- 904 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜ.FE.K(TÜRK FEDAİLERİ KURULUŞU)
BÖLÜM 4
HABERCİNİN CESEDİ
10 KASIM 2010 Saat:06.20
Mahmut Ali’nin telefonu çalıyordu. Arayan, Adem Baş Komiserdi. Konuşmasına, bu saatte rahatsız ettiği için, özür dileyerek başladı. Bir ceset daha bulduklarını, izni olursa gelip, kendisini almak istediğini söyledi. Mahmut Ali, telefonla konuşurken, bir yandan giyiniyordu. Gelip almasını söyledi. Necdet’de uyanmıştı, kimin aradığını sordu. Baş Komiser Ademin geleceğini söyleyince Necdet’de, kafeteryaya geçmek için, hazırlanmaya başladı. Baş Komiser gelmişti, Mahmut Ali’yi de alarak, Belligün caddesi, Ballıbaba sokağı girişi adresine doğru yola çıktılar. Olay yerine geldiklerinde, Emniyet Müdürü, Savcı, adli tıp uzmanı Bekir Bey ve Özlem Müfettiş, orada hazır bekliyorlardı. Yine, olay yerini, polis kordonu içine almışlar ve olay yeri inceleme etrafta delil arıyordu. Emniyet Müdürü, Mahmut Ali’nin geldiğini görünce, kendisine doğru yürüyerek karşıladı O’nu, selamlaştılar.
“Cesedin sayesinde, güne erken başladık ne dersiniz?”
“Belli ki sizi duydular, ‘bu gece ceset olmasa da rahat uyusak’ demiştiniz” diye yanıtladı Mahmut Ali, gülümseyerek.
“Doğru söze ne denir, en azından uykuyu aldık.”
Yağmur çok ince ve hızlı yağıyordu. Bir gazeteci geldi olay yerine, yaklaşıp fotoğraf çekmek istedi. Emniyet Müdürü, gazetecinin gelmesinden, polislerden birinin gazeteciye haber verdiğini anlamıştı. Öfkeyle bağırdı.
“Kardeşim, kaybedin şu adamı gözümün önünden, sabah sabah nereden haberi oldu, telsiz anonsu bile geçmedik, haberciler yığılmasın diye, buna kim haber verdi. Onu bulursam, meslek hayatını karartacağım, ne diye çağırıyorsunuz bu haber süsleyenleri.”
Gazeteci, müdürün bağırmasına cevaben, ünlü olmak isteyen artistler gibi, hem çağırıp hem de azarladıklarını, kimsenin basın özgürlüğünü kısıtlama hakkı olmadığını, bir olayın failini bulamadıklarında, suçu her zaman basın mensuplarının üzerine attıklarını, çözemedikleri olayların beceriksizliklerinin yüzünden değil de, medyanın yüzünden olduğunu işte böyle bağırdıklarını söyleyince, Emniyet Müdürü öfkeden çıldırmıştı. Gazetecinin üzerine yürüdü, polisler, adamı uzaklaştırdılar. Bu tatsızlığın ardından, hepsi, cesedin başına geldi. Adli tıp uzmanı, Mahmut Ali’ye yine iltifata başlamıştı ki, savcı azarladı kendisini. Cesedin yanına eğilen Mahmut Ali, Bekir Beye baktı. O’da, kaçırdığı bir ayrıntıyı, Mahmut Ali’nin derhal tespit ettiğini anlamıştı. Diğerleri de aynı merakla, cesedin üzerine doğru eğildiler. Mahmut Ali, cesedin durumu hakkında bilgi rica etti, adli tıp uzmanından.
“Ellili yaşlarda, öleli on saat kadar olmuş. Daha önceden aldığı, iyileşmiş iki kurşun yarası var sağ göğsünün üzerinde, bunun dışında, fiziki durumu iyi görünüyor, yaşına göre oldukça bakımlı ve atletik yapılı. Ölüm sebebi, yüksek miktarda kan kaybı gibi görünüyor. İşkence etmişler. El ve ayak tırnaklarının hepsini çektikten sonra, bütün parmaklarını tırnaklarının gerisinden, birinci boğumlardan kesmişler. Dişlerinin tamamı çekilmiş.”
Savcı, bir an boş bulunarak;
“Önce tırnaklarını çektiklerini nereden biliyoruz, belki parmaklarını kestiler” deyince, diğerleri sessiz gülümsediyse de, adli tıp uzmanı Bekir Bey oldukça keyifli bir kahkaha attı. Savcı, gaf yaptığını anlamıştı. Sözü toparlamak istedi ama Bekir Bey halen gülüyordu.
“Yahu savcım, bildiğinden mi söylüyorsun sen çok yaşa, sabah sabah neşe kattın. Önce parmak kesilir, kesilmiş parmaktan tırnak çekilir mi, neresi mantıklı. Hiç güleceğim yoktu. Adama işkence etmişler, önce tırnaklarını sökmüş, sonra parmaklarını kesmişler. İki kere acı vermişler. Öyle ya, sizde haklısınız, parmağı kestiler, sonra adama göstererek, kestikleri parmaktaki tırnağı söktüler. Psikolojik işkence, haklı olabilirsiniz.”
“Kardeşim boş bulunduk işte, rakı doktoru, iyi ki yakaladın. Tamam, uzatma işte.”
Emniyet Müdürünün de uyarması üzerine, gülümsemeye devam ederek, cesede döndü ve kaldığı yerden anlatmaya devam etti Bekir Bey.
“Vücudundan aldıkları bu parçaları, plastik bir poşet içerisinde, cesedin yanına bırakmışlar. Bununda ağzındaki ipi çekince, midesine saldıkları şu madalyondan bulduk. Üç cesedin boynunda da kolye izi vardı. Bunları taktıklarından çok eminim. Bununda kalbini sırtından almışlar. Yahu buna ne diye uğraşıyorlar anlamadım. Adamları soyuyorlar, işkence edip öldürüyor, sonra bir güzel temizleyip geri giydiriyorlar. Ne diye bu özen bu itina, baksanıza bunu da temizlemişler. Çiçek gibi.”
“Güzel soru” dedi Mahmut Ali.
Adli tıp uzmanı Bekir Bey devam etti konuşmasına;
“Göğsüne çiviyle tutturulmuş bir fotoğraf vardı. Madalyon ve fotoğraf Adem Baş Komiserde. Gördüğünüz gibi, ceset tamamen kuru, karton bir kutu üzerine yatırmışlar, cesedi bulan vatandaş, yağmur başlamadan önce üzerini naylonla örtmüş. Bu cinayeti işleyenler de aynı kişiler. Bu cesedin üzerindeki kıyafetlerde oldukça pahalı, ayakkabısı ve saati, diğerleri gibi giyiniyormuş.”
Mahmut Ali, cesedin kıyafetlerini inceliyordu, boyun ve kol yakalarına bakıyordu. Ayakkabılarının altlarına ve içine baktı. Ayakkabıları çok temizdi. Çoraplarını çıkartıp, ayaklarını inceledi. Bekir Bey devam ediyordu anlatmaya;
“Adrenalin iğnesi ve kan vermemişler, boynundaki bu iğne izi, sakinleştiriciyi buradan vermiş olabilirler mi?”
“Olabilir” dedi Mahmut Ali,
Bekir Beyin tespitlerinin yerinde olduğunu, ekleyeceği hiçbir şey olmadığını söyledi. Bu cesedin ıslanmadan, ya da en azından kıyafetleri ıslanmadan önce, adli tıpta incelenmesi gerektiğini söyleyince, Emniyet Müdürü Adem Baş Komiseri çağırıp, cesedi adli tıpa nakletmesini söyledi. Olay yeri incelemenin durumunu öğrenip, savcıya fikrini sordu. O’nun da onaylamasıyla, olay yerini toparlamaya başladılar.
Mahmut Ali, Bekir Beye diğer iki cesedin midesinden çıkanların rapor edilip edilmediğini sordu. Olumlu yanıt alıp, diğer iki cesedinde midesindeki gıdaların aynı olduğunu öğrenince , bu cesedin midesinden çıkanları da öğrenmek istediğini söyledi. Ne yediklerini bilmek istiyordu.
Eğer mümkünse, cesedin kıyafetlerindeki, kir ve ter izlerinin, ceketin kol bölümünde, sürtünmeden dolayı olan leke izlerinin, ne kadar zamanda oluşabileceğinin bilinmesinin çok önemli olduğunu söyledi. Ceketin göğüs yakasında ve gömleğin göğse gelen yerindeki izlerin, gözyaşından kaynaklandığını tahmin ettiğini, gözyaşındaki tuzun, kumaş üzerinde ne kadar zamanda bu sertliğe ulaştığının öğrenilmesi durumunda, bu adamların ne kadar zamandır tutsak olduklarını anlayabileceklerini söyledi.
Ayrıca, bu son cesedin ağız kenarlarında, kıyafetinin kol ucunda ve bileklerinde, pantolon paçalarının uç kısımlarında, kalın bir yapışkanın izleri olduğunu, Yapışkandaki kimyasalın, ne kadar zamanda kuruduğunu öğrenmelerinin de, bu adamların kaç gündür tutulduğu hakkında kesin bilgi vereceğini söyledi.
Bu insanların tutuldukları yerin ortamının, temiz ve havadar olduğunu düşündüğünü fakat tutuldukları yer ne kadar hijyenik olsa da, bir yerde uzun kalındığında, o ortamdaki küçük canlıların, ten yâda kıyafetlere nüfuz edeceğini, dışkı ve yumurta bırakabileceklerini, böyle bir şey varsa, böcekbilimcilerin bu dışkı ve yumurtaların oluşum evresinden, kaç günlük olduğunu bileceklerini, mümkünse rapora eklemelerini istedi.
Savcı ve Bekir Bey, işleri bitince vedalaşıp ayrıldı. Emniyet Müdürü, Adem Baş Komisere fotoğrafı ve madalyonu sordu. Madalyonu alıp, Mahmut Aliye uzattı ve tekrar Adem Baş Komisere cesedi bulanın kimlik bilgilerini sorup öğrendikten sonra, cesetle ilgili tüm bilgileri mümkün olduğu kadar çabuk hazırlamasını söyledi. Henüz erken olduğu için rahatsız etmeyip, uygun bir saatte Azap’ı arayıp, cesedin göğsündeki fotoğrafı yollaması talimatını da verdikten sonra, Mahmut Ali’ye döndü.
Mahmut Ali madalyonu inceliyor, Özlem Müfettişte yanında, sessizce kendisini izliyordu. Emniyet Müdürü konuşurken, Mahmut Ali madalyonu kendisine uzattı.
“Ne dersiniz, bu da başka bir şekil madalyon.”
“En azından, her birinin görevini biliyoruz artık.”
“Bu iyi haber işte, madem erkenciyiz, burada işimizde kalmadı, sıcak bir çorbaya ne dersiniz?”
“Çok iyi olur Ercan Bey, siz ne dersiniz Özlem Hanım?”
“Bende hayır demem.”
“Bu sefer ben ısmarlayacağım, suçluluk duyuyorum Mahmut Ali Bey, yoksa içmem, herkes kendi içsin çorbasını, sizinle de gelmem.”
“Peki, olur. Necdet’i arayım, zaten biz gelirken, O’da kafeteryaya geçmek için hazırlanıyordu.”
Saat:07. 40
Necdet’i arayıp haber verdi. Özlem Müfettişin kullandığı araçla kafeteryaya doğru yola çıktılar. Mahmut Ali arkada oturuyordu. Oldukça düşünceli bakıyordu kapı camından yolu seyrederken. Emniyet Müdürü, bir şey söylemek için arkaya dönünce, düşünceli halini görüp, sebebini sordu.
“Dalmışsın Mahmut Ali Bey?”
“Azap geldi aklıma, ne yapıyor, nerede deli çocuk?”
Mahmut Ali’nin bu cevabı üzerine, aynadan manalı gözlerle kendisine baktı Özlem Müfettiş.
“Merak etmeyin bu gün yarın gelir, ne işi olduğunu tahmin edebiliyorum.”
Emniyet Müdürü, bu sefer Özlem Müfettişe doğru döndü.
“Bir şey mi kaçırdım ben? Ne olmuş Azap’a zıpkın gibi adam, hem ne işi varmış bildiğiniz?”
“Zıpkın gibi olduğu tartışılmaz, söylediğim gibi bu gün yarın gelir, peşinden de Ferda Durusöz’ün öldürüldüğü haberi.”
Özlem Müfettiş, Azap’ın soruşturmasında bulunduğu zamanda emin olduğu gibi, bu günde çok emindi, kayıp 169 çocuğun davasında, cinayetlerin failinin Azap olduğundan ve bundan rahatsız oluyordu. Aslında, kendisini rahatsız eden, adamların kanun dışı ve canice öldürülmeleri değildi. Çünkü her birinin kabul edilemez suçları kesindi. O’nu rahatsız eden, hoşlandığı bir erkeğin katil olduğundan emin olmasıydı. Bu düşünce, kendisini çok üzüyordu.
“Ben hiçbir şey anlamadım” diyerek, geriye yaslanıp yolu izlemeye koyuldu.
“Ne soracaktınız az önce? diye sordu Mahmut Ali, Emniyet Müdürüne.
“Ha, unuttum yahu, unuttum da, bu Ferda Durusöz kim? Azap, bu adamı öldürmeye mi gitti? Kafamı karıştırdın Özlem Hanım, neler dönüyor bir anlat hele.”
“Azap, istifasına sebep olan olayda, iki yüz kişiye yakın insanı tutuklattı. Bir kısmı, yakalanmak için gidildiğinde ölü bulundu. Diğerlerinin hepsi cezaevine girdi.”
“Ne güzel yapmış işte, kanun adamı da bunu yapar zaten. Ne yani suçsuz adamları mı yakalatmış, suçsuz var mı içlerinde?”
Emniyet Müdürü, biraz alaylı konuştu. Özlem Müfettiş, Emniyet Müdürüne doğru bakarak kısa ve acı bir gülüş attı. Bilmediğiniz ne felaketler var der gibi ve cevap verdi sorusuna;
“Hayır, suçsuz değiller, hepsi suçlu, ceza almayan da kalmadı, bir şekilde serbest kalanlar da…”
“Hani hepsi suçluydu?”
“Müdür Bey, anlatıyorum işte.”
“Hepsi suçlu da nasıl çıktı bu adamlar, sen de Azap’ımı suçluyorsun? Bir şekilde çıkan suçluları, bir şekilde çıkartanları suçla bence.”
