna girer, Veysel Kâyâ da Hasan Ağanın yanında ağır ağır yürürler Hemen arkalarında Yusuf ile İsmail... Avukat Nedim Bey Çarşı Caddesindeki İstanbulluoğlu Lokantasına götürür. Bir masada Yusuf ile İsmail otururlar. Başka masada da dördü otururlar. Yemekler yenir. Para verme işine gelindiğinde Musa, garsondan hesabı ister. Garson, hemen Nedim Beye bakar ve gülümser.
-Hesap tamam efendim!
Musa ile birlikte Veysel Kâyâ müdahale ederler.
-‘Yoo. Olmaz valla Nedim Bey!’
-‘Tabi olmaz Nedim Bey! Biz varken...’
Musa ayağa kalkar ve lokanta sahibinin oturduğu masaya doğru yönelir. Nedim Bey oturduğu yerden seslenir.
-Olmaz muhtarım! Bugün geçmez paran. Senin çok yemeğini yedim ben kardeşim.
Musa, başını hafifçe büker ve döner. Masaya yavaşça oturur. Veysel Kâyâ araya girer.
-Aslında ben niyetliydim... Neyse!
-Daha çok yeriz Allah izin verirse Veysel Kâ. Biz daha çok acıkırız... İstanbulluoğlu Lokantası da hep açık olursa daha çok gelir yeriz Veysel Kâ.
-Canınız sağ olsun Nedim Bey. Tabi ya! İnşallah!..
Musa, Hasan ve Veysel Kâyâ ayrı ayrı Nedim Beye teşekkür ederler. Lokantadan çıkarlar. Kaldırımda bir ara dururlar.
-Ben müsaadenizi istesem...
-Hayrola Veysel Kâ!..
-Şu bizim hayırsızları buluyum. Bunlar şimdi ne edeceklerini, nereye gideceklerini bilmezler. Bildiğin bir koyun adamlar, Nedim Bey.
-Peki, nasıl istersen Veysel Kâ.
-Saat ikide adliyeye getiririm onları. Orada buluşuruk. Hadi şimdilik müsaade.
-Hadi güle güle... Görüşürüz Veysel Kâ.
Nedim Bey tekrar saatine bakar.
-Saat yarım Musa Kâ. Daha vakit var. Ben yarım saat sonra adliyeye giderim. Evrakları hazırlarım. Duruşmaya hazır ederim. Siz de bir buçukta filan salonda hazır olursunuz. Tamam mı?
-Tamam Nedim Bey.
-Ben şimdi yazıhaneye uğrayıp çantamı alıyım. Hadi görüşürüz.
-Gorüşürüz Nedim Bey.
Nedim Bey, Musa ve Hasan’ın yanından ayrılıp gider. Musa, Hasan, Yusuf ve İsmail yavaş yavaş çarşıda dolaşırlar. Saat birbuçuk oluncaya kadar gezer dururlar. Birbuçuk olur olmaz adliyeye giderler. Adliyenin önü kalabalıktır. Bir polis memuru ve bir bekçi herkesi adliye koridorunun başında durdurur ve ne işi olduğunu sorarlar. Aynı şekilde Musa’yı da durdururlar. Musa kendisini tanıtır ve mahkemesi olduğunu söyler. Polis memuru yol verir.Bu sırada saat ikiye gelir. Avukat Nedim Bey bir odadan çıkar yanlarına gelir.
-Geldiniz mi Musa Kâ? İyi...
-Geldik Nedim Bey. Ne yapıyoh şimdi?..
-Siz bir şey yapmıyacaksınız. Yalnız bizim önümüzde bir duruşma varmış. Ondan sonra mübaşir haber verecek.
Bu sözün üzerine Nedim Bey, Musa’nın koluna girer ve koridorun ilerisine doğru götürür. Kulağına yavaşça eğilerek bir şeyler söyler. Musa’da sessiz bir şekilde başını sallar. Sanki avukatın söylediklerine ‘evet’ der gibidir. Avukat ve Musa konuşurlarken Derbent’in muhtarı Veysel Kâyâ ile yanında iki adam ve bir kadın kendilerine doğru gelirler. Veysel Kâyâ çok akıllı ve bir o kadar da uyanık biridir. Musa Kâyânın hatırından geçemeyeceği adamları çok yakından bilir. Bunlardan birisi de Belediye Başkanı Salim Beydir. Çok geçmez ardından Salim Bey görünür. Daha Veysel Kâyâ, Musa ve Avukat Nedim Beyle konuşamadan Salim Bey geliverir. Hep birlikte Salim Beyi karşılarlar. Salim Bey, Nedim Beyin de samimi arkadaşıdır. Başkan ve avukat ikisi de Yozgat’ın en sevilen, ileri görüşlü adamları olduğu gibi, aynı siyasî partinin de adamlarıdır. İkisi de Cumhuriyet Halk Partisinin üyeleridir. Karşılıklı hal hatır sormaların ardından iş davaya gelir. Veysel Kâyâ gülümseyerek söze başlar ve Musa Kâyâya döner. Eliyle koridorun sonunda duran tutuklu kardeşlerin yakınlarını gösterir.
