KARA YUSUF-XII
.........................
Merdivenlerden iner inmez Hüseyin Efendi durur ve Musa’ya eliyle tarif etmeye başlar;
-Şu ileride büyükçe bir bina var, yarısı sarı boyalı. Orası postane binası. O binanın yanına varın, sağa bir sokak gider. O sokağı takip edin, gidin. Sol tarafındaki binalara bakın. Üstünde büyükçe harflerle ‘Anadolu Oteli’ yazar. Oraya varın, girin. Benim selâmımı söyleyin, ‘Müezzin Hüseyin Hoca gönderdi’ deyin size gereken kolaylığı gösterirler. Tamam mı birader.
-Çok sağ olun Hocam!
-Bi şey değil birader. Allah yolunuzu açık etsin. Sana da hayırlı teskereler yiğen.
-Sağ ol Hocam!
-Allahaısmarladık, Hocam!
-Güle güle...
Musa ve Yusuf yan yana denilen yere ağır adımlarla giderler. Hüseyin Hocanın dediği gibi oteli bulurlar. Çokta uzakta değilmiş gerçekten. Musa, Hüseyin Hocayı söyleyince görevli kişi önce sevindiğini söyler. Sonra Hüseyin Hocayı övmeye başlar. Bir yandan da odayı ayarlamaya çalışır. Otel görevlisi eline bir anahtar alır ve sorar.
-Odanız hazır. Kaç gün kalacaksınız Bey Abi?
-Bugünlük ikimiz galacaz. Yarin belli olmaz. Yiğenim asker, yarin teslim olacah da...
-Peki, Bey Abi! Anlaşıldı. Buyurun, odanıza çıkabilirsiniz.
-Gerek yoh gormeye. Biz, biraz gezecik, ahşam gelirik. Parasını verelim...
-Nasıl isterseniz? On iki lira bey abi.
-Buyurun...
Otel görevlisi anahtarı arkasındaki kapaklı bir panonun içine asar. Deftere kayıt eder.
-Tamam bey abi.
-Teşekkür ederim...
İkisi de sessiz ve yavaşça dışarı çıkarlar. Güneş batıncaya kadar Eminönü’nden çıkarlar, Sirkeci ve oradan Gülhane Parkı üzerinden Sultan Ahmet Meydanına doğru giderler. Bazen otururlar, kendi kendilerine konuşurlar. Sonra geldikleri yoldan tekrar Eminönü’e gelirler. Bir lokantada akşam yemeklerini yerler. Saat daha erkendir; bu vakitlerde yatamayacaklarını düşünürler. Kalacakları otel yakındır.
-Gel Yusuf, otele bi varalım. Biraz geç geleceğimizi söylerik. Haberleri olsun.
-Peki emmi, gidelim.
Uzaklara gitmezler. Eminönü ve Sirkeci çevresinde dönüp dolaşırlar. Denizi seyrederler daha çok. Galata Köprüsünün üzerinde ağır ağır yürürler. Arada bir dururlar, parmaklıklara yaslanırlar; mavi, yeşil Boğaz’ı seyrederler. Balık tutanları izlerler. Kayıklarla hemen kenarlarda balık satanları, motorlu tekneleri, vapurları ve gemileri dikkatle izlerler...
-Ne kadar böyük şu İstanbul, daal mi emmi?..
-Öyle Yusuf. İstanbul olmasa ‘Türkiye aç galır’ derdi ağam.
-Ucu bucağı belli daal, emmi. Her bi şey var.
-İstanbul demek dünya demek!..Ağam derdi hep, ‘Her çeşit milletten insan var. Bütün ecnebilerin, hatta doğuluların... Dünyanın gozü İstanbul’da...’ derdi.
-Dedem de böyük adammış, emmi!
-Böyük adamdı da, böyüklüğünü koyde sahladı...
Lodos, kuvvetini yavaş yavaş göstermeye başlar. Musa, başındaki şapkayı eline almak zorunda kalır. Martılar rüzgârla alay eder gibi, bir o yana bir bu yana süzülürler. Seyredenlere sanki müzikli konser verirler gökyüzünde. Onları seyrederken vaktin nasıl geçtiği, gecenin nasıl ilerlediği belli olmaz. Musa, yeleğinden saatini çıkarır bakar.
-Saat 10.00’u geçiyo Yusuf. Ne dersin, yavaş yavaş gidek mi?