“Kimseyi suçladığım yok, Azap’ın yaptığı büyük bir olay, inanılmaz bir başarıydı. Evet, bu kadar suçluyu adalete teslim etti. Bir çeteyi çökertti, onunla ilişkili olanları tespit etti ve cezalandırılmalarını sağladı. Tabi, çetenin elemanları katledilmiş olarak bulundu. Ceza alanlardan, serbest kalıp dışarı çıkanların da hepsi öldürüldü. Bu olayla alakalı olup da, dışarıda olan kimse yaşamadı.”
“Kim öldürmüş, Azap mı? Çocuğu mesleğine küstürdünüz be, başarı göster üzerine gelsinler, ben olsam ben de istifa ederdim. Yahu, herkes ektiğini biçer, çocuk katillerine mi acıyacağız, hem Azap’ı sorumlu tutman hoşuma gitmedi. Bak, aramıza aldık, ekip kurduk, bir sürü işimize yarıyor. Edindiği bilgileri paylaşmadığı birim kalmadı neredeyse, kötü bir adam olsa, azıcık belli olur halinden tavrından. Kötü biri olsa ne işi var bizimle, yediler çocuğu, işini gücünü aldılar elinden. Kapatalım bu mevzuyu, durduk yere adam öldürenleri biliriz biz, çok gördük çok, ömrüm geçti kızım, üzme beni.”
“Adam öldürülmesini anlarım müdür bey, zararlı ve çok kötü bir adamdır, bir şekilde toplumun içindedir, bunun öldürülmesini anlarım. Ama Azap’ın soruşturma geçirdiği cinayetleri bir görmeliydiniz. Ben, bu şekilde adam öldürülmesini anlamıyorum. Nasıl bir ruh hali, beynin içinde nasıl bir canavar var. Tamam, vur ölsün, bıçakla ölsün. Ama vahşice bir cinayeti kim işler. Şu elimizdeki cesetler var ya, bunlar gibi işte, bunlar biraz daha yaratıcıymış, pek fark yok. Evet, Azap’ın yaptığını düşünüyorum, Azap kötü biri değil bende biliyorum ama bu şekilde cinayet işlemesini anlayamıyorum. Elimden gelse, tedavi olmasını sağlayacağım. İkinci bir kişiliği olmalı.”
“Bana kalırsa, senin hayal gücün fazla çalışıyor, ne diye Azap’ın yaptığından bu kadar eminsin, ne buldunuz hakkında, var mı delil, var mı onun yaptığını gösteren bir iz?”
“Hayır, yok ama…”
“Yahu bırak kızım, âmâsı falan yok, iyi çocuk Azap, güven sen bana.”
“Bilmiyorsunuz Müdür Bey, herkesin gözüne soktu cinayetleri, suçlu böyle cezalandırılır dedi. Onlarca insan öldürüldü kayıp çocukların davasında.”
“Neyi bilmiyorum, ben polisim kızım, bu meslekte yaşlandım, sen boşuna konuşuyorsun. Delil var mı? Yok. Suçsuzmuş demek ki. Azap katil diyelim, önce delil bulmak lazım. Bak elimizde üç ceset var, profösyenel cinayetler, bunları da mı Azap yaptı. Demek ki, esaslı katiller var ortalıkta. Eh, var olduğunu zaten biliyoruz, şerbet satmadık bunca sene, senin dediğin cinayetleri de başkası işlemiştir. Yâda, en azından ispat edilene kadar, Azap işlememiştir. Kapatalım bu konuyu, arkadaşını rencide etme, akıllı uslu kadınsın, çetin cevizsin, başarılısın, aman canım neyse işte, kapansın bu konu.”
“Evet, çok katil olduğu kanaatinde haklısınız Müdür Bey, tamam, bir şey söylemiyorum artık, ama göreceksiniz, Azap gelecek ve biz Ferda Durusöz’ün öldürüldüğünü öğreneceğiz.”
“Kim bu adam yahu, öldürülürse öldürülsün, belli ki davayla alakalı, madem hepsi suçluymuş, kendin söylüyorsun işte, ne yapalım, üzülecek miyiz bu sapığa. Sevdiğimiz bir adamamı tavır alacağız, hem de hiç delil yokken. Kapatalım diyorum bu konuyu.”
“Bir güvenlik görevlisi olarak, nasıl böyle bir şey düşünebilirsiniz, ne demek, öldürülürse öldürülsün ona mı acıyalım, ne diye kanun var o zaman.”
“Ne demekse o demek işte. Tabiî ki kanun var, varda, bazen yanıltanlarda var, yalancı şahitlerdi, ayarlanan duruşmalardı. Bak, Ferda Durusöz’mü neyse herifin adı, suçlu diyorsun bak adam dışarıda. Nasıl çıkmış peki, demek ki adaleti yanıltmayı başarmış, madem bu kadar başarılı, dışarıda olan herkesi öldüren adam kendine gelince, onu da kandırıp kurtulsun ölmekten, bu kadar basit. Hem ölsün bu sapıklar, topluma karışmasın.”
“Size inanamıyorum Müdür Bey.”
“Bana inanamıyormuş, bu çocuk, duydun mu Mahmut Ali Bey, benim neyime inanamıyorsun Özlem Hanım, dur daha da şaşırtayım seni. Bu ülkede, idamın kalkmasına da karşıyım ben, idam olsun da, bak bakalım bunlar oluyor mu? At içeri besle, vergisini veren vatandaşa yük et, fakirin fukaranın ne suçu var, beraber mi suç işlediler. Bunun cezasını, bu insanlara da yüklüyorsun, cezaevlerinde sapık baktırıyorsun bu insanlara, bazen şansları yaver gidiyor, bazen değil, belki de her sapık bir kere çıkmıştır dışarı, kaç sefer af geldi bu ülkenin tarihinde. Çıkıyorlar, yine bir mazlumun canını yakıyorlar. Tamam, herkesi idam etme, ama belirle idamlık suçları, koy yasayı, işleyeni as kardeşim.”
“Ah, siz erkekler ne kadar vahşisiniz.”
Emniyet Müdürü, Özlem Müfettiş böyle söylerken, onun ağız hareketlerini taklit ediyordu.
“Size bir örnek vereyim, hatta hikâye gibi anlatayım izniniz olursa? dedi Mahmut Ali, onlarda rica edince, sözlerine başladı;
“Onurlu, karakteri çok sağlam bir adam varmış. İşini düzgünce yapıyor, vergilerini düzgün ödüyor, kimseye ihanet etmeden yaşayıp gidiyormuş. Karısını ve evini de çok seviyormuş. Çocukları olmuyormuş ama hiç incitmemiş karısını. Bir kız çocuğunu evlat edinmişler. Bu adam, devletini ve milletini de çok seviyormuş, devletine hizmet ettiği, önemli ve gizli bir görevi varmış. Hatta bir gün, makamca kendisinden çok yüksek ve kendisini işinden edecek bir konumdaki, devlet düzeyinde bir yetkiliyle ters düşmüş. Bu yüksek mevkili kişi, bir de sarhoşmuş üstelik neler söylemiş bizimkine, bizimki, işinden olabileceğini, işsiz kalıp karısına ve çocuğuna sıkıntı verebileceğini bildiği halde, gururunu çiğnetmemiş. Azarlamış bu yüksek mevkili kişiyi, çok fena şeyler söylemiş.”
Mahmut Ali bunları söyleyince, Emniyet Müdürü ona doğru döndü, kısa bir süre baktı gözlerinin içine, anlattığı adamda kendini görmüştü. Sarhoş vekille tartışması geldi aklına. Başını salladı Mahmut Ali’ye, onaylar gibi ve döndü önüne, Mahmut Ali devam ediyordu;
“Hatta yine bir gün, eşine benzerine rastlanmayan bir görev başarmış. Başardığı bu iş, dillere destan olmuş adeta. Televizyonlar, gazeteler ondan övgüyle bahsetmiş. Halkın sevgilisi olmuş. Halk alkışladı diye, görev amirleri de alkışlamışlar. Sonra, çok sürmemiş alkışları, başarı gösterdiği görevdeki bir ayrıntı yüzünden, gerçek sorumluları savunmak adına, kendi devletinde ki, aynı amaca hizmet ettiği görevliler tarafından günlerce sorgulanmış, bizimkinin üstüne gitmişler, yormuşlar, üzmüş, mesleğine küstürmüşler.”
Bu seferde, Özlem Müfettiş baktı aynadan Mahmut Ali’ye, Azap ve kendini görmüştü anlattıklarında, Emniyet Müdürüyle de bakıştılar çok kısa, sözün nereye geleceğinin merakıyla, dikkatle dinliyorlardı.
“Neyse, asıl mesele bunlar değil. Bir gün, devleti bir görev vermiş, zorlu ve gizli bir görev, bir süreliğine evinden ayrılması gerekiyormuş, gitmiş. Uzun sürmüş gidişi, karısı ve kızı yalnız kalmış, herkes unutmuş karısı ve kızını, devlet, akrabalar, komşular, kimsesiz kalmışlar. Durumları da kötüye gidiyormuş maddi manevi. Ne olmuş bizim insanlarımıza? Nasıl bir millet oluyoruz biz? Komşu komşuya acıyacağına, merhamet göstereceğine, gösteriş yapma merakına düşmüş. Ne oluyor bu tutkun, asil millete? Başına iş gelenin, başından herkes dağılıyor, sanki ona gelen kendine gelmeyecek gibi. Hatta bir gün, kızı düşmüş belini sakatlamış, beyni zedelenmiş, aylarca yatmış çocuk, karısı ise çaresiz. Hep kötü değil ya insanlar, bir akrabaları varmış, bunları yanlarına çağırmışlar, sağ olsunlar. Evleri müsait, durumları da iyiymiş, gitmişler. Onlar da, bir anne baba, iki çocuk, hep birlikte kalmaya başlamışlar. Evlerine gittikleri adam, bir şekilde, bir örgütle ters düşmüş. Örgüt, bunu öldürme kararı almış, ama öyle böyle bir öldürme değil, ailesiyle beraber çok feci cezalandıracaklarmış. Çünkü kendileriyle ters düşenlere örnek olsun istemişler.
Evi basmışlar bir gece, neler yapmışlar onlara! Belli ki, işkence ederlerken konuşturmuşlar, bizimkinin uzaklarda olduğunu öğrenmişler. Adamlar işlerini bitirip giderken, güya bunları, bizimkinin yaptığını gösteren deliller bırakmışlar, suç kalmış bizimkine, devleti nerede olduğunu biliyor ya, güya deliller sağlam suçu kesin ya, yaptığı işi ona veren başındaki büyükleri, işin önemli olmasından ve bizimkinin bu görevde çok gerekli olmasından dolayı, işini bitirmesini beklemişler.
İşi tamamlamaya yakın, her şey yoluna girince, bizimkini alıp, suçlu olduğuna kesin karar veren bir mahkemede, hapse atmışlar. Senelerce yatmış, bir şekilde çıkmış bir gün, adamları bulup, yaptıklarının aynısını onlara yapmış. Belli ki, bizimki de onları sorgulamış öldürürken, örgütteki diğerlerini öğrenmiş ve düşmüş peşlerine.
Şimdi, cani, katil olan bizimki mi, yoksa örgüt mü? Bu adamlarda her şey var, atmışlar tezgâhı, zorla satıyorlar, almayan yok. Cinayet, gasp, şantaj, yaralama, yargı yanıltma, olmadı satın alma, her şey var. Bizimki yalnız bir adam, bir başına, ne yapmalı sizce? Ne yapmış, intikam almış, sadece kendininkini değil, kimlere neler yapmıştır bunlar, bunları ortadan kaldırmış, topluma da hizmet etmiş. Daha kimlere zararları dokunurdu değil mi? Bunları, kendi adam öldürdükleri gibi öldürdü, ne yaptı? Korku verdi bunlara, ulaşılamaz olmadıklarını gösterdi. Ne yaptı? Bunlardan korkanlara cesaret verdi, onların baş edilemez olmadıklarını gösterdi. Kim katil? Söyleyin bana, lütfen söyleyin. Cevaplarken, bu adamların her kuruma sızdıklarını, etki edebildiklerini, güçlerini düşünün, bizimkinin silahı cesareti ve hayatına yapılan haksızlıkların intikamı.”
Mahmut Ali’nin, bu, hikâye gibi anlattığı örnek, ikisini de çok düşündürmüştü, bir süre konuşmadılar. Kafeteryanın önüne gelmişlerdi. Özlem Müfettiş arabayı park etti ama inmediler.
“Anlattığın adam var ya Mahmut Ali Bey, adam gibi adammış, bence suçlu falan değil! dedi Emniyet Müdürü, ikisi de, Özlem Müfettişe baktı.”
“Suçlu olan, anlattığınız adam değil Mahmut Ali Ağabey, Onlar gibi cinayet işlese de, haklı sebepleri olduğunu sıraladınız. Ama hali hazırda kanunlarımız var, bazen aksayabiliyor, bazen birileri kasten müdahale edebiliyor. O zaman, durumu anlattığınız adam gibi olan birinin yaptıklarını meşru sayabiliriz, çok onaylamasam da.”
“O zaman! Söyler misin, madem bu 169 kayıp çocuğun dosyasındaki her ayrıntıyı biliyorsun, öldürülen adamlar kesinlikle suçlu diyorsun. Hadi, adamlara acımak için bir kaç sebep bulalım. Çocuklar, öldürülen masum çocuklar, nasıl öldürülmüşler?” dedi Mahmut Ali.
“Dövülerek, kesilerek, köpeklere parçalatılarak ve tecavüz edilerek…”
Emniyet Müdürü, Özlem Müfettişin söylediklerine, tiksinerek ve söyleyecek bir şey bulamıyormuş gibi baktı. Mahmut Ali yine sordu;
“Siz de, böyle şeyler yapanlara acıyıp, Azap’ın peşine düştünüz. Adamların yaptıkları delille kanıtlanmışken… Neyse, adamlara acımak için sebep arıyoruz. Çocuklara tecavüz ederek öldürenlerin kim oldukları belli değil mi?”
“Evet.”
“Peki, bu adamlardan tecavüz edilerek öldürülen var mı, tıpkı çocuklara yaptıkları gibi?”
“Hayır, Mahmut Ali Ağabey, neden soruyorsun?”