-Bah, Musa Kâ! Aha adamlar. Gel istersen yanlarına varah. İstersen onları buruya getiriyim. Onlar da sizinle gonuşmah istiyolar.
Salim Bey olayı yeni anlamış gibi davranır. Araya girer. Musa’nın adına, Veysel Kâyâya karşılık verir:
-Buruya gelsinler Veysel Kâ.
Veysel Kâyâ hızlı bir şekilde gider ve getirir. Daha gelir gelmez kadın, ağlayıverir.
-Musa Ağam, biz ettik, sen etme. Çocuklarım bi delilik etmişler. Ne istersen yapah. Ne istersen verek. Hapise attırma çocuklarımı. Gulun kolen oluyum Musa Ağa. Ben çok hastayım yörüyecek dermanım yoh. Nefes alamıyom. Fuharalıkdan dohtura gidemiyoh. Sen böyüksün. Bi böyüklük daha yap Musa Ağa!
Herkes başını önüne eğer. Ağlayarak ve yalvararak konuşan kadını dinlerler. Adliye koridorunda bulunan herkes, bir acıklı tiyatro izler gibi sessiz bir şekilde beklerler. Hemen ileride Yusuf’un babası Hasan gelir. Gelir gelmez sessizliği bozar. Eliyle Yusuf’u gösterir kadına ve sesini yükseltir;
-Şu genci gorüyon mu? Benim oğlum... Senin hırsız, gatil oğullarıyın galleşçe, arhadan öldürürcesine, başına meşeyle vurduhları benim oğlum o. Hadi bi şey olsaydı oğluma? Hadi sahat galsaydı oğlum...
Kadın aynı şekilde ağlamasına devam ederek,Yusuf’a doğru yürür. Herkes kadının ardından bakar. Yusuf’a varır varmaz sarılır. Öper Yusuf’u kadın. Bir süre Yusuf’u bırakmaz. Sonra Yusuf’a da yalvarmaya başlar.
-Oğlumun biri yeni evli. Birinin de üç çocuğu var. Sana vurduhları için elleri gırılsın Gardaşlar da birbiriyle dooşüyo oğlum! N’olur? Sen affet, oğlum!..
Kadının yalvarmasına ve konuşmalarına Yusuf’ta dayanamaz. Kafasını hafif bir şekilde sallayarak karşılık verir. Musa, Yusuf’un hüzünlendiğini görür ve yanına varır.
-Allah belâlarını versin! Şu kadına acımasam... Şu anaları olmasaydı... Asla vazgeçmezdik ya... Neyse!..
-Tamam emmi. Nasıl isterseniz öyle olsun!
Kadın, Yusuf’un bu sözü üzerine daha da duygulanır. Gelir, Yusuf’a bir daha sarılır.
-Allah ne muradın varsa versin, Yusuf oğlum. Bundan böyle sana hep dua edecaam. Allah senden razı olsun, oğlum.
Bu sırada kadının kocası ve kayını da gelirler. Önce Yusuf’u öperler ve daha sonra Musa ile Hasan’ın elini öpmeye çalışırlar. Musa da, Hasan da ellerini verirler ama öptürmezler.
Avukat Nedim Bey, Başkan Salim Bey ve Veysel Kâyâ bir kenarda olanları sessizce izlerler. Onlar da duygulanırlar. Bilhassa Yusuf’un davranışından çok etkilenirler. Salim Bey, Veysel Kâyâya döner yavaşça konuşur:
-Gördün mü muhtar? Bu da evlât... Şu çocuktaki büyüklüğe bak!.. İşte, Musa Kâ ile Hasan Kâ... Büyüklükleri, yetiştirdikleri çocuklarından belli!..
-Hahlısın Reisim. Çok hahlısın. Ben babalarını bilirim. Yusuf Çavuş da böyük adamdı...
