- 714 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Söyleşi
“ Hiç kuşkusuz, bu sonsuz göğün altında bir yurdu varsa eğer şâirin o
yurt, içinde doğduğu dilidir. Yani dil, anayurdudur şâirin. Ve
anayurdun tüm mevzilerini şâir; her tür istilaya karşı, doğaldır ki
korur.” Şiirlerinde özlemlerin, sevgi açmazlarının, aşkın, buruk yeşil
elma tadını duyumsatırken, birden isyanın, haksızlığa dimdik duruşun
şahlanarak dörtnala yol aldığı dizelere sürüklenirsiniz. Öyle ki her
bir sözcük sizi alır tek başına, yaşanan andan koparır hüzünlü bir
dağın zirvesindeki kalabalığın içine bırakıverir birden. Şiirlerinde
her renk duyguyu bir anda yaşatan, şâirliği asla salt şiir yazmak
olarak algılamayan, geleneklerin buğusunu geçmişten alıp bugünle
harmanlayan ve geleceğe taşıyan bir şâirdir, Tuğrul Keskin. Şâir
olmanın bilinçli farkındalığı ile toplumsal sorumluluğunu yürekten
yüreğe aktarandır.
1980’den beri devam eden şiir serüveninde; “Zifir” adlı yapıtla
2004 Yunus Nadi Şiir Ödülü alan Tuğrul Keskin 12 - 16 Mayıs 2005
tarihleri arasında Eskişehirli şiir severlerle buluştu. Önce
Osmangazi Üniversitesi’nde, “Düş ve Şiir” , ardından Eskişehir Sanat
Derneği’nde “Şiir ve Dil” konulu söyleşileri gerçekleştirdi.
Nedime Köşgeroğlu: 1980’den beri şiirlerinizi ve sizi izliyoruz.
Serüveniniz içerisinde şiirinizi besleyen kaynak ya da kaynaklardan
söz eder misiniz.
Tuğrul Keskin: Doğaldır ki hayattır asıl kaynak. Hayatı savunmak,
hayatında sizi durmadan yenilemesine yol açacaktır. Hayat
çıldırtıcıdır ama yelesini avuçlarınızda hissedebileceğiniz bir
rüzgârdır da. Bilirsiniz, derin, soğuk bir suya dalmak gibi. Yarını
bugünden yaşayabileceğiniz olanakları da sunar, umutsuzluğu da.
Önemli olan, onun pınarlarından ışıltılarla çağıldayan sesini
duyabilmektir. Hayatı dönüştüren, dönüştürürken de estetik tatlar
bırakan ne varsa, sakınmasız yönelirim ona. Bu aşk da olabilir, bir
Azeri söylencesi de. Belki Irak’taki işgal ortasında direnen bir
çocuğun umudu yahut umutsuzluğudur bize dayattığı. Yani ki,
anlayacağın gibi, önemli olan hayattan veya hayattaki nesnelerden
etkilenmek değil, etkilendiğimizin yörüngesinde kalmamak; ona yeni
şekiller, duruşlar kazandırabilmek biraz da.
Nedime Köşgeroğlu: Goethe şâiri şöyle tanımladı. “ve acıdan dili
tutulunca insanın, bir tanrı çektiğimi anlatayım diye bana dil
vermiş” Sizce de şâir, dili tutulan insanın konuşan dili midir, ya
da başka bir deyişle acı mıdır insanı donduran ve şâiri yaratan?
Tuğrul Keskin: İnsanın konuşan dili midir şâir ben bunu bilemem,
ancak şamandaki ozan geleneğine bakınca biraz öyle galiba. ‘Kam’,
şâiri, bir tür ‘atasagun’ olarak görmüş, değerlendirmiş. Kendisinde
olmayan yahut olmasını istediği ne kadar iyi özellik varsa ‘ozan’a
yüklemiş. Tanrı ile bütün ilişkilerini ‘ozan’a düzenletmiş mesela.
Tanrısı ile bütün konuşmalarını ‘ozan’ın dili üstünden yapmış.
Buradan bakılınca ve Goethe’nin andığımız sözü söylediği dönemi
değerlendirince, öyle gibi duruyor. Acıya gelince, insanlık var
olduğundan beri acısını, feryadını hep şâirlerle birlik söylemiş.
Çünkü şâir acıyı her zaman heybesinde taşıyandır. Yanarak, daha
yanarak dünyadaki diğer yananların yangınını anlayacağını bilir
şâir. Hayatın öznesi olabilmiş gerçek şâirlerden söz ediyorum takdir
edersiniz ki. Çünkü dünyada her şeyin ‘gibi’sini yapan insanlar
türedi artık, acıları bile ‘gibi’ yaparak yaşıyor kimileri.