“Adamlara acıyacak bir sebep bulamıyorum. Hem, eğer bu cinayetleri Azap işlemişse, yinede vicdanlı adammış. Ruh Halide gayet yerindeymiş. Benim anlattığım adam var ya, bunları, tecavüz ederek öldürürdü. Bu adamları yok etmek lazım kızım, Azap değil, kim yaparsa yapsın meşru saymak lazım.”
“Ama bizler adaleti temsil ediyoruz, böyle çalışmayız, içinde olduğumuz, işletmesinden sorumlu olduğumuz bir sistem var.”
“Sen iyi bir memursun, iyi insansın, görevine sadık ve dürüstsün, Azap’ı suçlama. Suçlamadığını da biliyorum. Sadece, onun kafasının içinde vahşi bir hayvan olduğunu düşünüyorsun. Bu, senin Azap’a yaklaşmanı engelliyor. Boşuna dert ediyorsun bunu kendine, inan bana yok böyle bir şey, dostluğumuz süresince, bu konuyu kapatalım artık. Hadi şu çorbalarımızı içelim, Ercan Bey, sizin de soracağınız aklınıza gelmiştir umarım.”
“Geldi kardeşim geldi, yemekte sorarım. Hadi inelim yahu.”
Saat:08. 05
Mahmut Ali’nin son sözleri, Özlem Müfettişin ruhunu okşadı. Gülümseyerek indi arabadan. Necdet kapıda karşıladı kendilerini. Selamlaştılar. Hacer Hanım ve Gizem masayı hazırlamışlardı. Dağhan servise yardım ediyordu, Onlarla da tanıştırdılar, hep beraber oturdular masaya. Neşe içinde, sohbetle yemeklerini yediler. Azap’ın lafı da geçmişti. O zaman, Hacer Hanım ve Gizem’in gözleri dolmuştu. Hacer Hanım, Azap’ı oğlu gibi sevdiğini, Gizem’in, Azap Ağabeyi ne zaman gitse, sürekli merak ettiğini söyleyince, bu sevgiye, Emniyet Müdürü ve Özlem Müfettiş de duygulandı. Necdet Bey ve Azap’la karşılaşmasalar hayatın zorluğuna ne kadar daha dayanabilirlerdi, bilmediğini söyledi Hacer Hanım. Üstelik Gizem’in geçirdiği kaza yüzünden, belkemiği ve beynini zedelemiş, tam da iyileşmemişti. Nasıl yalnız bırakmıştı insanlar, kimseleri sahip çıkmamıştı. Hacer Hanım bunlardan bahsederken, Emniyet Müdürü ve Özlem Müfettiş çok manalı bakıştılar. Az önce, Mahmut Ali’nin hikâyesinde anlattığı, anne kızı hatırlamıştı ikisi de ve çok gariplerine gitmişti. Esas, kendileri Hacer Hanım ve Gizem’le karşılaşmasalar, kafeteryayı nasıl çalıştıracaklarını, Azap’ı kimin çekip çevireceğini şaşıracaklarını söyleyip, konuyu geçiştirdi Necdet. Keyifle bitti yemekleri, çay içmek için, Necdet, Mahmut Ali, Emniyet Müdürü ve Özlem Müfettiş, başka bir masaya geçtiler.
Emniyet Müdürü, önceki iki cesedin üzerindeki kıyafetleri, bu cesetteki kadar detaylı incelemediğini söyledi Mahmut Ali’ye. O’da, diğer cesetlerin yağmur altında kaldığı için, kıyafetlerdeki izleri yeteri kadar sağlıklı gözlemleyemediğini söyledi ve bu cesedin üzerindeki kıyafetlerde edindiği izlenimleri, anlatmaya başladı;
“Bu adamların beraber kaçırıldığına ve aynı yerde tutulduklarına eminim. Temiz ve havalandırması iyi olan bir yerde tutulmuşlar. Bu son ceset, uslu durmayan çocuktu. Ağzını, ellerlini ve ayaklarını bantlamışlar. Neden sadece bunu bağladılar? Çünkü zayıftı. Diğerlerinin öldürülmesini seyretti. En son ceset olmasından dolayı, bunu biliyoruz zaten. Sıra kendine gelecek düşüncesiyle, rahat durmamış olmalı. Çok ağlamış, ceketinin ve gömleğinin göğüs hizasındaki tuzlu izler ve yoğun gözyaşının tahriş ettiği gözaltı çevresinden, oldukça net anlaşılıyor. Masa üzerinde yemek yemiş, ceketinin kollarını bir zemine sürtmüş, çok belirgin olmasa da, bu izlerden bir önceki cesette de vardı. İnsan stresli ortamda çok terler, bütün cesetlerin boyun yakalarında ter izleri vardı, ama temizdi. Eğer, kirli bir ortam olsaydı, havadaki toz tanecikleri terleyen yerlere yapışır ve kir izi yapardı. İlginç olan, son öldürülen oldukça korkmuş ama terlememiş, bünyesinden kaynaklanıyor olmalı. Cesetlerin durumundan, bu adamların iyi giyimli, bakımlı ve zengin olduklarını biliyoruz. Bu insanlar titiz olurlar ve kıyafetlerini günlük değiştirirler, ütüsüz kumaş giymezler. Kaçırıldıkları için bu mümkün olmadı. Kumaşlarının kalitesini göz önünde bulundurarak, kırışık izlerinden ve azda olsa leke izlerinden anlıyoruz ki, yaklaşık bir haftadır tutuluyorlardı. Madalyonların durumuna göre de, birinci ceset, Sır mafyasının patronlarından, krallardan biri yani, ikinci ceset korumaydı. Son cesedin şoför olduğu kesin. Midesinden çıkan madalyona göre de, haberci, yani ulaştırıcı. Şoför ve koruma önde, patron arkada. Eğer bir misafiri ya da bir koruma daha yoksa ya da bir minibüste kalabalık haldeyken alınmadıysalar, bunların cinayetleri, son buldu diye düşünüyorum.”
“Ne yani, harç bitti yapı paydos mu?”
Emniyet Müdürünün bu sözü, Mahmut Ali’yi gülümsetti.
“Hayır, cinayetler bitmedi. Çünkü bunları öldürenlerin mesajı halen net değil, ama bu adamların öldürülmesi bitti. Artık, sır mafyamızın ölü üyelerinden ve madalyonlarından bulamayacağız. Bunları öldürenler, işkence etmiş, yani konuşturmuşlar. Bundan sonraki ceset, ya da cesetler, sır mafyasıyla bağlantılı isimler olabilir.”
“Birinci cesedi, yaşı ve servetinden yola çıkarak, sır mafyanın sekiz patronundan biri olarak düşünebiliriz. İkinci ceset, fiziki durumuna bakarak, askeri eğitim aldığını varsayarak ki bu yerinde olur, koruma olduğunu kabul edebiliriz, iyi de Mahmut Ali ağabey, son cesedin şoför, haberci olduğunu nasıl anladınız?” diye sorunca Özlem Müfettiş,
Mahmut Ali durumu açıkladı;
“Cesedin avuç içlerinde, ellerinin diğer yerlerine göre daha sert ve direksiyon simidi genişliğinde, nasır tutmaya dönük izler vardı. Buradan, uzun süredir direksiyon tuttuğunu anlıyoruz. Cesedin ayakkabıları, özel sipariş kösele tabanlı, pahalı ayakkabılar, altları çok temizdi. Sol ayakkabısının altında hiçbir iz yokken, yani asfalt, ya da bastığı zeminlerin izlerini saymazsak, benim anlayabileceğim izlerden bahsediyorum, sağ ayakkabısının altında, ızgara bir zemine basmış gibi, çizgili izler vardı. Sanırım, otomatik vitesli bir araba kullanıyordu. Sağ ayakla, sürekli gaz ve frene bastığından, pedalların izi ayakkabısının altına çıkmıştı. Nasıl mümkün? Ayakkabısının kalitesinden, hakiki kösele, deri taban demektir. Üst üste konulan deriler, preslenerek yapılır ve ayakkabı tabanı yumuşak olur. Ayrıca, az önce bahsettiğin gibi, madalyonlar diğer iki cesedin görevini söyledi bize, bunun da söyledi. İkinci cesette, bir yüzünde kral, bir yüzünde kurt tek resmedilmişti. Bunda da, güvercin tek resmedilmiş. Güvercin, haberci demek, ulaştırıcı demek, neden bu bir şoför olmasın.”
“Çok ilginç bir adamsın Mahmut Ali Ağabey, diyecek hiçbir şey bulamıyorum. Bu gözlemlerinizi, bizim anlayabilmemiz mümkün değil, inanılmaz” dedi Özlem Müfettiş, çok şaşırmıştı. Konuşurken de hareketlerinden belli ediyordu.
Emniyet Müdürü, Özlem Müfettiş konuşurken gülümsüyordu ama kendi de büyük bir şaşkınlıkla dinliyordu Mahmut Ali’yi ve söze girdi;
“Özlem Hanım haklı, tam dedektif olacak adammışsın. Bu söylediklerinizi Bekir Bey duyacaktı, bakın siz curcunaya, Ooo ne laflar, ne hürmet…”
Emniyet Müdürü böyle söyleyince, hepsi gülüştüler. Mahmut Ali, iltifatları için teşekkür etti. Gerek olmadığını, yardımcı olabildiğine sevindiğini söyledi.
Emniyet Müdürü, ikinci cesedi kastederek devam etti sözlerine;
“Bu adamın hatırlı bir serveti, şoför ve koruması olduğuna göre, önemli toplantılara, özel resepsiyonlarda katılmıştır. Şoförün ve korumanın kimlikleri sahte de olsa, muhakkak bu kimlikleriyle katıldılar. Patronlarını götürdüklerine göre, güvenlik sebebiyle oluşturulan listelerde de isimleri vardır. Öldürülmeleri de kısa bir zaman önce, yani bu gibi toplantıları araştıralım ne dersiniz. Tam Azap’lık iş, gerçi böyle toplantıların listesi internette paylaşılmaz. Düzenleyen kuruluşların elindedir. Adem’e söylemeli, bir memur görevlendirsin.”
“Bir de, medikal malzemeleri satan yerleri araştırın isterseniz Müdür Bey” dedi Necdet.
Mahmut Ali, lafı ağzımdan aldın der gibi gülümsedi. Emniyet Müdürü, Necdet’in bu konuda nihayet bir şey söylemesine şaşkın, sordu;
“Neden böyle söylediniz?”
“Adamlar, temiz ve hijyenik bir yerde tutulmuş diyorsunuz. İşkence etmişler, sonra bir güzel temizlemişler cesetleri, cerrahi operasyon yapmışlar diyorsunuz. Resmen ameliyat, kalbi sırtından alınmış, kan verilmiş, iğneler yapılmış falan, nerede olacak iş bunlar, steril yerler, ameliyathane ya da laboratuar, mantıklı değil mi? Malzeme aldılar belki, bilemeyiz.”
“Yahu ne akıllı adamlarsınız siz arkadaş. Bak Özlem Hanım, onca yıl okudun, valla kendimi de eleştiriyim. Ama birader, araştırmaya vakit bırakmıyorlar ki, birini araştırmadan yeni bir ceset veriyorlar kucağımıza, yahu sizinle çözeriz biz bu işi ha, Necdet Bey’e bak be.” dedi gülümseyerek, hepsi gülüştüler.
Özlem Müfettişin aklına, daha evvel hiç sormadıkları bir soru gelmişti;
“Bu cinayetler, bizim sır mafyanın kendi iç hesaplaşması olmasın?”
“Sanmıyorum” dedi Emniyet Müdürü ve devam etti;
“Kendi içinde hesaplaşmaları olsa, hesaplaşır, aralarında çözerlerdi bu meseleyi, kime gösterecekler bu cesetleri, böyle sağa sola bıraksınlar, zaten sır adamlar, kimse bilmiyor varlıklarını, kimlikler bile sahte. Demek ki; başkaları işliyor bu cinayetleri.”
“O zaman, bu cinayetleri işleyenler, birilerine göstermek için cesetleri bulduğumuz yerlere özellikle bırakmasınlar Müdür Bey” dedi Özlem Müfettiş.
“Akıllı kız, tabi ya olur mu olur, cesetlerin bulunduğu yer ve civarını araştıralım. Önemli birileri var mı bakalım, bu şekilde bir mesaj verilecek kişileri ayıklayalım. Aferin be, daha evvel aklına gelmedi mi bu? Bak, iyi iş” diyen Emniyet Müdürü, Mahmut Ali’ye döndü;
“Hakikatten şeker suya düşmüş artık Mahmut Ali Bey, çok sürmez erir.”
Gülüştüler. Dağhan, biten çayını tazelemek isteyince, saatine baktı Emniyet Müdürü. Çay için teşekkür edip, emniyete geçmesi gerektiğini söyleyerek izin istedi.
“Kalk Özlem Hanım kalk, emniyete geçelim de, şu işe asılayım ben, Adem şaşırmıştır ne yapacağını şimdi. Mahmut Ali Bey, sizi akşamüzeri aldırayım mı, ne dersiniz? Biz de, son ceset hakkında bir şeyler bulmuş oluruz. Hep beraber değerlendiririz, olur mu?”
“Olur tabi.”
Emniyet Müdürü ve Özlem Müfettiş, vedalaşıp ayrıldılar. Mahmut Ali yorgun görünüyordu. Necdet, eve gidip dinlenmesi için ısrar etti. O’da, eve gitmek için ayrıldı.
Saat: 10. 15
Emniyet Müdürü ve Özlem Müfettiş, trafiği seyrederek, Emniyet Müdürlüğüne doğru sessizce ilerliyorlardı. Özlem Müfettişin telefonu çaldı. Konuşmasında, sıkça efendim kelimesini kullanmasından ve cinayetlerle ilgili kısa bir bilgi vermesinden, üst makamla bu olaylar hakkında konuştuğunu anlamıştı Emniyet Müdürü. Telefonu kapatınca, kim olduğunu sordu. İç işlerinden bu davayla alakalı bilgilendirdiği bakan danışmanlarından biri olduğunu söyledi. Bu davaya verilmesini, bu kişi sağlamıştı.
“Kim bunlar kızım, ne diye bu işin peşindeler?”
“Bilmiyorum müdürüm, yeni gelişmeleri dosyalayıp iletmemi istedi.”
“Çıkar kokusu da dur bakalım.”
“Az önce düşünceliydiniz Müdürüm.”