**
Fevzi bir, bir buçuk aya kadar İmâm Hatip Okuluna gitmiştir. Yusuf, kardeşinin okumasını istememiştir. Annesine baskı yapar.
-Bi sürü mal melal, tarla çubuk var ana! Çakmak’ı getirt. Norecek ohuyup da? Bize zaten adam lâzım. Elin uşa iş gormüyo bahsana! Ana! Tembih ette, koye gelsin Çakmak.
Fevzi o yıl ilk Cumhuriyet Bayramında köye gelir. Annesi Rabia Hanım gerçekten Fevzi’yi bir daha şehre salmaz. Kimse de üstüne gitmez bu olayın. Herkes hayatından memnun bir şekilde işine gücüne devam eder. Fevzi’nin böylece okul hayatı başlamadan biter.
Aradan birkaç sene geçer. Bu kez amcasının oğlu Kenan şehre okumaya gönderilir. Kenan’ın annesi de Rabia Hanım gibi dayanamaz. Hep oğlunu düşünür. Sanki çok uzaklara gitmiştir de bir daha göremeyecek, konuşamayacak gibi endişe doludur. Kenan gideli de daha bir ay kadar olmuştur.
Bir Salı sabahı...Çatal kapının önünde, kalınca bir ses, köyün içini çınlatır. Musa Kâyâ yeşil ve tüylü paltosunu giymiş, elinde sigara, avlunun ortasında bekliyor. Durmadan burnunu çeker. Bu onda bir alışkanlıktır; tiktir adeta. Rabia Hanımı görür; yumuşak bir sesle seslenir:
-Yusuf hazır mı?
-He. Hazır Musa.
-Ben kamyonun yanına gediyom. Şoföre tembih ediyim de öne kimseyi almasın...
Bu sırada Yusuf dışarı çıkar. Rabia Hanım görür görmez seslenir:
-Aha, çıhtı Yusuf da.
-Hadi yiğenim! Sen yavaş yavaş gel. Ben gamyonun yanındayım.
Yusuf başını eğer. Tâ uzaktan karşılık verir amcasına:
-Aha geliyom, emmi.
Tahta merdivenleri ağı ağır iner. Hemen arkasında Hatice Gelin... Onun da arkasında Rabia Hanım ve daha gerilerden, elinde kahverengi paltosuyla Hasan Ağa kamyonun yanına kadar gelirler. Musa Kâyânın karısı Hanım, elinde büyükçe bir çıkıyı kamyonun şoför mahalline önceden binmiş olan kocası Musa’ya uzatır.
-Ne bu?
-Kenan’a bi şeyler goydum...
Musa Kâyâ hem alır hem de karşılık verir karısına:
-Yahu, daha dün gotürdük, çocuğun her şeyini...
-Olsun. Al işte. Denişiklik olur. Taze taze yesin çocuk.
Kamyon birkaç köylüyü beklemektedir. Musa Kâyâ, Yusuf’a seslenir:
-Hani Hasan Ağam nerde Yusuf? Sen gel hele...
Yusuf’un yanında duran Hanım, Yusuf’un sağ kolundan yavaşça tutar ve yan tarafa döndürerek usulca bir şeyler söyler. Yusuf sadece dinler ve arada bir ‘evet’ der gibi başını sallar. Hanım Bacı, Yusuf dönüp giderken bir daha hatırlatır:
-Dediklerimi unutma ha!
-Sen merah etme Hanim Bacı. Unutmam...
Yusuf, emmisinin yanına biner. Arkasından babası Hasan da biner. Şoför mahalli tamamdır. Kamyonun hem şoförü, hem de sahibi Boğazköylü Mehmet, ağzında sigarayla biner ve kamyonu çalıştırır.
-Tamam Musa Kâyâ. Gidebilirik. Hadi Bismillâh...
Bir acı korna çalar ve hareket eder kamyon.
-Hadi, hayırlı yolculuhlar olsun, Memmed Ağa!
-Sağ ol Hasan Kâ!
-Allah cümlesini gazadan, belâdan gorusun!..
-Âmiin!..
Yozgat’a varırlar. Daha çok erkendir. En önemli işleri Yusuf’un kontrollerinin yapılmasıdır. Saate bakar Musa Kâyâ.
-Altıyı yirmi beş geçiyo Hasan Ağa. Daha çok eken. Siz kahvede oturun. Ben şu çıkıyı Hasan Hocanın evine bırakıyım.
Yusuf, amcasının bu lâfı üzerine Hanım yengesinin tembih ettiği sözü hatırlar. Bir taraftan da babasına bakar; izin ister gibi yapar.