Nedime Köşgeroğlu: “Bir Suyun Kıyısında”, “Kırılan Kar Sesi”,
“Babek”, “Tacir ve Cinayet”, “İpekler Çoğaltmaya”, “Zifir”,
“Solgun”, “Eski’ten”, “Babek Bir İsyan” isimli şiir kitaplarınız
var. “Zifir” ile 2004 Yunus Nadi Şiir Ödülü’nü aldınız. “Zifir”de
giderek kararan dünyanın karşısında umut arayışı ve inancı olan bir
şair görüyoruz. “Zifir”i anlatır mısınız bize, nedir “Zifir”?
Tuğrul Keskin: Zifir’in Türkçe sözlükteki anlamı aynen şöyledir:
“Tütün dumanının meydana getirdiği siyah ve acı kir.” Elbette ben bu
anlamda kullanmadım. Zifir, imge dilimizde ‘zil karanlık’ ‘çok
karanlık’ anlamlarında da kullanılır. Ancak ben zifiri ardında
sonsuz aydınlık büyüten karanlık, karanlığın ardı umut v.s
anlamlarda kullandım. Bilmelisin ki benim zifirim, umutsuzluktan
çok, umudu imleyendir. Yani ki, rengi kızıldan griye doğru açılan
renklerin bütünüdür. Bu ise, yaşadığımız coğrafyanın acısı ve kederi
ile iç içeliği ifade eder. Gri Doğu’nun bozkırının, Ortadoğu’nun
rengidir biraz da. Şimdilerde o coğrafyayı işgal altında tutan
Batı’nın vahşileri, bütün barbarlıklarıyla coğrafyamızda
konuşlandıklarından bu yana, hayatımızdaki rengin adıdır zifir.
Küresel terörün vahşileri bilmezler, buraların her yerinde kan akan
yaraya sigara külü basarlar. Kızıl ve grinin birleşerek oluşturduğu
bu yeni, üçüncü rengin adıdır zifir. Heder olan ömrümüzden artakalan
ve durmadan göğe savrulan külün rengidir zifir, ki bu kül çokça
ilgilendiriyor beni yaşadığımız bu zulümler çağında.
Nedime Köşgeroğlu: “Acıyı yanında bilmek olgunlaştırıyor insanı /
fesleğenin fesleğen olduğunu öğretiyor birden” demişsiniz “İpekler
Çoğaltmaya” adlı kitabınızda. İnsanın farkındalığının acıyla
arttığını söylüyorsunuz. Acı insanı olgunlaştırıyor mu gerçekten?
Tuğrul Keskin: Elbette, acı farkındalığı arttırır, derinleştirir
insanı. Belki de insanı derinleştiren tek duygudur acı. Bu duyguya
aşkı da ekleyebiliriz belki. Ancak aşkın da acıyı çoğalttığı
zamanları daha çok. Tabi amacım sorunuz üstüne acıya methiye düzmek
değil, tespitinize katıldığımın altını çizmek. Mesela mutluluk
diyelim, çok kişisel bir gelgeç duygudur. Üretken değildir mesela.
Belki de bunun için mutluluğun şiiri yazılmaz hiç. Zaten ve sanırım
mutlu olan insanlar da bu duygularının yazılıp yaygınlaşmasından
çok, bunu yaşamayı isterler her halde, bilemiyorum. Yine de şunu
isterim hep; ne acılar olsun yeryüzünde, ne acıları yazan insanlar.
Ama böyle olmaz nedense. Çünkü insan, en başlangıçtaki ütopyasına
yüz çevirdi. İşte bundandır ki, acıyla derinleşebiliyor artık.
Nedime Köşgeroğlu: “ve çılgın aşıklarıydı onlar yeryüzünün /
Dağıstanlıydı biri, öbürü Ege’nin köylerinden / Buğday tenli
çocuklardı, varoşlarda büyüdüler / Ayrılırken gökyüzünü tutuşturmayı
sevdiler” demişsiniz “Kırılan Kar Sesi”nde. Ne güzel bir arkadaşlık
şiiri olmuş. Şiirlerinizde arkadaşlarınız, yoldaşlarınız,
aşklarınız, acılarınız, umutsuzluk ve umut arayışlarınız sıklıkla
işlediğiniz temalar. Sanki şiirleriniz hayat serüveninizde
yoldaşınız olmuş, öyle mi?
Tuğrul Keskin: Bilmem, asıl olan yazılandır tabi. Ancak,
yaşamadığım, daha doğrusu içimin derinlerinde duymadığım, sezmediğim
duyguları yazmam. Yazdığım ne varsa, içime yaptığım uzun
yolculuklarda mırıldandığım sözlerdir biraz da. Çünkü ben şâirin,
davranış biçimlerinin bir öznesi olmasından çok, gerçek hayatın
öznesi olması gerektiğini düşünürüm hep. Bu da yaşadıklarımdan
hareketle yazmayı zorunlu kılıyor sanırım.