“Sorma, Mahmut Ali Beyi düşünüyordum, adam zehir gibi yahu, bir tek suçlunun ismini bilmediği kaldı. Necdet Bey de boş değil, ne bilgili adamlar kardeşim, bu adamlarda da var bir iş, bunlar var ya, yüksek derecede gizli görevli.”
“Necdet Bey niye?”
“Sen fark etmemişsin, hiç çaktırmadan sürekli gözü etrafta adamın, olan biten her şeyi görüyor sanki. Duymadın mı? Hacer hanımı çağırıp ne dedi? Müşteriyi uyarmasını, adamın para düşürdüğünü söyledi.”
“Onun için, çok yüksek derece gizli görevli?”
“Ya, dalga geçme kızım, ne alaka. Senin bilmediklerini bilirim ben, onun için yüksek dereceymiş, ha ha…”
“Ne var ki, Necdet Beyin, o müşteriye arkası dönüktü. Karşısında biz vardık, bizim arkamızda duvardaki aynadan, arkasındaki müşteriye baktı. Müşterinin arkasında da ayna var, oradan da, müşterinin arkasındaki düşen parayı gördü. İlizyon değil ki, görmeye bilirdi de, öylesine bakıyordu ve gördü. Gözünün önündeki manzara”
“Yaa, gözünün önündeki manzara, para düşer düşmez gördü, düşeceğini bildiği için mi oraya bakıyordu?”
“Ne alaka Müdürüm, fark etti işte, daha evvel düşmüştür. Belki başkası da görebilirdi, Necdet Bey gördü işte, amma uzattınız.”
“Kızım, düşer düşmez gördü tabi. Daha evvel düşse, görmedin mi? Ortalık yerde duruyordu para, başkası muhakkak görürdü.”
“Tamam işte, ortalık yerde. Bu yüzden de gördü.”
“Neyse yahu, ben açıklayamam sana, boş ver” dedi ve önüne döndü. Müdürlüğe yaklaşmışlardı.
Saat:10. 25
Adem Baş Komiser Azap’ı aradı. Selamlaştılar. Kendisine, bu sabah saat altı civarı bir ceset daha bulduklarını, bunun da göğsünde çivili bir fotoğraf olduğunu söyleyip, sisteminde bakması için yardımını rica etti. Azap, mail atmasını, en kısa sürede bilgi vermeye çalışacağını, kendisinin de Ankara’ya gelmek için yola çıktığını söyledi. Görüşmeyi bitirdiler. Adem Baş Komiser, Azap’a bir şey daha söyleyecekti ama unutmuştu. Çok çabuk geldi aklına ve tekrar aradı;
“Bir şey mi unuttun Adem, yolluk mu isteyeceksin?”
“Yolluk değil de, bir şey daha söyleyecektim, unuttum az evvel.”
“Buyur dinliyorum.”
“Hani, dünkü ceset yok mu, ikinci ceset işte.”
“Var?”
“Kimlik bilgilerinden ailesine ulaştık, ‘oğlum düzenli para yatırırdı’ demişti annesi. Hoş, kendi annesi değildi ya, bu kimlikte sahte çıkmıştı.”
“Ee”
“Bankanın havale makbuzlarını, cesedi teşhis için gelirken getirmelerini söyledim. Dekontlarda, parayı yatıran adamın da isim soyadı başkaydı. Güya, oğulları adına bir arkadaşı yatırıyormuş bu paraları her ay, dekonttaki ismi tespit ettik, tabiî ki bu da sahte kimlikli çıktı.”
“Geçmiş olsun Adem, bu kuş ta uçmuş, ama en azından, canlı birinin görüntüsü var elimizde. Görüntüyü yolla da, sisteme bir gireyim, bakarsın buluruz.”
“Hah, ben de onu söyleyecektim. Adamın görüntüsünü izlerken, Özlem Müfettişe tanıdık geldi. ‘Ben bu adamı çıkartacağım bir yerden’ diye tutturdu.”
“Ee, ilginçleşti devam et…”
“Müdür Bey ‘Azap baksın’ deyince hatırladı Özlem Müfettiş.”
“Nasıl yani?”
“Özlem Müfettişe sen bahsetmişsin bu adamdan.”
“Ne oluyor Adem? Hayırdır, ne adamı, kimi bahsetmişim?”
“Dur be adam, anlatıyoruz işte, senin soruşturmanda bulunmuş ya Özlem Müfettiş, sohbetlerin birinde, geçirdiğiniz kazadan bahsetmişsin, kazayı yaptıran adamı da tarif etmişsin…”
“Adem, bana adamın O olduğunu söyle.”
“Hah, uyandın işte.”
Azap, arabayı çok süratli kullanıyordu, Adem Baş Komiserin söyledikleri, dikkatini dağıtmış, gaza daha da fazla yüklenmişti. Nüket, yavaşlaması için uyarıyordu babasını ama Azap Adem’in sözlerine kitlenmiş, duymuyordu onu. Adem Baş Komiser, Özlem Müfettişin, sadece benzettiğini söyledi. Kendisinin bahsettiği, anlından kaşlarına kadar dik yara izi inen, renkli gözlü adamın… Azap, iyice dalmıştı telefon görüşmesine…
“Baba çarpacaksın!” diye çığlık attı Nüket, bir anda irkildi Azap. Önünde giden aracın, fren lambaları parladı. Öndeki araba yavaşlamıştı ve ona hızla arkadan çarpacaktı. Duramayacağını biliyordu, sola kaçmak istedi, karşıdan araba geliyordu, sağ tarafın tarla olduğunu görünce, sağa kırdı direksiyonu, otobanın hemen dışındaki araziye daldı arabayla, arabanın sağlam, altı yüksek olması ve tarla seviyesinin, otoban seviyesine yakın olması büyük şanstı. Araba, engebeleri atladıkça, Azap ve Nüket, sürekli hopluyordu koltuklarında, birkaç sefer kızına baktı nasıl diye, kızgın bir ifadeyle bakıyordu. Her bakışında gülümsedi kızına. Tozu dumana katarak, yaklaşık elli metre sonra durdu. Çok çabuk olmuştu her şey, aracın hâkimiyetini sağlamak için, telefonu rast gele atıp, hızlıca direksiyonu tutmuştu iki eliyle, telefonu aradı, iki koltuğun arasındaydı. Adem halen telefonda, cevap vermesini istediği sesi geliyordu.
“Azap, alo, alo, cevap ver ne oldu?”
“Söyle Adem, söyle, bana adamın o olduğunu söyle.”
“Yahu ne adamı Azap, yahu sen ne yaptın, kaza mı yaptın? Ne o gürültü, fren sesleri…”
“Yüzündeki yara izi diyordun.”
“Yerim yüzündeki yara izini Azap, iyi misin sen? Senin tarif ettiğin adama benzetmiş, hepsi bu, dur yollayım görüntüyü, yavaş gel kardeşim dikkat et.”
“Tamam Adem, yok bir şey ufak bir kaza sadece, bekliyorum yolla sen.”
Azap’ın tarlaya savrulduğunu gören, yolda onun arkasından gelen arabanın içinde aile vardı. Heyecanlanmışlardı. Kadın, direksiyondaki adama koşup bakmasını söylemişti. Adam koşarak geliyordu ve Azap’a iyice yaklaşmıştı.
Telefonu kapatınca, camı açtı Azap, hızla ve öfkeyle nefes alıp, etrafı seyrediyordu. “Buldum seni, buldum” diye mırıldanıyordu, nefesi hızlandı
Gelen adamı fark edememişti. Adam, kapının yanına kadar yaklaşmıştı ve tam eğilip bir şey söyleyecekti ki;
“Buldum seni” diyerek, öfkeyle ve ürkütücü bir sesle bağırdı Azap. Adama doğru bakmıştı bağırırken. Adam çok korkmuştu. Laf ağzında kalmıştı ve arkasına bakmadan kaçmaya başladı. Arabasına binerek, durumunun iyi olduğunu söyleyip, hızla uzaklaştı oradan.
“Kendine gel Azap” diye söylendi. Nüket’e baktı. O’da başını sallayarak onaylıyordu. “Kendine gel Azap, düşman ensene üflese fark edemeyeceksin” dedi kendi kendine. Arabayı vitese takıp ilerledi, bir ses, bir arıza olup olmadığını dinledi. Otobana çıkıp, yola devam etti.
Adem Baş Komiserin gönderdiği mailler gelmişti. Azap, mailleri ofisindeki ana bilgisayara yönlendirdi. Fotoğrafın bilgilerini Adem Baş Komisere mail atmasını, görüntüyü de arabanın ekranına açması talimatını verdi bilgisayara. Az sonra, banka güvenlik görüntüsü ekranda açıldı. Adamın yüzünün en net göründüğü karede durdurdu ekranı. Görüntüdeki adam, o gün kamyonu üzerlerine sürüp, kaza yapmalarına sebep olan adamdı. İntikam dolu bakıyordu Azap, aynadan kızına baktı. Nüket, çok korkmuş bir ifadeyle babasını izliyordu. Çünkü bu adama neler yapabileceği, Azap’ın gözlerinden okunabiliyordu.
Saat:10. 55
Adem Baş Komiser, bu dava için hazırladıkları odada, bilgisayarın başına geçmiş çalışıyordu. Emniyet Müdürü ve Özlem Müfettişin geldiğini görünce, ayağa kalktı. Selamlaştılar. Bir gelişme olup olmadığını soran Emniyet Müdürüne, henüz bir gelişme olmadığını, üzerinde çalıştıklarını söyledi. Cesedin göğsüne çivilenmiş fotoğrafı ve banka görüntüsünü Azap’a ilettiğini, en kısa sürede bilgilendireceğini ekledi sözlerine. Azap’ı kastederek, ‘nasılmış’ diye sordu Emniyet Müdürü, Ankara’ya dönmek için yolda olduğunu söyleyince, Özlem Müfettişin yüzünde oluşan gülümsemeyi, Emniyet Müdürü fark etmiş, muzipçe gülümsemişti.
Azap’ın, beş on dakika önce kendisiyle telefon görüşmesi yaparken kaza atlattığını bahsedince, telaş içinde soru yağmuruna tuttular Baş Komiseri. İyi olduğunu, ufak bir kaza olduğunu söyleyerek rahatlattı onları. Özlem Müfettişin heyecanı geçmemişti, aramasını rica etti Emniyet Müdüründen, garip bir panikti yaptığı. Emniyet Müdürü, yine muzipçe gülümseyince, bu sefer mahcup oldu Özlem Müfettiş. Yanakları pembeleşmişti. Azap’ı arayan Emniyet Müdürü, iyi olduğunu ve iki üç saate kadar Ankara’da olacağını öğrenip, dikkatli kullanması için tembihledi.
Özlem Müfettişin telefonu çaldı. Görüşmesi bitince,
“İçişleri ilgili birimden aradılar, bu davayla ilgili, bize çok önemli bilgiler vereceklermiş müdürüm”
Emniyet Müdürünün gözleri parlamıştı. Merakla atıldı söze;
“Kim bilgilendirecekmiş, kimin haberi varmış ne olup bittiğiyle? Kızım ben sana söylüyorum, bu adamlar var ya, bunlar önemli adamlar. Büyük sıkıntı var bu işin içinde, baksana açıkça savunamıyorlar, arkalarından kimse gelmedi daha.”
“Bilmiyorum müdürüm, öğreneceğiz. Akşamüzeri görüşürüz, bu konuyla alakalı ne öğrenirsem, bilgilendiririm sizi.”
“Tabi ya, baktılar bulamıyoruz, biraz destek olacaklar, adamların nasıl öldürüldüğünden ve aşağı yukarı, ne iş yaptıklarını öğrenmekten öte gidemedik. Neyse, merakla bekliyorum. Ben de biraz aile işlerime bakayım. Yoğunum aslında, bu gün çocuğun doğum günü. Adem top sende, bulacağın her şey lazım bize, seni göreyim iyi bir iş çıkart.”
“Başüstüne efendim.”
Özlem Müfettiş ve Emniyet Müdürü ayrıldılar, Adem Baş Komiser, adli tıpı arayarak Bekir Beyle görüştü. Bir kaç karakolu arayıp, bilgi sordu. Bankadaki ilgili memurla görüştü tekrar. Birkaç memur arkadaşını bilgi toplamaları talimatı vermek için çağırdı…
Saat:14. 00
Azap, evinin ve kafeteryanın olduğu sokağa girdi. Garaj, hemen kafeteryanın giriş kapısının karşı hizasındaydı. Her giriş çıkışında kafeteryayı görüyordu. Garaj kapısının açıldığını gören Gizem, içerdekilere de haber vererek sevinçle dışarı çıktı. Azap, ona gülümseyerek garaja girdi. Az sonra dışarı çıktığındaysa, Mahmut Ali hariç hepsi oradaydı. Gizem koşup boynuna sarıldı, yine gözyaşlarını tutamamıştı. Karşıya geçtiler. Kafeteryanın önünde, Hacer Hanımın elini öptü, Necdet’le tokalaşıp, sıkıca sarıldılar, Dağhan’la sert bir toka yaptılar. Yine, bir şeyler söylemeden bırakmadı elini. O’nu övdü de, gülüşerek içeri geçebildiler. Karnı açtı Azap’ın, yemeklerini özlediği için yolda yemediğini söyleyerek, Hacer Hanımı keyiflendirdi. Gizem, annesiyle bir şeyler hazırlamaya koyulurken, Necdet ve Azap’a çay getiren Dağhan, alış veriş için kafeteryadan ayrıldı.
Necdet, Azap’ın belli etmemeye çalıştığı gergin halini anlamıştı. Her şeyin yolunda olup olmadığını sorunca; Azap, kaza yapmalarına ve ailesinin ölümüne sebep olan adamın burada, Ankara’da olduğunu söyledi. Adamdan bahsederken, göz aklarına kan toplanıyordu. Adem Baş Komiserin gönderdiği görüntülerden bahsetti. O’nu mutlaka bulmalıydı. Necdet, her zamankinden daha sakin, daha dikkatli olmasını, öfkenin insanı başarıdan uzaklaştırdığı gibi, yapacağı hatanın, kendisine ve başkalarına zarar vereceğini, bu adamı bulması için, kendi üzerine düşen her şeyi yapacağını söyledi. Gittiği günden buyana, toplamda ne kadar uyuduğunu sordu. Azap, belki birkaç saat uyumuştu. Gidip dinlenmesini, bu adamı, cinayetlerle ilgili araştırmaların seyri içerisinde aramanın, daha verimli olacağını söyledi. Azap yorgundu, dinlenmek için ayrıldı.