-Emmi, ben de gelsem seninle...
-Biraz uzak Yusuf, yorulabilirsin yiğenim...
-(Yusuf ısrar eder)Yoh emmi, yorulmam. Ne var ki? Daha şo garşı...Kenan’ı ben de bi gorüyüm.
Musa bir şey demez ve kabul eder. Hasan Ağa da seslenmez.
-Ben sizi gavede beklerim. Hadi siz gedin. Hasan Hoca’ya, Yenge Hanıma benden de selâm söylen.
Amca ve yeğen Eskipazar’a doğru yavaş yavaş, konuşa konuşa giderler.
Tek katlı uzunca ve daracık bir avlusu... Avlu taşlarla döşenmiş. Açık duran yeşil kapısından içeri girerler. Ağır ağır yaklaşırlar iç kapıya. Musa Kâyâ kapıya bir kere vurur. Yenge Hanım açar.
-Aa!.. Buyurun, buyurun!.. Bak, Hasan Bey! Musa Abiler geldi.
-Yenge Hanım girmesek eyi olur. Sizi irahatsız etmiyek...
Hasan Öğretmen tâ içerden tanır bu sesi. Bişek’te öğretmenlik yapmaktadır. Onun da çocukları Kenan gibi Ortaokula gitmektedirler. Arada sırada çocuklarının yanına geliip gider. Kenan’ı da çocuklarının yanına almıştır.
-Oo, kimleri görüyorum. Buyurun muhtarım! İçeri gir hele, iki gözüm! Buraya gelip de ayak üstü eşikte mi duracaksın?..
Musa Kâyâ ısrar üzerine girer içeri. Kapının hemen yan tarafında duran Yusuf görünür. Hasan Öğretmen, gülümseyerek ve neşeli bir biçimde seslenir:
-Aman, aman! Ben kimleri görüyorum! Benim aslan yiğenim gelmiş yahu!..Vallahi muhtar ne yalan söyleyim, şimdi daha çok sevindim ha!..Hadi bakıyım, girin hele içeri...
Yusuf daha yeni içeri girmiştir. Avludan içeriye hızlıca girenler olur. Herkes dönüp bakar. Bunlar, çocuklardır. Hasan Öğretmenin çocukları ve Kenan’dır. Her sabah sokağın elli metre kadar ilerisindeki çeşmeye giderler. Ellerini yüzlerini yıkar, gelirler. Bugün de öyle yapmışlardır. Zaten birazdan kahvaltılarını yapıp okullarına gideceklerdir. Hasan Öğretmen seslenir.
-Aha geldiler bizimkiler...
Yusuf, amcasına seslenir ve gülümseyerek izin ister:
-Emmi, ben bi Kenan’ı gorsem... Gonuşuyum ecik.
Hemen Hasan Öğretmen araya girer. Musa Kâyânın adına konuşuverir:
-Tamam koçum! Hadi konuşun siz.
Yusuf dışarı çıkar geri. Yusuf’u gören Kenan ve diğerleri hemen yanına gelirler. Sırayla elini öperler. Yusuf’ta onları yüzlerinden öper. Kenan elini öptükten sonra konuşur:
-Hoş geldin Yusuf Ağa! Babam gelmedi mi?
Yusuf önce gülümser. Sonra bir elini Kenan’ın omzuna kor. Sırtlarını eve karşı döndürerek usulca kulağına eğilir:
-Bah Kenan! Ben senin için geldim. Bi gorüyüm, dedim... Bi de anayın ‘tembihi’ var. Özellikle söylememi istedi.
Kenan arada bir başını yukarı kaldırır Gülümser ve sessizce dinler sadece. Yusuf devam eder konuşmasına:
-‘Söyle Kenan’a, gozünün önüne bahsın, ohusun! Koye, mala melala havas etmesin!’ dedi. Valla ananı ben de hahlı buluyom, aslanım. Çok doğru düşünüyo Hanim Bacım. gerçekten ‘havas etme koye moye’. Ohu aslanım! Devletin bi gulpundan dutmuya çalış! Bah, biz sürünüyok aslanım...Hadi içeri girek. ağan içerde oturuyo. Ben, seni gorünce bi gonuşmah istedim işte.
Kenan, Yusuf’un bu içten nasihâtı üzerine başını sadece ‘evet’ anlamında sallar. Sonra bir eli Kenan’ın omzunda yavaşça içeri girerler.