Nedime Köşgeroğlu: İlk baskısı l985’te yapılan “Bir Suyun
Kıyısında” adlı kitabınızda “Yalnızlığıma alıp oturttum Babek’i...”
diyorsunuz. Babek, yalnızlığınızın tesellisi olmuş sanki o yıllarda.
Sonrasında Babek’i bir destan şiir olarak düşünmüşsünüz 1990’da.
2005’te “Babek Bir İsyan” adıyla ve genişleterek üçüncü baskısını
yayınladınız. Okuduğum ve bilebildiğim kadarı ile epeyce yeni şiir
eklenmiş bu baskıya. Konuşulmadan geçilmesi olanaksız olan tarihsel
bilgiler. Bu Azeri halk önderinin hayatını, uzun bir sevgi olarak
taşımışsınız hep. Gerçekten kimdir Babek?
Tuğrul Keskin: Ne güzel bir soru. Belki de benim şiirlerimin kökü
orada, Babek’tedir bilemiyorum. İlk bakışta, benim şiirlerimi
derinliğine bilen okurda bir farklılık yaratır Babek. Haklıdırlar,
çünkü Babek 837 yılında, yani ki yaklaşık l200 yıl önce öldürülmüş,
tarihin ilk materyalist isyanının önderi. Bense bildiğiniz gibi
modern dünyanın bir şâiriyim. O zaman niçin mi yazdım Babek’i.
Kendimizi ve yaşadığımız bu dünyadaki her türden zulmü biraz olsun
anlamak için diye düşündüğüm oluyor kimi zaman. Bir de ve sanırım en
önemlisi; Babek’in kanının akıtıldığı coğrafyada (yani Bağdat ve
civarında) o zaman da, bugün de, dökülen kan hiç eksilmedi. Biraz da
bu kan değil mi ki yazdığımız zaten. Bu kısa bilgilerden de
anlaşılacağı üzere Babek, şimdi Güney Azerbaycan olarak bilinen,
İran toprakları içindeki Erdebil kentinde doğdu. Ölürken kırk yaş
civarında olduğu sanılıyor. Ölümü, gerçekten bu gün bile katlanılır
bir acı değildir, ki bende hâlâ capcanlı yaşadığını duyarım.
Selçuklu veziri Nizamülmülk “Siyasetname” adlı kitabında, ölümünün
son saatlerine ilişkin şunları aktarıyor: “Mutesim, Babek’e; “Ey
haramzade, binlerce Müslüman’ı öldürdün” deyince, Babek cevap
vermedi. Mutesim, el ve ayaklarının kesilmesini emretti. Elinin biri
kesilince, diğer eliyle kesilen elinden kanı alıp yüzüne sürerek,
yüzünü kıpkırmızı yaptı. Mutesim, “yine ne hile düşünüyorsun’ dedi.
Babek, “Hiçbir şey yok” dedi. Mutesim, “Ne söylediklerini
bilmiyorum” dedi. Babek, “Benim el ve ayaklarımı keseceğinizi
biliyorum. Kanım aktıkça yüzüm sararacak. Yüzümü görenler korkudan
sararmış demesin diye bunu yaptım” dedi. Mutesim, boynuzları
üzerinde yüzülmüş bir sığır derisi getirmelerini, Babek’i, boynuzun
iki kulağına gelmesi şartıyla içine koyup dikmelerini emretti. Bu
postu dar ağacına astılar. Deri kuruduğu halde yaşadığını gördüler,
nihayet acılar içinde öldü.” Şunu açıklıkla söylemeyi çok isterim;
Benim Babek’i yazmam, Azeri olmamla çok ilişkili değil. Babek hangi
etnik kökten olursa olsun, onun isyanına dil olmayı isterdim. Çünkü
düşmanları, düşmanlarının parasıyla kalem oynatan tarihçilerin hemen
tamamı, onun ölüm karşısında davasına bağlılığını, “büyük metanet
gösterdi” diye övmek zorunda kalmışlardır. Babek, yaşadığı dönemde
insanlık onurunun direnme hattı idi Bağdat’ta. Hayatın “cilvesine”
bakın ki, 1200 yıl sonra bu gün de Bağdat, insanlık onurunun direnme
hattı, mevzisi olmuştur. Şimdilik bu kadar olsun. Teşekkür ederim.
Nedime Köşgeroğlu: Ben de çok teşekkür ederim.
Tuğrul Keskin: Rica ederim.
Not: Biz de düşLE Edebiyat Dergisi olarak bu söyleşiyi bizimle
paylaşan sevgili Nedime Köşgeroğlu’na teşekkür ediyoruz.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.