Saat:17. 35
Emniyet Müdürü, Adem Baş Komiseri arayıp gelişmeleri sordu. Adem Baş Komiser, adli tıp raporlarını almış, Azap’ın gönderdiği bilgileri ve bulabildiği her şeyi dosyalamış, konu üzerinde çalışmaya devam ediyordu. Yine, tutuklayacak bir kişi bile bulamamış olmalarına sinirle söylenerek, bir saate kadar geleceğini söyleyip kapattı telefonu. Mahmut Ali’yi arayıp, emniyete geçeceğini, isterse gelip alabileceğini söyleyince;
Azap’ın geldiğini, az önce Necdet’den öğrenen Mahmut Ali;
Gerek olmadığını, Azap’la geleceği cevabını verdi.
Emniyet Müdürü, bu seferde Özlem Müfettişi aradı. Telefonu uzunca çaldırdı, tam kapatıyordu, telefonu kulağından uzaklaştırmıştı ki, Özlem Müfettişin sesini duydu. O’na, bir saate kadar emniyette toplanacaklarını haber vermek için aradığını söyledi. Özlem Müfettişin titreyen sesindeki korkuyu ve paniği anlamıştı, sebebini sordu. Özlem Müfettiş, Görüştüklerinde anlatacağını söyledi.
Saat:18. 20
Emniyet Müdürlüğünde toplanmışlardı. En son, Özlem Müfettiş geldi. Yüzü solgun ve bakışları endişeliydi. Korkuyla ilk tanışmış bir hali vardı. Hâlbuki cesur bir kadındı ve diğerleri bunu biliyordu. Onlar, bu endişeli haline merakla bakarlarken, Özlem Müfettişin gözleri Azap’a takılmıştı. O’na doğru ilerleyip, kaza geçirdiğini duyduklarında ne kadar endişelendiklerini söylerken, boynuna sarıldı. Öyle yumuşak sarılmıştı ki, hissettiği sıcaklık, Azap’ın bütün bedenini yaktı. Endişe duyduğu için teşekkür ederken, karşılık verip sarıldığında, Özlem Müfettiş başını, Azap’ın omzuna yaslamıştı. Eşini kaybettiğinden bu yana, ilk defa bir kadına sarılıyordu. Kalp atışları hızlanmış, aklı karışmıştı.
Azap, kapı girişine doğru bakarken, bir an eşini gördü. Yanaklarından süzülen gözyaşlarıyla izliyordu kendilerini. “Aysima “diye fısıldadı. Endişelendiği için tekrar teşekkür ederek, hemen bıraktı sarılmayı. Özlem Müfettiş de mahcup olmuş, neden doğruca Azap’ın yanına gidip boynuna sarılmıştı, kendi de bir anlam veremedi. Aslında, Azap’ın, ‘Aysima’ diye fısıldadığını duymuştu. Bu yüzden mahcup oldu, kendini suçlu hissetmişti. Özür dileyerek, kendine çeki düzen verdi.
Emniyet Müdürü söze girerek, ortamın havasını değiştirdi. Özlem Müfettişe;
“Cinayetlerle ilgili bilgi almaya gittin, ne oldu da bu endişeli ifadeyle geldin? diye sordu.
Özlem Müfettiş, başından geçenleri anlatmaya başladı;
“İçişlerine, cinayetlerle ilgili bilgilendirilmek için çağrılmıştım. Gitmek üzere yoldayken, isminin Ahmet Can Gemici olduğunu söyleyen birisi aradı ve cinayetlerle ilgili bilgi verecek kişinin kendisi olduğunu söyleyerek, Kızılay’da bir kafeteryanın adresini verdi.
Bu kişinin, kimliğini açık etmek istemediğini anlamıştım ama cep telefonumdan aramasına rahatsız olmuştum. Resmi bir kurumun üst düzey seviyesinden aranıp, kuruma çağrılıyorum, daha sonra, konumunu bilmediğim bir kişi tarafından aranarak, rastgele bir adrese yönlendiriliyorum. Tam bir güvenlik ihlali, aklım oldukça karışmıştı ama yinede verilen adrese doğru yönümü değiştirdim.
İçişlerini arayarak, bu davaya atanmamı sağlayan ve müsteşar yardımcısı olan, Sırrı Zindancıyla görüştüm. Aynı zamanda kendisi, bu soruşturmanın yürütülmesini, sadece sizin sorumluluğunuza verilmesini sağlayan kişidir. Cep telefonu numaramı, beni arayan kişiye neden verdiklerini sordum. Madem görüşme başka bir yerde olacaktı, adresi belirleyip, beni kendileri arayabilirdi. Bu adama, hakkımda başka bilgi vermişler miydi? Ahmet Can Gemici hakkında bilgi istedim. Devlete çalışan, gizli ve mevkii sahibi biri olduğunu, istese zaten telefon numaramı bulabileceği için, vermekte bir mahsur görmediğini söylemesi çok ilginçti. Tepki gösterip, bu güvenlik ihlalinin kurum kayıtlarına nasıl rapor edileceğini sorunca, Sırrı Zindancı’dan iyi bir azar işittim.
Verilen görevi yapmamı, üzerime vazife olmayan işlere karışmamı söylediğinde, bu saçmalığın arkasında başka bir şeyin olduğunu anlamıştım. Adrese ulaştığımda, bu görüşmeyi ilerde dile getirmek istesem, yalanlanacağını bildiğimden, delil olarak kullanmak için kayıt etmek istedim. Yakama, gizli kamerası olan küçük bir rozet takıp, içeri girdim. Yaklaşık yirmi masalı salon, kısmen doluydu. Koltuklu bölümde, yetmiş yaşların da bir adam, dikkatle bana bakıyordu. Yanına gittim ve tanıştık, telefonda görüştüğüm, bu kişiydi. Oldukça ürkütücü bir yüzü ve ses tonu vardı. Daha bir şey konuşmamıştık ki; ‘Büyük bir hata yaptığımı’ söyleyerek, yakamdaki rozeti çekip aldı. Biraz korkmuştum doğrusu, birden ayağa kalktım. Yakınımızdaki iki masada oturan yaklaşık altı yedi kişide ayaklandı. Bunların, görüşmeye geldiğim kişinin adamları olduğunu anlamıştım. ‘Bu davranışımın kötü bir sonuç doğuracağını’ söyleyerek, adamlarıyla beraber çıktılar.
Ben de içişlerine gittim. Sırrı Zindancı makamında değildi. Neler olduğunu öğrenmek istedim ama bu soruşturma hakkında oradaki hiç kimsenin en ufak bir bilgisi yoktu. Biraz mücadeleden sonra, kurumun arşivindeki dava dosyasına bakabildim.”
“Tabii, dosya falan bulamadın” diyerek araya girdi Emniyet Müdürü.
“Aynen öyle müdürüm, aslında bir dosya buldum. İçinde bir tane evrak bulunan incecik bir dosyaydı. Verdiğim raporlarla biraz kabarık durması gerekiyordu.”
“Kızım, ne yazıyordu anlatsana, ne heyecana bağlıyorsun bizi?” diye afalladı Emniyet Müdürü, yine hararetlenmişti.
Hepsi gülümsedi. Azap söze girerek, çok önemli bir işinin aklına geldiğini söyleyip, ayrılmak için özür dileyerek izin istedi. Oradakiler, dikkatle Özlem Müfettişi dinlerken, O’nun düşüncesi başkaydı. Bir kadının sıcaklığını özlediğini fark etmişti. Konuşulanlardan kopmuş, eşiyle güzel günlerinin hayal ediyordu. Azap çıkarken, akşama bir misafirlerinin olacağını söyleyip, işi bitince kafeteryaya gelmesini rica etti Mahmut Ali. Emniyet Müdürü, Özlem Müfettişe hitaben;
“Ee, ne yazıyordu o ince dosyada?”
“Kamuoyu bu cinayetlerle ilgileniyor ve endişe duyuyor, soruşturmanın yavaş ilerlemesinden dolayı, araştırmaya dâhil olması ve incelemelerde bulunması için, müfettiş ataması yapılmasına karar verilmiştir. Ne davayla ilgili bir ayrıntı, ne atanan personelin adı, oldukça garip, kocaman kurum, bir davaya müfettiş atıyor, sadece gerekçesinin yazdığı boş bir dosyadan başka kayıt bulundurmuyor.”
“Kızım nasıl iş bu? Ne demek kamuoyu ilgileniyor endişe duyuyor, kimin haberi var ki, muhabir bile yaklaştırmıyoruz olay yerine, neyin yalanı bu. Başka iş var bunda, kim istemiş bu kararın alınmasını.”
“Sırrı Zindancı’nın talebiyle alınmış bir karar müdürüm. Olayın seyriyle ve verdiğim raporlarla ilgili, O’ndan başka kimsenin bilgisi yok.”
“Kurumdan başka kimin hesabına çalışıyormuş bu adam, kime bilgi vermek için olayın gidişatını öğrenmek istemiş de, devletin müfettişini bu olaya dâhil ettirmiş.”
“Bu soruların cevabını öğrenmemiz mümkün olmaya bilir müdürüm.”
“Nedenmiş o?”
“İki saat kadar sonra, Sırrı Zindancı’nın, bir parkta otururken geçirdiği kalp krizi sonucunda öldüğünü öğrendim.”
Kısa bir süre sessizlik oldu. Hepsi, ne olabileceğinin düşüncesi içinde bakıyorlardı. Emniyet Müdürü sessizliği bozdu;
“Öp babanın elini, işe bak yahu. Kalp hastası mıymış bu adam? Hem ne işi varmış mesai saatinde parkta? Kiminle temastaydı orada? Karışacak bu iş, belli ki adamı öldürmüşler, kalp krizi falan bahane.”
“Artık, kapalı bir kutu müdürüm. Karanlıkta kaldı.”
“Ne aydınlandı ki zaten. Şu görüşmeye gittiğin adam, Ahmet Can gemici. Kim olduğunu öğrenemedin değil mi?”
“Evet, öğrenemedim müdürüm. Maalesef kameralı rozette, cep telefonuma görüntü aktarmamış. Boş yere hazırlık yapmış oldum. Adamı da boş yere elimizden kaçırdım.”
“Aferin sana, kim bilir ne diyecekti? Nerden aklına geldi, kameraydı rozetti.”
“Ne bileyim müdürüm, tedbir alayım istedim.”
Adem Baş Komiser söze girerek, bu durumun tehlikesi hakkında endişesini dile getirdi;
“Kameralı rozet nerede?”
“Adam çekip aldı yakamdan, geri vermedi.”
“Rozeti inceleyip, kameranın başka bir belleğe kayıt yaptığını anlayacaklar. Yani, adamın yüzünü gösteren kaydın sizde olduğunu bilecekler. Size, büyük bir hata yaptığınızı, bu yaptığınızın hiç iyi bir sonuç getirmeyeceğini söyleyen bir adamın bunu bilmesi, sıkıntılı bir durum, Sırrı Zindancı’nın ölümünü bu olaya bağlıyorum.”
“Arkadaşlar, ben de Sırrı Zindancı’nın, Özlem Hanım kameralı rozet taktı diye öldürüldüğünü düşünüyorum. Şimdi de, görüntüsü elinde diye peşine düşmesinler bu kızın.”
Emniyet Müdürünün bu endişeli sözlerini, Mahmut Ali cevapladı;
“Yok, bence söylediğiniz gibi değil. Bir ihtimal, Özlem Hanımın kamera kullanacağını tahmin etmeyen Sırrı Zindancı, asıl kendi güvenliğini ihlal ederek, bu adamla görüşmesini sağladı ve bunu hayatıyla ödedi. Bu soruşturmanın, hepimiz için tehlikeli bir hal aldığı çok açık ama şimdi değil, bundan sonrası önemli. Özlem Hanımın görüşmeye gittiği adam, yüzü görünmesin isteseydi, görüşmeyi başkası yapardı. Ya da detaylı bir üst aramasından sonra görüşmeye alırlardı. Bence, tepkisi yüzünün görünmesinden değil, konuşacaklarının kaydedilmesindendi. Asıl soru, bu adam Özlem Müfettişe ne anlatacaktı. Sırrı Zindancı ve bu adam, iyiler mi, kötüler mi? Kameralı bir rozete takılmayın. Düşman var ve bizi izliyor. Buna odaklanalım.”
“Değil mi? İyimser olalım yahu, bir de bize sarmasın bu adamlar, her şey karışır. Zaten, kim bunlar, neye benziyorlar bilmiyoruz, dibimize kadar girerlerde nereden geldiklerini anlayamayız. Adem gözlerini dört aç. Ee, şimdi ne olacak Özlem Hanım? Seni bu davadan alırlar, büyük ihtimal bizi de karıştırmazlar artık.”
“Beni bu davadan almayacaklar müdürüm, sizi de almayacaklar, üstelik yetkilerinizde genişletildi. Bu soruşturmada, istediğiniz kişi ya da kurumla çalışabileceksiniz. İçişlerinde açılmış bir dosya var, ne diye ve hangi gerekçeyle kapatacaklar, asıl o zaman birilerinin dikkatini çeker. Hiç bir değişikliğe gidilmeyecek. Yetkiler dışında. Bir de, benim rapor vereceğim kimse yok artık. Sırrı Zindancı’nın dosyaları da kayıp. Hiç rapor vermemiş gibi devam edeceğiz. Olayların seyrine göre durum değerlendirmesi yapacağız. Sadece, çok önemli bulduğum ayrıntıları bildireceğim.”
“İsterseler kapatırlar dosyayı, kime hesap verecekler. Bak, yalandan sebeplerle dosya açmışlar, müfettiş atamışlar. Yanlış anlama beni Özlem Hanım, hangi deneyiminden dolayı seni bu davaya verdiler. Yetkilerimizi nasıl genişletmişler, bize niye tebliğ etmiyorlar, sözle yetkimi genişletilir? Evrak yok, belge imza yok, kim takar bizim yetkimizi? Sabaha kadar genişletsin dursunlar efendim. Kiminle konuştun bunları, bir anlat hele Özlem Hanım, bu cinayetlerle ilgilenen, tepeden kimi öğrendin.”