**
Ağustosun son günleridir. Yusuf ile Fevzi birlikte koruya giderler. Camızları kağnıya koşarlar. İkindi üzeri kağnıyla köye girerler. Evlerinin önüne geldiklerinde bir kalabalık vardır. Hiç beklemeden avluya girerler. Yusuf, kağnıyı bırakır ve hemen dışarı çıkar. Arkasından Fevzi de çıkar. Bağrışmalar, sesler, gürültüler dışarıdaki kalabalığın ne kadar büyük olduğunu göstermektedir.. Yusuf çok merak eder ve ne olup bittiğini anlamak ister. Çıktığında Cemon Mehmet’in, Sadık’a bağırıp çağırdığını ve hatta üzerine yürüdüğünü görür. Sadık çok genç bir delikanlıdır. Cemon Mehmet’in karşısında hiçbir varlık gösteremez. Sessiz ve hareketsiz kalır. Yusuf bu duruma dayanamaz. Derhal müdahale eder. Hızlıca varır. Cemon Mehmet’i kucaklar ve geriye atar. Cemon Mehmet bu duruma birden şaşırır. Çünkü, Cemon Mehmet bu sırada köy heyetindendir. Yani azadır. Muhtarın yardımcılarındandır. Muhtar da Yusuf’un amcasıdır. Cemon Mehmet bu yüzden şaşırır. Sonra dayanamaz ve Yusuf’a sözle karşılık verir.
-Yahu Yusuf, emmiyin emri var. İzin alsın canım. Haberimiz ossun! Bekçiler zor durumda galmasın, diyoh... Gine herkes bildiğini yapıyo...
Sadık, izin almadan korudan odun getirmiştir. Bunun üzerine Cemon Mehmet, köy namına bağırıp çağırmaktadır. Yusuf, Cemon Mehmet’in bu hareketini gene de doğru bulmaz. Kendisi de aynı şekilde sözle karşılık verir:
-Sen gocaman adamsın. Karşındaki bi çocuk. Ne bağırıp çarıyon burda. Get başka yerde hallet meseleni. Pınarın başında, evlerin önünde barıp çarılmaz. Muhtarın, azanın odası var, neyi var. Burda adam mı doyecaniz?..Gedin burdan!..
Yusuf’un bu sert çıkışına başta Cemon Mehmet olmak üzere orada bulananların hepsi hem susarlar, hem de yavaş yavaş dağılırlar.
**
Rabia Hanım, Yusuf’u kandırır. Ayrı kazanç yapmasına sebep olur. Bunun için Yusuf’un çalışmaya gitmesine izin verir. Buna neden olarak ‘küpeli kazan’ ihtiyacını ortaya çıkarır. Yusuf, gerçekten Ankara’ya amelelik etmeye gider. Bir aya yakın bir süre çalışır.Yusuf bunu üç yıl sürekli yapar. Bu üç yıl içinde birkaç ay zar zor çalışır. Çalıştığı parayla annesinin dediği küpeli kazanı alır. Geri kalan paraya da gizlice altın alır. Altınların bir kısmını annesine, bir kısmını da karısına verir. Karısına verdiği altınları da annesine bildirmez. Karısı Hatice Gelin, kendi altınlarını evinde tutmaz. Bir kısmını bacısına, bir kısmını da ağabeyinin karısına saklaması için verir. Bunu yapmasının sebebi, Yusuf’un amcası ile babasının, elinden alabilecekleri endişesidir. Bu doğrudur. Çünkü, hem babasının hem amcasının bu günlerde durumları iyi değildir.
Çok geçmez, Yusuf’un zaten izinsiz Ankara’ya gitmesi hem babasını hem de amcasını endişelendirmiştir. ‘Yusuf, artık kendi başına mı hareket edecektir?’, ‘Yusuf ayrılacak mıdır?’ düşüncesi, bilhassa amcası Musa’yı derinden üzmeye başlar.
Harman zamanıdır. Düven sürülmektedir. Bir söğüt ağacının gölgesinde birkaç kişi oturmaktadır. Vakit öğledir. Musa’nın oğlu Kenan evden yemek getirir. Söğüdün gölgesinde sofra kurulur. Hemen yakında Musa’nın dayısı Hacı Paşa da düven sürmektedir. Musa, dayısına seslenir:
-Dayı! Hele düveni bırah gel!
-Siz yeyin, yiğenim! Yiyecek yerim yoh!
-Olmaz dayı! Gel işte! Ayıp ediyon valla!
Paşa Dayı, Musa’nın ısrarına fazla dayanamaz. Birlikte hem yerler hem konuşurlar. Bu arada Musa’nın uzun süre konuşmaması ve hatta çok dalgın bir halde olması Hacı Paşa’nın dikkatini çeker.
-Ne ki yiğen?.. Kâyâlıktan bıhmış gibi halin var? Ne düşünüp duruyon öyle?
-Yoh dayı! Kâyâlık mâyâlık daal! Duysan, sen de şaşırırsın!
-Neymiş o? Allah şaşılacak bi şey vermesin yiğenim!
-Âmin, dayı. Âmin!..
-Ee, söyle şunu canım!
-Yusuf, dayı...
-N’olmuş Yusuf’a yiğenim?
-Yusuf ayrı baş çekiyo galiba, dayı. Bize heç demeden çalışmıya gediyo. Anası yelliyo, dayı. Ayrı para ediyo. Bize heç bildirmiyo Yusuf. Yusuf ayrılmak istiyo bizden, dayı!..
-Yahu, şu üzüldüğüne bah! Sen kocaman adamsın. Senin sözünü boone boon ben bile dinnerim. Ben bile ne desen doğru gabul ederim. Sen bizden ahıllısın. Senin sözünü bütün koylü dinner. Yusuf hangi ahıla hizmet eder ki? Ben, anası denen garıya gonuşurum. Çocuğun ahlını çelmesin. Ben Yusuf’u çeker, ‘Garı ahlına getme, yarı yolda gor adamı garı milleti’ derim. O Fadik Garıya da ağzının payını veririm. Gafanı dahma yiğenim. Yusuf sensiz yapamaz da, senden ayrılamaz da yiğenim.
Musa şöyle bir kafasını sallar. Gözlerini patlatır ve derin bir nefes çeker.
-Çok doğru söylüyon dayı! O anası var ya, anası...Arap milleti canım! Eyi biliyon dayı. Yusuf’u hep o gandırıyo!..
-Yiğenim, sen bizden her şeyi eyi bilin de... Bi söz vardır; ‘Önce sivrileceksin, sona sıyrılacahsın.’ Yusuf kendini sivrildim sanıyo, Musa!
**
Musa bu sıralarda alış verişe pek dalar. Tabi ki kardeşi Hasan’la birlikte... Ticaret bu... ‘Her zaman gemicinin istediği rüzgâr doğru esmez’ misâli zarar ederler. Musa, kredisini kullanarak Eyüb’ün Mehmet’ten sekiz yüz lira borç alır. Borcun zamanı gelmiş, geçmektedir. Üstelik alacaklı, bu sene hacca gitmek istemektedir. Bizzat alacağını Musa’dan istemiştir. Musa başlar para aramaya. Bir türlü bulamaz. Yine, Hacı Paşa’nın harman yerindeki söğüt ağacının dibinde düşünceye dalmış, öylece oturur. Fevzi yeni evlidir. Doğruca amcasının yanına gelir, o da oturur. Oturur ama amcasında bir gariplik hisseder. Çünkü amcasının, sanki yanına kimse gelmemiş gibi kılı bile kıpırdamaz. Hayli bir süre konuşmaz bile. İşte bu gariplik karşısında Fevzi harekete geçer.
-N’o emmi? Dalmış getmişsin...
-Sen misin Çakmak? Şey!.. He ya! Dalmışım birden...
-Hayrola emmi! Ne düşüncen var senin?
-Eyüb’ün Memmed’e sekiz yüz lira verilecek oğlum. Nerden buluruh bilmem ki?.. ‘Elinde var mı âlem senin kulun, elinde yok mu tımarhane yolun.’ Ne doğru demişler...
-Emmi, ben sana bi şey deyim mi?
-De bahalım...
-Bizimkinin bilezzikleri, gıramiseleri var ya!..
-Verir mi ki Ikbal? Hele anan var ya... Ecik zor Çakmak.
-Bi sınıyah, emmi?
-Nasıl edek ki?..
-Bah emmi! Sen eve gir. Girer girmez lâfı aç. ‘Şu darımızı savah. Ben size en yahın zamanda aynısını alırım’ de. Sen hem guzel gonuşursun hem de seni gırmazlar. Senden utanırlar. Ben dersem, bana dikleşirler emmi. Ben de, sen girincek arhadan girerim. Hemen alırız emmi.
Musa’nın yüzü güler. Kıpırdanır, hareketlenir birden.
-Tamam Çakmak. Öyle yapah. Hadi gidek.