“Bu soruşturmayla bağlantısı olan bir olay, ülkenin neresinde olursa olsun siz ve kuracağınız ekip ilgilenecek. Resmi bir engel ya da görevle alakalı bir sorun çıkarsa, ben içişlerine ileteceğim ve derhal çözecekler. Görevle alakalı, eğer talebiniz olursa özel silah ve mühimmatları dahil, gereken bütün desteği alacaksınız. Tepeden kimseyi öğrenemedim, zaten bize söylemezler. Bunları görüştüğüm kişiyi tanımıyorum. Başka bir müsteşar yardımcısı beni, Sırrı Zindancı’nın ölüm haberinden hemen sonra odasına çağırdı. Görüştüğüm kişi bu odadaydı. Talimatları bu kişiden aldım. Sadece, yüksek mevkili olduğundan eminim. Soruşturma yürütülürken her hangi bir engellemeyle karşılaşırsak, ben müsteşar yardımcısına ileteceğim, o da bu kişiye…”
Emniyet Müdürünün şaşkınlığı sözlerine yansıdı;
“Hayda bre!” diyerek gürledi sesi ve devam etti;
“Özlem Hanım sen neler söylüyorsun, nasıl bir gizemli iştir bu? Sen bu görüşmeleri içişlerinde yapmadın mı? Nasıl bir mevkideymiş görüştüğün adam, nasıl bilmezsin arkadaş? Benim, içişlerinden yüksek bildiğim iki makam var, Başbakanlık ya da Cumhurbaşkanlığı. Nereye geldik yahu? Anladık, ülke çapında bir mevzuu bu, iyi de kardeşim, hiç mi uzmanları yok bunların, versinler hepsini, çözsünler olayı, değil mi efendim?”
“Durun müdürüm, uzman demişken daha da şaşırtayım sizi.”
“Kızım sen de taksit taksit söyleme ne diyeceksen.”
“Bu cinayetlerin araştırılmasında, adli tıp ve suç psikolojileri uzmanı Mahmut Ali ULUTÜRK’ün tesadüfen görev aldığının bilinmesi üzerine, uzman ataması yapılmasına gerek duyulmamıştır.”
“Mahmut Ali Bey, yukardan tanıyanlar var sizi, bir de kim olduklarını bilseydik içim rahatlayacaktı. Dostu bilme düşmanı bilme, ne olacak böyle? Özlem Hanım, başka neler konuştunuz şu kim olduğunu bilmediğiniz yetkiliyle?”
“Emniyet Müdürü Ercan Pektaş’ın, deneyimli, başarılı ve dürüst bir emniyet mensubu olmasından, bu soruşturmanın layıkıyla ve sessizce yürütülebilmesi açısından, kuracağı ekibi titizlikle seçeceğine kanaat getirildiğinden, kendisine ve ekibine, görev talepleri doğrultusunda her türlü özel donanım, silah ve mühimmatla, istihbarat desteği verilecektir dedi.”
“Aboo, vay anam vay!” diyerek, odanın içinde sağa sola hızlıca birkaç tur attı Emniyet Müdürü. Durup, Mahmut Ali’ye baktı;
“Demek ki, hakikaten yüksek mevkili adamlar bunlar. Yoksa nerede öyle hemen, silahtı istihbarattı. Nasıl bir savaşa hazırlıyorlar bizi Mahmut Ali Bey? Yukarıdakiler bile karışmıyor bu işe, sürdüler fırına bizi, kim bilir neremiz yanacak ilk önce. Niye ben arkadaş, niye beni buldu bu iş? Hemen veriyim emeklilik dilekçesini, oram buram ağrıyor diye bir rapor mu alsam? Yok yahu, herkesten çok ben merak ediyorum bu olayı, çözmem lazım, sıfır kanıt var elimizde böyle emekli olamam.”
“İşte bu yüzden Ercan Bey… Olayı çözmeden bırakmayacağınızı biliyorlar. Bu soruşturmanın ucu, birçok önemli kişiye dokunacak, adil ve korkusuz bir adamın yürütmesini istiyorlar. Dallanıp budaklansın istemiyorlar, yarın bir gün üzerinizdeki baskılar artacak, işin başında sağlam bir adam olmazsa bu soruşturma sonuçsuz kalır. Bu görevi her adama vermezler Ercan Bey, fırına sürmüşler tarafından bakmayın. Başarılı ve düzgün bir adam olmanın, onurlu ağır yükü, sizin gibi bir adamla tanışmış olmak, son derece guru verici benim için.”
Mahmut Ali’nin bu sözlerine, Ercan Beyin gözleri dolmuştu.
“Çok teşekkür ederim Mahmut Ali Bey, büyük bir adamdan bunları duymak, asıl beni gururlandırdı. Her şey iyi güzel de, elimizde halen bir şey yok, ölenler kim? Öldürenler kim? Bu fotoğraflar ne alaka? Memleketi ilgilendiren kısmı neresi?”
“Haydi, başlayalım o zaman” diyerek söze girdi Özlem Müfettiş.
Hepsi onaylayınca, Adem Baş Komiser hazırladığı dosyaları, bilgi vererek açmaya başladı;
“Bütün cesetlerin midesinden çıkanların raporu Mahmut Ali Ağabeyi doğruluyor. Hepsi balık konservesi yemiş ve aynı meyve suyundan içmişler. Buna dayanarak, aynı yerde tutulduklarını söylemek yanlış olmaz. Son cesedi bantlayarak bağlamışlardı. Bantın yapışkan yüzeyindeki kimyasalın, kıyafetlerde bıraktığı izlerin bu reaksiyona gelmesini, beş-yedi gün arası rapor etmişler. Son cesedin kıyafetlerini taramışlar, böcek dışkısı ya da larvasına rastlanmamış. Oldukça temiz bir ortamda tutuldukları kesin, tıpkı Mahmut Ali Ağabeyin de dediği gibi, yine son cesedin gözaltları, gözyaşından tahriş olmuş.”
“Bu kadar duygusal, hödük bir adammış madem, ne işi varmış bu çetrefilli işlerde?”
Emniyet Müdürü yine gülümsetti hepsini. Adem Baş Komiser devam etti sözlerine;
“Gömleğinin göğüs kısmındaki ve ceketinin önündeki izler, gözyaşındaki tuzun, kıyafetlerde kurumasıyla oluşmuş. Yine, gözyaşındaki tuzun, kumaş üzerinde kuruyarak bu sertliğe ulaşmasının süresini, beş-yedi gün arası rapor etmişler ve son olarak, işkencelerin steril ameliyat malzemeleriyle yapıldığını ekleyip, raporu sonlandırmışlar.”
“Ee, tamam anladık, bu adamlar yaklaşık bir hafta aynı yerde tutuldular. Temiz bir ortamda misafir edilip, balıkla beslendiler. Sonra tek tek ameliyat eder gibi sırayla işkence edildiler. Son öldürdükleri adam da, öldürülmeden önce gece gündüz ağlayıp bunları öğrenmemizi sağladı. Sonuç ne? Nerede yapmışlar bunları? Kim yapmış adres var mı adres, isim var mı Adem?”
“Gitmiş olabilecekleri bir toplantı, bir resepsiyon tespit edemedik. Ankara, Bolu, İstanbul güzergahında hiçbir otel ya da pansiyonda kayıtları yok. Ankara ve civarında, dikkat çekecek hiçbir medikal malzemesi satışı tespit edemedik. Cesetlerin bırakıldığı yerlerde, cinayetlerle ilişkilendirilecek kimse yok.”
“İyi ne güzel, yok oğlu yok. Son ceset ne diyor Adem?”
“Ölü olduğu için bir şey demiyor Müdürüm.”
“Adem beni deli ediyorsun arkadaş, illa zevzeklenecek yolu yok…” dedi gülümseyerek.
Hepsi güldüler Ercan Beyin keyifli haline, böyle esprileri çok seviyordu bu aksi, tatlı-sert adam. Adem Baş Komiser devam etti sözlerine;
“Son ceset, Mührettin Alabenli, 46 yaşında. Bunun da kimlik bilgileri sahte. Gerçek Mührettin Alabenli Erzincanlı, yirmi yıldır kayıp, yaşlı bir ablasından başka kimsesi kalmamış.”
“Boş ver gerçek Mührettin’i, öldürmüş kimliğini sahiplenmişler işte. Toprağı bol olsun. Göğsünde çivili resim kime aitmiş? Hiç yabancı değildi adamın yüzü. Bu Serhan Tunçluk’tan ne haber?”
“Kendisinin selamları var müdürüm” dedi Adem Baş Komiser muzipçe gülümseyerek, hepsi gülüştüler. Emniyet Müdürü hem çok keyifli gülüyor, hem de;
“Adem bunu bir daha yaparsan bacaklarından vururum seni”
Adem Baş Komiser devam etti konuşmasına;
“Serhan Tunçluk, 44 yaşında. Tekirdağ Malkaralı, bu bilgileri daha önce tespit etmiştik. Bunun da gerçek kimliği değil, Bankada para yatırırken olan görüntüsü ve Azap’a kaza yaptıranın bu kişi olduğundan başka bilgi yok elimizde. Gerçek kimlikte olmadıkları için takip edemiyoruz.”
“Azap demişken, nereye gitti bu çocuk? Bu Serhan Tunçluk’ mudur nedir, derdinden deliye dönmüştü bu adamın” diyerek araya giren Ercan Beyi, Mahmut Ali cevapladı;
“Uzun zamandır yalnız, aklı karışmış gibiydi.”
Özlem Müfettişin yanakları kızarmış, mahcup bir ifadeyle önüne bakıyordu.
Saat:19. 30
Azap, Emniyet Müdürlüğünden ayrılınca, hesapsızca ve son sürat yola koyulmuştu. Ankara dışına kadar çıkmış, önüne gelen ilk arazi yolundan, dağa doğru sürmüştü. Düzlük bir alana gelince durdu. Arabadan inip, deli gibi sağa sola döndü. Hızlı hızlı nefes alıyordu.“Aysima,”diye söyleniyordu.“Aysima, neredesin aşkım?” Sağa sola yürüyor, sonra yine arabanın yanına geliyordu. Perişan bir hali vardı. İnce ve sakin yağan yağmur, irileşmiş ve hızlanmıştı. Azap, şehrin ışıklarına doğru baktı. Az ilerde, uçurumun kenarındaki kayanın üzerine kadar yürüdü. Tam ucunda duruyordu uçurumun, arkasından hafif bir rüzgar bile değse, aşağı düşebilirdi. Hiç umursamıyordu. Şehrin ışıklarını seyrederken, “Aysima,” diye haykırdı. “Sen olmadan olmuyor.”
Aysima’nın nefesini, ensesine vuruyordu. Kulağına sakin olmasını fısıldayıp, boynundan öptü ve başını omzuna yatırdı. Arkasından sımsıkı sarılmıştı Azap’ın, yavaş yavaş geriye çekip, uçurumdan uzaklaştırdı. Azap, ellerini Aysima’nın ellerinin üzerine koydu ve gözleri kapattı. Bir süre böyle kaldılar. Karısına doğru döndü, sımsıkı sarıldılar. Yüzünün her yerini kokluyor öpüyordu. Bir daha gitmemesini, yokluğuna dayanamadığını, yaşama gücünün azaldığını söylüyordu. “Beni bırakmalısın Azap, beni de, kendini de özgür bırakmalısın.” Göz göze bakıştılar bir süre. “Olmadığım gerçeğine alışmalısın Azabım, acı çekmene dayanamıyorum, her gün ıstıraptayım.” Karısı konuşurken, Azap O’nun yüzünü seyrediyordu. “Seni çok özlüyorum Aysima” dedi. Sesi titriyordu. “Kendine bir hayat kurmalısın Azap, kızımız da, ben de çok üzülüyoruz, sen böyle acı içindeyken ruhlarımız huzur bulmuyor. Aklım hep sende. Ne olur bizi bırak Azap, bizim için, kendin için yeni bir hayat kur. Seni seven bir kadın var, sana nasıl sarıldığını gördüm. O’na git Azap, mutlu ol, bizi de mutlu et.” Kocasının yüzünü severek, yavaşça sıyrıldı kollarından. Bunları söylerken, ağır adımlarla geri geri gidiyordu. “Gitme” dedi Azap. “Gitmeliyim, biz artık başka bir dünyaya aidiz. Kendine bir hayat kur Azap, bizim için, huzura kavuşmamız için.” Gitmek için arkasını döndüğünü de;
Azap’ın, silahının kızağını çekip bıraktığının sesini duydu. Mermiyi namluya sürdüğünü anlamıştı. Geriye döndü. Azap, silahı şakağına dayamıştı. “Gidersen vururum kendimi, senin olmadığın bir yaşamda, her şeyin tadını unuttum Aysima.” Koşarak geldi ve boynuna sarıldı, bir eliyle silahı tutuyordu. “Yapma Azap, ne olur yapma, bizi seviyorsan yapma.” Elini yana doğru indirip, silahı başından uzaklaştırdı. “Tek istediğim seninle, kızımla olmak” dedi. “Günü geldiğinde Azabım, vakti geldiğinde bizi bulacaksın. Ne olur anla, bizi seviyorsan bırak gidiyim, bir delilik yapma.” Yine, yavaş yavaş uzaklaştı. Azap, O’nu seyrediyordu. Bir süre sonra kayboldu karanlığın içinde. “Üzülme sevgilim, bir daha huzursuz etmeyeceğim seni” dedi. Telefonu çalıyordu, arayan Necdet’ti. Nerede olduğunu sorunca, kafeteryaya gelmek üzere yola çıkacağını söyledi.
Saat:20. 00
Son olarak, üçüncü cesedin göğsüne çiviyle tutturulmuş fotoğrafı inceliyorlardı. Adem Baş Komiser dosyayı açtı ve bilgi vermeye başladı;
“Vecip Halefoğlu, araştırmacı yazar. 2002 de uğradığı silahlı bir saldırı sonucunda, hayatını kaybetmiş. Faili meçhul. Türkiye’nin altın madenleri ve madenlerimizin neden çıkartılamadığı üzerine araştırma yapıyormuş. Altın piyasasında söz sahibi bir şirketi ve bunun Türkiye faaliyetlerini inceliyormuş öldürülmeden önce. Çalışmalarının büyük bir kısmı kayıp, Ne olduğunu anlamak, ilk bakışta belli olsa da, cesaretsizlikten olsa gerek, kimse bu olayın üzerine, Vecip Halefoğlu’nun neyi araştırıp, kimi rahatsız ettiği tarafından bakmamış.”