Harmanı bırakırlar ve doğruca evin yolunu tutarlar. Eve geldiklerinde plânı aynen uygularlar. Ikbal Gelin isteksiz isteksiz kolundan bilezikleri ve boynundan kıramiseleri çıkarır ve dayısı Musa’ya verir. Rabia Hanım ile Ikbal Gelin üzgün ve bir o kadar da Fevzi’ye kızgındırlar. Onlar, ‘altınlar gittti’ düşüncesindedirler. Gerçekten altınlar gitmiştir şimdilik. Gizli gizli Fevzi’ye hem annesi hem eşi kaşlarını çatarak bakarlar. ‘Hep senden oldu bunlar...’ der gibi kafa sallarlar.
Her şeye rağmen Musa ve Fevzi zafer kazanmış gibi sevinçle evden çıkarlar. Artık iş altını paraya çevirmeye gelmiştir. Musa’nın aklına askerlik arkadaşı Apık Çavuşun Osman gelir. Fevzi ile birlikte doğruca evine giderler. Avludan içeri girerler. Musa seslenir:
-Hey Cenderme!.. Sırma Gelin!...
Sırma, Osman’ın eşidir. Evleri tek katlıdır. Bir tarafında kendileri ve çocukları, diğer tarafta da hayvanlar... Yaz kış hep böyle bir arada kalırlar. Sırma, Musa’nın sesini duyar duymaz dışarı çıkar.
-Vıı, Musa Ağa sen misin? Siz gelir miydiniz hanemize? Hele içeri buyurun!...
-Cenderme evdeyse gelirim Sırma.
-He, evde. Sen yabancı mısın Musa Ağa? Herif, bah. Musa Ağa geliyo...
Musa ve Fevzi hızlıca gibi içeri girerler. Bu dâvet bir fırsattır onlar için.
-Selâmünaleyküm Cenderme.
-Aleykümselâm tertip! (Osman gülümser) Hayrola tertip! Sanki bi işin varmış gibi. Yosam benim fahir haneyi bek bilmezdin.
-Yahu, öyle deme Cenderme! Seni sevdiğimi eyi biliyon. Gerçekten işim düştü sana tertip.
Musa hemen elini ceplerine götürür, altınları çıkarır. Sırma Hanım altınları görür görmez araya girer;
-Bunlar da ne Musa Ağa? Yosam Elif Bacımın gızının altınları mı?
Musa ve Fevzi birbirlerine bakışırlar. Gülümserler sadece. Sırma Hanım konuşmasına devam eder:
-Yoo! Olmaz Musa Ağa! Nasıl olur? İki gunlük gelinin boğazından, golundan altınları alıp boynunu buktürmek... Yahışık almaz. Elif Bacımın o gozel gızını üzdürmem ben.
Musa ve Fevzi yine birbirlerine bakışırlar ve sessizce beklerler. Sırma Hanım, hemen köşede duran ve üzeri örtülü ağaç sandığı açar. Osman dahil hepsi sessiz ve hareketsiz bir şekilde beklerler Sırma’yı. Sırma, sandığı açtığında eline bir resim alır ve gülerek gösterir.
-Bah, Musa Ağa senin iresmin. Eskere gettiğinizde çektirmişsiniz. Bunu hep sahlarım. Biz seni her zaman severik, sayarıh Musa Ağa!
Sırma Hanım resmi yerine koyar. Arkasından bir bohça çıkarır. Bohçayı kocası Osman’a verir. Osman bohçayı alır almaz düğümünü çözer.
Sırma Hanım tekrar araya girer:
-Ne gadar lâzım Musa Ağa?
-Sekiz yüz lira, Sırma.
-Demek sekiz yüz lira için gul gibi gelinin altınlarını mı bozduracıdın Musa Ağa? (Altınları iki eliyle toplar Musa’nın cebine kor) Sen bunları al, Elif Bacımın gızına geri ver Musa Ağa. Ben o gelinin üzülmesine dayanamam.
-Valla, beni çok utandırdınız. Allah razı olsun sizden.
Osman, eline aldığı parayı sessizce sayar ve Musa’ya uzatır.
-Al tertip. Sekiz yüz lira. Bi de sen say. Bah, bin liram vardı. İstersen iki yüz lirayı da veriyim.
-Yo istemem. Çok sağ ol tertip! Sen benim işimi gordün ya... Bu yeter bana. Allah razı olsun sizden.
-Sahi, kime bu darın tertip?
Musa, Osman’ın bu sorusu üzerine gülümser.
-Gayınbabana tertip.
Sırma Hanım araya girer hemen:
-Ağama mı verecidin Musa Ağa?
-He ya! Memmed Ağaya verecam. Hacca gidecamiş...
-Doğru. ‘Hacca gidecam’ diyodu. Ağamın daha çok parası var halbuki. Sıkıştırmasa n’olur?
-Yoh, hahlı Memmed Ağa! Allah razı olsun! Beş ay durdu gene. Yalnız Sırma, senden rica etsem!..Bu parayı şimdi ağana verip gelsen... Biz ecik sohbet edek Cenderme’ynen.
-Olur. Aha veriyim, geliyim.
Musa sekiz yüz lirayı Sırma Hanıma verir. Sırma Hanım, babasının evine gider. Zaten babasıyla evleri çok yakındır. Geldiğinde Musa hemen kalkmak ister. Sırma Hanım bir ayran içmeden salmayacağını söyler. Birer tas ayran içtikten sonra kalkarlar. Çok büyük bir sevinçle ve teşekkür ederek ayrılırlar. Sokağa çıktıklarında Fevzi, amcasına seslenir:
-Bana nasıl gızıyolardı emmi, bi gorsen. Hele anam, dişlerini sıhıp duruyodu...
-Biliyom Çakmak. Biliyom! Onlar da hahlı aslında Çakmak. Golay daal tabi. Hele gelinin boynunu, boğazını, elini, golunu soy suvana çevir... Zor gelir bi geline. Ama şimdi nasıl sevinirler...Yeniden bulmuşa dönerler.
-Öyle emmi!..
-Yusuf, demek para getirmemiş öyle mi Çakmak?
-Valla emmi benim heç bilgim yoh. Anamın deyişine gore, bek çalışamamış. Çalıştığını da yemiş. Öyle diyo anam.
-Yusuf, niye böyle yapar ki?.. Biz kimin için çalışıyoh, çabalıyoh ki?.. Şu anan var ya, anan... Hep onun başının altından çıkıyo bunlar. Oğlanın ahlını çelen hep o. Ayrı çalışmahtan kim fayda gordü ki? Hemi bize heç gelmez ayrılıh. Hem gelmez hem yahışmaz. Bunu bilmez ki garı milleti. Buna en çoh düşmanlar sevinir. ‘Ayrılığın tohumu fesattır’ derdi Hüseyin Emmim.
-Havuz Emmim mi?
-Havuz Emmi ya!.. Çoh ahıllı, bilgili biriydi Hüseyin Emmim. Derin hocaydı. Ohumayı severdi. İleri gorüşlüydü... İşte, bu fesatlığı da anan yapıyo Çakmak.
Musa ve Fevzi kendi kendilerine konuşa konuşa evlerine girerler. Doğruca Ikbal Gelinin yanına varırlar. Altınları çıkarır verirler. Ikbal Gelin ve Rabia Hanım hiçbir şey sormazlar, söylemezler. Sadece gülümserler ve sevinirler.
_________ romanın devamı var _________ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Köy hayatı, köyde sülâle büyüklerinin (bizim orada kabile derler) sözünün herkesi bağlayıcılığı... Evet, ne çok değişmiş. Bizim zamanımızda kalmamıştı, ama aynı annemin, büyüklerimizin anlattığı töreler, büyüklere saygı, istişareler... Tabii zaman zaman büyüklerin kendilerine yonttuğu, önceliği ailesine verdiği de malûm... Daha yakınlara kadar, siyasî tercihleri bile aile büyüklerinin yönlendirdiği bir gerçektir. Parsayı da tabii aile büyüğü toplar. Gelenekten kalan sadece büyüğe itaat olmuş. Büyüğün büyüklüğünün sorumlulukları, göz- kulak olma görevi unutulmuş... Dolayısı ile büyüklerin sözü de hükümsüz kalacak artık. Zira tek kanatlı kuş uçmaz. Yetki ve görev dengesi bozulursa, olacağı buydu.
Romanınıza gelince... Eskilere ilgi duyan, büyüklerinden yaşadıklarını bir masal gibi dinleyerek büyüyen birisi olarak, merakımı çekmeye devam ediyor. Şimdilik, adeta Musa Kâ'nın romanı gibi. Yusuf'un başrole geçeceği bölümleri bekliyorum. Özellikle devlet dairesindeki işleyiş, tarihe tanıklık eder cinsten. Sanırım, gerçek bir hayatı konu edinmişsiniz.
Kolay gelsin. Selâm ile...