“Güzel söyledin Adem Baş Komiserim. Bu ülkede çok yıldız kaymış, karanlık iyice çoğalana kadar, kimse fark edememiş. Millete düşmanlık düşünenlere düşman olanlar, yalnız kalmış” dedi Mahmut Ali. Kendisini onaylayarak, Emniyet Müdürü söze girdi;
“Yazık olmuş Halefoğluna. Bir aile içi şiddeti, bir delikanlının kıskançlık yüzünden kız arkadaşını öldürmesini aylarca haber yapan medya, milletin hakkına göz dikenleri araştıranlar öldürülünce neden umursamazlar anlamış değilim. Bizim milletimizde alışık değil böyle işlere, bir biriyle uğraşmaktan, kardeş kardeşe kavga etmekten, bir türlü göremiyor gerçekte ne olduğunu. Hep aynı oyun, hep tutuyor maalesef.”
“Sen de güzel söyledin Ercan Bey.”
“Hep söylüyoruz da, icraat yok Mahmut Ali Bey. İzniniz olursa benim eve gitmem lazım, bu günlük ara versek olmaz mı? Aklım tamamen durdu. Hiç bir parçayı birleştiremiyorum. Sizi de yormayalım, tek dayanağım sizsiniz.”
“Rica ederim Ercan Bey, siz nasıl uygun görürseniz.”
“Hem misafiriniz de varmış. Kim kimi, niye öldürmüş iyice karıştırdım. Anlaşılıyor ki, millet üzerine oynanan oyunlarla alakalı derin bir soruşturmanın içindeyiz, iyi ve kötü adamların kavgası arasında kaldık. Aklımda bir sürü şey var ama toparlayamıyorum. Adem de ayakta uyuyor. Bu kız da iyice gerilmiş bu gün, siz de misafirinizle ilgilenin ne dersiniz?”
“Siz nasıl uygun görürseniz derim Ercan Bey, misafir yanımızda. Umarım rahat ettiririz de, gerginliği kaybolur.”
“Nasıl yani? Anlamadım!”
“Misafirimiz Özlem Hanım. Bu günden sonra yalnız kalması güvenli değil. Hepimiz çok dikkatli olmalıyız, bir parkta kalp krizi geçirip ölmek var.”
“Doğru söze ne denir.”
“Ben kimseye yük olmak istemem Mahmut Ali Ağabey”
Özlem Müfettiş böyle söyleyince, Emniyet Müdürü azarladı O’nu;
“Kadın milleti işte, dik kafalı. Çok sürmez bir ceset daha buluruz, fazla ayrı kalmayız zaten. Doğru söylüyor Mahmut Ali Bey, kızım, bak adam kalp krizinden gitti, varisi sensin.”
“Ne varisi müdürüm, kimseyi rahatsız etmem ben.”
“Bunu yarın tartışırız, şimdi sen Mahmut Ali Beyle git. Güzel bir plan hazırla, ona göre hareket edelim. Adem, sen de sağlam bir ekip kur, beş altı kişi yeter, olay yeri incelemeden bir arkadaş mutlaka olsun. Hadi gidelim yahu, işim gücüm var evde.”
“İtiraz kabul etmiyorum Özlem Hanım, bu iş bitene kadar gece gündüz beraberiz.”
“Tamam Mahmut Ali Ağabey. Necdet Ağabeyin lezzetli yemekleri olmasa, zor ikna olurdum söyleyeyim.”
Özlem Müfettişin bu sözlerine hepsi gülümsedi. Sabah kahvaltıda, kefede buluşmak üzere vedalaştılar.
Saat:21.10
Mahmut Ali ve Özlem Müfettiş kafeteryaya geldiler. Hiç müşteri kalmamıştı. Ortadaki masaları kaldırmışlar, Azap Dağhan’a karate öğretiyor, Necdet’de çay içiyor ve keyifle onları seyrediyordu. Selamlaştılar.
“Ah gençlik ah, şu yiğitlere bak Necdet.”
“Hey gidi Mahmut Ali, ben de sana öğretirdim böyle.”
“Necdet, yaşlanınca yalan söylemeye de başladın.”
Hepsi gülüştüler. Necdet ve Özlem Müfettiş, yemek için bir şeyler hazırlamaya koyuldular. Mahmut Ali, Azap ve Dağhan’dan devam etmelerini isteyip, keyifle onları izlemeye başladı. Yemeklerini yemişler, ortalığı toparlamışlar, güzel vakit geçiriyorlardı. Sıra çay faslına geldi. Dağhan, izin isteyip ayrıldı.
Saat:22. 00
Azap, Hacer Hanımı arayıp, Özlem Müfettiş için, üst katta, bir oda hazırlamasını rica etti. Rahatsızlık verdiğinden dolayı sıkıntısını dile getiren Özlem Müfettişe, hepsi birden sitem edip konuyu kapattılar.
Necdet, Harp okulundan arkadaşı olan, Dursun Aslan Soysal’ın yazdığı bir kitabındaki, önsözü okumak istediğini söyleyince, Azap söze girerek;
“Psikolog Dursun Aslan Soysal’ımı söylüyorsun Necdet Ağabey, hani istihbarat eğitimlerinde, geliştirdiği bir metodu ders olarak verilen?”
“Evet, beraber okuduk biz.”
Az sonra kitabı bulup getirdi. Masanın üzerine koyarak açtı.
“Dursun Aslan Soysal’ın bu kitabı bitirmesi, o dönemin yaklaşan seçimlerine denk gelince, ön söz bölümüne, “Halkıma Mektup.” başlığıyla bunları yazıyor.”
Hepsi dikkatle dinliyorlardı. Sözlerini bitiren Necdet, Dursun Aslan Soysalın kitabındaki, mektup zarfına benzeyen ön söz girişini gösterdi ve okumaya başladı;
GÖNDEREN: TARİH: 22. 07. 1988
Ben Lazım, Aleviyim, Kürdüm, Çerkezim
Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan
Her ırktan, her mezhepten insanın
Kardeşiyim ben
Bu Ülkeyi bizler için kurmak isteyen
Her ırktan, her mezhepten atalarımızın
Torunlarıyım ben
GÖND. ADRES:
Türkiye Cumhuriyeti Toprakları
ALICI ADRES: Türkiye Cumhuriyeti Toprakları
SYN. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı
Ben, hiçbir partiye, derneğe üye değilim
Resmi ve siyasi bir kimliğim yok
Benim bu mektubu yazmam
Halkımın refahını istememdendir
Refahımız için, bilinçli seçmen olalım.
HALKIMA MEKTUP
Satırlarıma başlamadan önce, milletime selam eder, büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim. Yeni bir seçim yaklaşıyor, çok dikkatli olmalıyız. Doğru kararlarımızın sonucu hizmet, yanlış kararlarımız zahmet olarak bize geri dönecektir. Biz, tarafsız ve adil olmazsak, seçtiğimiz insanlar bizi yok sayar. Orayı babalarının şirketi, o koltuğu da hak ederek aldığını düşünürler, bu düşünce onları, millete hizmetten uzaklaştırır.
Babamın partisi, dedemin partisi, bu aşiret bizden, şu mezhep, bizim parti diye oy verirsek, başka milletler uzaya giderken, bize seyretmek düşer. Bu Millet, yanlış kişilere oy vermenin sonucunda, birçok kez, çok ağır bedeller ödemiştir. Benim sözlerim, oyunu duygusal kullanıp adil olamayanlara. Araştırmadan oy verip, eliyle geleceğini karartan insanıma. Oy kullanmak gibi son derece önemli bir görevi, ciddiye almayan, farkında olmadan yönlendirildiği için, yanlış oy kullanan insanıma.
Ülkemize bir bakalım. Üç tarafı denizlerle çevrili, Asya’yı Avrupa’ya bağlamamız ve İstanbul Boğazı dolayısıyla, son derece önemli bir konumdayız. İklim ve topraklarımız her türlü tarıma ve hayvancılığa elverişli. Denizler ve göllerimiz, balıkçılık açısından son derece kaliteli. Yer altı ve yerüstü zenginliklerimiz, birçok ülkede olmayan değerli maden yataklarımız, sanayi açısından bakıldığında, gelişmiş birçok ülkeden daha avantajlı olduğumuzu görüyoruz. Hep görüyoruz da, bir türlü kalkınamıyoruz. Türk markasıyla dünyaya ne satıyoruz, otomobil mi? Uçak mı? Tank mı? Kamyon mu? Et mi? Nerede… Gücümüz yetip alabilsek kendimiz yiyeceğiz. Biz dışarıya ham madde satıyoruz, işlenmiş olarak, çok yüksek paralara geri alıyoruz. Ekonomik olarak, her türlü imkân mevcutken, değerlendirdiğimiz takdirde, zenginleşmenin getireceği ileri teknolojiye sahip olmak varken, ileri medeniyetler seviyesine NEDEN ulaşamadık? Birçok ülke uzay projeleri geliştirirken, ürün ve sanayide en son teknolojiye ulaşırken, biz NEDEN hep seyirci kalmışız. NEDEN bu ülkelerin ürün ve teknolojilerini yüksek paralar ödeyerek satın almak durumunda bırakılmışız? NEDEN birçok ülkenin ürün sattığı “Pazar” olmuşuz? Bunlara dur diyecek, ülke insanının menfaatlerini milletini düşünerek yönetecek, adam gibi adamları hiç mi seçmemişiz? Bizi kimler yönetmiş, ne diye yönetmişler. Kim için yönetmişler? Bir bakın etrafınıza, NEDEN gelen bütün hükümetler, kargaşa, kavga ortamından başka bir şey vermemiş bu millete? Bir bakın etrafınıza, kavga hiç durmuş mu bu memlekette? Zorumuz ne, biz refah içinde, kardeşçe yaşayan bir ülke mi istemiyoruz? Yoksa istediğimiz fakirleşmek mi de bunlar, bizim olan topraklarda, bizim olan hakları görmezden gelip, kendi keselerini dolduruyorlar. Ey Millet uyan!
Yoksa bu Milletin aklı mı kıt? Yooo, araştırın da bir görün, bu bahsettiğimiz ülkelerin kalkınmasında rol oynayan birçok önemli projeyi, Türk bilim adamları ve mühendisleri başarmıştır. Allah Allah, ne diye bu adamlar kendi ülkelerinin kalkınmasına değil de, başka ülkelerin kalkınmasına hizmet etmişlerdir. Araştırın bir görün, ülkesine hizmet etmek isteyen, kaç bilim adamının, vatan evladı kaç tane mühendisin başlarına neler gelmiş. Korumazsan, sahip çıkmazsan, Beyin Göçü olur. Akıllı adamın olmadığı yeri, deliler işgal eder, uğraş dur laf anlamazla, hak hukuk bilmezle. Akıllı adamı korumaz, ülkende tutamazsan, gavurun tayyaresine biner, gavurun mamasıyla büyütürsün çocuklarını. Tabi alabilirsen, ya da bunları almak için, ömrün çalışmakla geçer, insan olduğunu anlamadan, rahat bir nefes alıp gün yüzü görmeden, bedenini toprağa verirler, ancak o zaman kendi yapımın bir şeye binersin, o da imamın kayığı.
Mesele şurada! Birileri senin ülkene, yönetimlerine müdahale etmiş, halende ediyor. sanayini geliştirmemiş, üretim yaptırmamış. Peki, nasıl yapmış bunu? İnsan sanıp, vatan evladı diye seçtiklerimiz bunların her isteğine okey deyip, imzalar atmış. Milletin haberi var mı? Millet oy alana kadar lazım. Ey millet uyan!
Bizim memleketin meselesi terör değil, başörtüsü değil, Alevi, Sünni, Kürt, Laz değil… Bizi kandırıyor, oyalıyorlar. Bunlara kulak asmayın. Bunlara şunu söyleyin, “Bu ülke Kurtuluş Savaşı verdi. Kimse o zaman sormadı sen alevisin gelme, sen Kürtsün gelme, sen Çerkezsin, Lazsın, Sünnisin, Yörüksün, bu millet için savaşamazsın” demedi. Biz kimsenin bir şey söylemesini beklemedik zaten. Ülkenin her yanından, her köşesinden, her mezhepten insanımızla koşup geldik. Şimdi ne oldu kardeşim? Birilerinin kışkırtmasıyla, ayrımcı olmaya kalkanlarımız var. Omuz omuza savaşmış, helalleşmiş, şahadet şerbetini bizim için aynı kaptan içmiş dedelerimizin kemiklerini sızlatanlar var. Biz kendimizle barışık olmadıkça, çoluk çocuğumuzun geleceğini karartırız. Ey millet uyan!
Bizim meselemiz, tüm bu işleri organize edenleri, bunarın tezgâhladıkları oyunları görüp, bu faaliyetleri durdurma meselesidir. Nasıl yapacağız bunu? Evlatlarımıza vatan sevgisini öğreterek, evlatlarımızın daha çocuk yaşlarda düzgün eğitim almasını sağlayarak. Onları, çarpık ilişkilerle, çalışmadan, üretmeden, ellerine silah alıp soygunculuk, mafyacılık yaparak zenginlik hayalleri kurduran zihniyetlerden uzak tutacağız. Öpüşmekten başka bir şey öğretmeyen görsel yayınların ne kadar dengesiz ve kalitesiz olduğunu hafızalarına yerleştireceğiz. Daha bunun gibi, bir şey olmaz dediğimiz büyük tehlikeleri, anne baba olarak görüp, önce kendimizi düzelterek. Kafamızı kaldırıp, yahu neler oluyor diyerek, kendimize gelerek. Hangi ünlü, hangi ünlünün koynundaymış dedikodusuyla akşam edip, magazin haberleriyle sabah eden anneden çocuğuna, o çocuktan millete fayda gelmez. Ey millet uyan!
Türkiye Cumhuriyeti topraklarında yaşan, Türkiye Cumhuriyeti kimliği taşıyan herkesi kardeş görerek, bu vatan topraklarında, kimsenin kimseden üstün olmadığını bilerek. Senin deden savaştıysa, onun dedesinin de savaştığını bilerek…
Evet, bizim Milletçe, bir an önce hakkımızı ve refahımızı düşünmemiz lazım. Birilerinin kışkırtmasıyla sokaklara dökülüp, kamu malına, kendi paralarıyla alınan mallara zarar verenlerin, akıllarını başlarına almaları, şapkaları çıkartıp önlerine koyup düşünmeleri gerekir ve anlamalıdır artık, biz küçük guruplar halinde bir halt yaptığımızı zannederken, aslında güç kaybettiğimiz için, ülkeye oyunlar tezgâhlayanların ekmeklerine yağ çalıyoruz, hem de öyle bir yağ ki, yedikçe yiyesi geliyor bu köpeklerin. Bu milletin, bir bütün olduğunu bilmesi, el ele verip, hakkımız olan için bir araya gelmesi şarttır.
Bunlardan kurtulmak kolay olmayacaktır. Dikkatli olmazlıyız, azimli ve sabırlı olmalıyız. Öyle kolay gitmezler, çöreklenmişler bir kere. Balın tadını almış ayı, kolay kolay gitmez. Çünkü onlar içinde kolay olmamıştır içimize sızmaları, bizi nasıl kandıracaklarını hesaplamaları. Öyle kolay değil bu işler. Bir ülkeye gidip de, siz sanayileşmeyin, çikolata üretmeyin, biz satalım siz alın diyemezsiniz, döverler adamı. Peki, nasıl yapmaları lazım? Bizim içimizde nasıl barınacaklar?
Siyasete sızmalılar! Birileri çıkar da, eleştirir bunları. O zaman, başka partilere de yani muhalefetlere de sızmalılar.
Bu hainliklerini birileri yazar, halka duyurmak ister. Ne yapmaları lazım? Medyaya sızmalılar, olmadı, susturamadığı gazetecileri öldürmeliler.
Biri çıkar da, bunları yargılamak ister, gelin bakıyım buraya der. Ne yapmaları lazım? Yargıya sızmalılar.
Ülkeyi parselleyecekler! bürokrasi düzgün çalışırsa işlerine gelmez. Çünkü buradan beslenirler. Ne yapmaları lazım? Bürokrasinin içine sızmalılar, devlet kurumlarına, bankalarına, işletmelerine adamlarını yerleştirmeliler.
Yeter mi? Yetmeeeez!
Cinayetler işlenecek, halkın kafası ve ülke karıştırılacak, Başbakan asılacak. Şimdi niye asmıyorlar? Eğer Adnan Menderes’in asılmasının sebeplerine bakarsanız… Gelmiş geçmiş bütün siyasetçilerin, neredeyse tamamının asılması lazım… Terör inşa edecekler, onları destekleyecek ve besleyecekler, mafyalarla işbirliği yapacaklar. Halkı küçük guruplara bölecekler, bu böldükleri gurupları, güya içlerindeki milliyetçilik ruhlarını okşayıp, bu geri zekâlıları, kendi halkının üzerine salacaklar. Sağa sola bombalar, mermiler attırıp, bu cahillere, kendi kardeşlerini vurduracaklar.
Her işlerini planlı, düzgün yapacaklar, ihanet planları saat gibi çalışacak. Ee, nede olsa bir ülkenin kaynaklarını sömürmek var işin ucunda. Ödül büyük. Halk yesin bir birini. Ey millet uyan!
Halkın hassas olduğu konuları provoke edecekler. Provokasyonlar da etki değil, tepki önemlidir. Amaçları, çok çabuk tepkiye sebep olmaktır. Ne oldu; Çorum olaylarını hatırlayın. “Aleviler Camileri kurşunluyor” diye, Cuma namazından çıkanları, aynı dakikada kışkırtmadılar mı? Hangi Alevinin Camii kurşunladığını ispatlayan çıktı. Çünkü yok böyle bir şey, bunların hepsi düzmece, hepsi halkı karıştırmak, bir birine küstürmek için. Ey millet uyan!
Kasten, yanlış yönetilmemizi sağlayacaklar. Siyasi krizler çıkartacaklar, aklı kuş kadar çalışmayan, hesap kitap bilmeyen, idare hukukundan anlamayan insanların vekil diye seçilmesine ortam hazırlayacaklar, yönetilemeyen, idare edilemeyen koskoca bir ülkenin asil milletini, yağ kuyruklarına, gaz kuyruklarına, karneyle ekmek kuyruklarına sokacaklar. Halkın hakkını yiyerek, refah seviyesini düşürerek, çocuklarımızı teröre kurban verdirerek, sinirlerini iyice gerip sokaklara dökecekler. Biz bunları yaşamadık mı? Ey millet uyan!
Yeter mi? Yetmeeeez!
En acısı geliyor; yıllarca faaliyet sürmeleri kolay olmayacak. Yeni nesil yetişip hesap sormaz mı bunlardan. Sorar elbette. Ne yapacaklar? Eğitime sızacaklar, ülkenin kalkınması için lazım olan o taze beyinleri, fitne fesatla dolduracaklar. Üretmeyen, makine ne, sanayi ne, tarım ne bilmeyen, sürekli tüketen bir nesil yapacaklar. Ey milletim uyan! Artık uyan…
Hepsi çok düşünceliydi. Kısa bir süre bir birlerine baktılar. Necdet devam etti sözlerine;
“İşte bunları yazmış dursun Aslan Soysal, kitabının ismi de, HALK ORDUSU. Bu milliyetçi adam, halkını seven, yetimi seven, hak hukuk bilen bir milletin, gerçek imana ereceğini ve tuttuğu bu doğru yolda, refahı bulacağını kaleme almış. Hakkıdır Hak’ka tapan, Milletimin istiklal diyen bir adamdır kendisi.”
Mahmut Ali’nin ve Özlem Müfettişin gözleri dolmuştu.
“Ne kadar doğru söylemiş adam, bu ülkenin halkı çok çileler çekti. Zaten herkes farkında bu olanların ama hiç kimse bir şey yapmıyor. Aslında bu elimizdeki cinayetlere bakıyorum da, birileri savaş açmış bu karanlık güçlere demek geliyor içimden, ne dersiniz? Elimizdeki cesetleri diyorum, kim olduklarını bilmiyoruz, kimlikleri sahte, ne iş yaptıklarını bulamıyoruz. Karanlık adamlar oldukları belli. Cesetlerin göğüslerine çivilenmiş fotoğraflar, biri hariç, hepsi millet menfaati için uğraşmış ve öldürülmüş. Birisi provakatördü, milleti kışkırtmak isteyen, alakası olmayan yerlerde provokasyon yapmış biri. Karanlık güçlere çanak tutmuş, tıpkı yazıldığı gibi. Adamların nasıl öldürüldüğüne bakın, büyük bir kin ve öfkeyle, bir anlamı olmalı bu işkencelerin. Birileri de bu karanlık güçlere savaş açmış bu çok açık. Bu yazılanlar, bizim soruşturmanın özünü anlatıyor sanki.”
Özlem Müfettişi onaylayarak, söze girdi Mahmut Ali;
“Öldürülenlerin, gizli bir oluşumun üyeleri olduğunu ve masum olmadıklarını biliyoruz. Necdet’in okudukları, elimizdeki üç cinayetin sebebini açıklıyor adeta. Dursun Aslan Soysal’ın da yazdığı gibi, bu elimizdeki cesetler, memleketin gelişmesine, halkın ilerlemesine müdahale eden adamlar, bunları öldürenler de, her ne kadar suç işlemiş olsalar da, iyi adamlar diyebiliriz.”
“İyi de Mahmut Ali Ağabey, madem kim olduklarını biliyorlar, yargı var mahkeme var, hukuk var. Ne diye böyle işkenceler yapıyorlar. Bilmiyorlar mı, yakalandıkları zaman ömür boyu mahkûm olacaklar. Neden bu adamları açıklayıp, hukuken mücadele etmiyorlar. Bakın, bizde onları bulmaya çalışıyoruz. İyi adam ne demek, böyle işkencelerle adam öldürenler iyi olur mu? Bizim de düşmanımız sayılırlar, kanuna karşı geliyorlar.”
“Bunlarla uğraşılır mı Özlem Hanım? Yakanıza bir kamera taktınız diye kalp krizinden götürdüler adamı. Azıcık şüphelenseler birinin kendilerini çözmek istediğinden, sülalesini kaldırırlar adamın.”dedi Azap.
“Bilmiyoruz ama gerçekten kalp krizi geçirip geçirmediğini.”
“Ne olduğunu ben söyleyim” dedi Mahmut Ali.
“Sırrı Zindancı üzerinde etkileri vardı. Kendi adamlarından, bir yönetici ve onun iki yardımcısı kayboldu. Bu kadar güçlü olmalarına rağmen bulamadılar. Çünkü bunlara savaş açan her kimse, nerelere bakacaklarını, nasıl davranacaklarını biliyordu. Bunu ilk başta anlayamadılar ama cinayetler devam edip adamları vahşice katledilince şaşırdılar. Ne oluyor dediler. Yine, bu kadar güçlü olmalarına rağmen, ne olduğunu bulamadılar. Ee, ne de olsa gizli oluşum, öyle ortaya çıkıp da, bizim adamlar öldürülüyor, kim yapıyor diye araştırıyoruz diyemezler. İkinci cesetle, birilerinin saldırısına uğradıklarını anladılar ve Sırrı Zindancı’yı kullanarak, soruşturmadan haberdar olmak istediler. Sizinle cinayetler hakkında görüşecek olan kişi de, Ahmet Can Gemici, büyük ihtimalle iyi olan taraftandı. Çünkü sizi bilgi vermek için çağırdı. Buradan anlıyoruz ki, iyi olan tarafın da artık, devlet kurumları içinde nüfuzu var. Bu soruşturmanın Sırrı Zindancı’yla alakasını biliyordu. Onu aradı ve cinayetlerle ilgili bilgi vermek istediğini söyledi. Şartı da, sizinle görüşmekti. Bizim Sır mafyası için iyi bir şey yapmak isteyen Sırrı Zindancı, bu fırsatı kaçırmak istemedi ve telefon numaranı verdi. Ahmet Can Gemici sizi arayıp, hemen yeni bir adrese yönlendirdi. Çünkü bir konuda çok haklıydınız, kimliğinin açık edilmesini istemiyordu. Siz de kameralı rozet takınca işler değişti. Ahmet Can Gemici bilgi vermekten vazgeçti.
Derhal Sır mafyasına haber vererek, üyelerine bunları kimin yaptığını bulmaları için, çok iyi bir gelişme olduğunu haber veren Sırrı Zindancı’da, yalan söylemiş oldu. Bunu da, hayatıyla ödedi. Benim senaryom bu, daha iyi bir teorisi olan söylesin lütfen, işin bizim için tehlikeli yanı şu; Sır Mafyasının, ne olduğu, kendilerine kimin saldırdığı, güçlerinin ne olduğu hakkında en ufak bilgileri yok. Bir tek öğrenme şansları var o da biziz. Dikkatle bekliyorlar, soruşturmayı yürütmemiz sebebiyle, bütün dikkatleri bizim üzerimizde. Bir yere kadar ses çıkartmayacaklar, çünkü bize ihtiyaçları var, öğrendiğimizde, olaylar çözüldüğünde, düşmanlarını bilecekler, olayı ört bas edecekler ve haklarında bilgi sahibi olduğumuz için de, bizi de öldürecekler. Biz kimseyi bilmiyoruz ama herkes bizi biliyor. Çok açıkta ve göz önündeyiz. Bu yüzden, yetkisi yüksek olsa da, kimse açık etmiyor kendini, destek veriyorlar, emir veriyorlar ama kim olduklarını söylemiyorlar.”
“Bence bırakalım bu soruşturmayı, iyi adamlar temizliğe başlamışken hepsinin boynunu vursun. Aslında, Müdür Beyin de dediği gibi, benim de bu işe aklım ermiyor. Devletin içine, milletin içine sızmış, yıllarca yayılıp güçlenmiş gizli bir örgüt, bunlara savaş açmış birileri tarafından avlanmaya başladı. Madem bu örgüt yıllardır var, neden şimdi öldürmeye başladılar? Çünkü yeni yeni güçlendiler. Eh, iyi adamlar güçlenmiş, kötü adamları temizliyorlar. Bırakalım da devam etsinler. Zaten biz de aralarında ne olup bittiğinin kaydını tutmak için varız. Yoksa öldüren güçlü, ölen güçlü, biz sadece kâğıt kalem tutarız, kimseyi yakalayamayız.”
“Aynen anlattığın gibi Azap” dedi Mahmut Ali, Necdet’le bakışıp gülüştüler. Mahmut Ali devam etti sözlerine;
“Aklın falan karışmamış.Gayet net anlamışsın,bir yeri atladın sadece. Bize bu görevi verenler, ilk cinayetten sonra, Sırrı Zindancı aracılığıyla Sır mafyasıydı. Sırrı Zindancı’yı bir araştırın bakalım. Bu adama ölmeden önce, neyle şantaj yapmışlar. Muhakkak bir koz olmalı ellerinde. Bu adamı, bu şekilde kendi hesaplarına çektiler.”
“Bize destek veren kim o zaman?” dedi Özlem müfettiş.
“İkinci cesetten sonra, bu Sır Mafyasından korkan mevkili kişiler, baktılar ki koyun gibi kesilebiliyorlar, o kadar da korkulacak adamlar değiller. Hemen harekete geçtiler. Yine de sessiz kalmayı tercih ettiler ama bir şekilde sizin aracılığınızla, desteklerini ilettiler. Çok büyük, çok milli bir davaya bakıyoruz, hiç şüpheniz olmasın.”
“İyi de Mahmut Ali Ağabey, bu cinayetleri işleyenler iyi adamlar olsa da, hangi birini öldürecekler? Daha üç ceset var, kim bilir kaç üyeli bir örgüttür bu.”
“Biz bu örgüte,’Sır Mafyası’ diyoruz değil mi Mahmut Ali Ağabey?
Gülümseyerek söze girdi Özlem Müfettiş, birazda şirinlik yaparak söylemişti. Hepsi gülümsediler, Mahmut Ali saate baktı.
11. Kasım 2010 Saat: 01.15
“Saat geç olmuş, yeter bu kadar tarih dersi, ne dersiniz dinlenelim mi biraz?”
Azap’ın telefonu çaldı. Arayan Adem Baş Komiserdi. Bir cesedi daha haber vereceğini anlamışlardı.
“Sanırım dinlenemeyeceğiz Mahmut Ali Ağabey” diyerek açtı telefonu.
Bir ceset daha bulmuşlardı. Adresi alarak, Dikmen Caddesi, Cemal Süreyya Parkı yanındaki Elçi Sokağına doğru yola çıktılar. Bu sefer, Necdet’de gitti.
BÖLÜM 5
KANLA ATILAN İMZA
VE
YERYÜZÜ KRALLIĞI ÖRGÜTÜ
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.