-Olur emmi, gidek. Hem ecik soğudu hava da...
-Tabi ya! Biz deniz havasına alışık daalik Yusuf.
Otelin yolunu tutarlar. İstanbul’da ilk kez bir otelde amca yiğen beraberce bir geceyi daha geçirirler.
Sabah Eminönü’nden Topkapı dolmuşuna binerler. Topkapı’ya yaklaşınca Yusuf, İstanbul’u çok iyi bilen edasıyla şoföre seslenir.
-Tümen Komutanlığının yahınında inecez...
Şoför çok bilmiş hareketler yapar. Karşılık verirken hafiften güler.
-Tamam, Asker Ağa! Topçu Birliğini demiyor musun? Aha geldik zaten.
Çok gitmeden dolmuş yavaşlar, durur.
-Buyur Asker Ağa! Topçu Birliği buraya kadar.
Musa ve Yusuf yavaşça inerler. Sabahın erken vaktidir daha. Kaldırımda bir müddet dururlar. Sonra kendi aralarında bir karar alırlar.
-Daha çok erken Yusuf. Öğlen geçerek girelim birliğine. Ne dersin?
-Tamam emmi! Öyle edek.
Amcasının bu teklifi Yusuf’un hoşuna gider. Gözlerinin içi güler bir an. Çünkü çok sevdiği amcasıyla biraz daha beraber olacaktır. Sevinir, esmer yüzlerinde gülücükler oluşur.
-Garajlar yahın mı Yusuf?
-Yahın emmi. Aha ilerde.
-Gel o tarafa gidelim. Otobüs gahıyo, daal mi Yusuf?
-Burdan da gahıyomuş emmi. Yalınız gine vapurunan garşıya geçiyolarmış. O da uzun sürüyo diyolar. Onun için herkes Harem’e geçiyo, ordan biniyolar.
-Tamam. Annaşıldı. Eyi oldu bah, bunları bilmem.
Topkapı’da, küçük bir lokantada öğle yemeklerini yerler. Bu, Yusuf’un amcasıyla son kez yemek yemesidir. Öğlen geçerek Birliğe gelirler. Yusuf hemen önden Nizamiye kapısına yaklaşır. Nöbetçi asker sanki tanıyormuş gibi karşılar.
-Asker misiniz?
-Evet! Bu birlikteyim. İzinden döndüm...
-Hoş geldin!
-Hoş gordük! Sağ ol.
Yusuf’un arkasında duran Musa, nöbetçinin dikkatini çeker.
-Bu abi kim?..
-Benim emmim. Kendisi muhtardır.
-Hoş geldin abi. Şöyle içeri geçin. Üzerinizde bıçak, çakı varsa bırakın.
-Yok, asker yiğenim!
-Tamam Muhtar Amca. Buyurun!
Yusuf, nöbetçi askere tekrar teşekkür ederek az ilerdeki birlik binasına doğru amcasıyla giderler. Sıcaklık belirgin bir şekilde kendini gösterir. Yusuf’un şakaklarından ince ince ama parlak bir biçimde ıslaklıklar göze çarpar. Musa bunu farkeder.
-Ne o Yusuf? Terlemişsin!..
-Şey, emmi! Hava ecik sıcak ya!.. Ondan herhal.
Musa, fazla üstüne varmaz. Hafifçe gülümser sadece.
-Öyle. Ecik ısıcak, ya! Gine de sen gendini sıhma...
-Yoh emmi. İnan sıhmıyom gendimi...
Yüz, yüz elli metre kadar mesafedeki bir binanın önüne gelirler. İki katlıdır. Burada da bir nöbetçi asker karşılar. Yusuf gelir gelmez nöbetçiye konuşur.
-Eyi nöbetler arhadaş!
-Sağ ol arkadaşım! Ben tanıyamadım...
-Ben Yusuf Gürer, Ali Rıza Çavuşun bölüğündeyim. İzinden döndüm de...
-Bizim Yozgat’lı Çavuş mu?
-Evet! Ben de Yozgatlı’yım. Bu da emmim. Emmim, Ali Rıza Çavuşu gorüp gidecek.
-Hoş geldin amca! Yusuf gardaş, Ali Rıza Çavuşu biliyosun. İçeri gir, sor istersen. Amca Bey şöyle otursun. Buyur amca! Şöyle geçin, oturun.
Yusuf, hemen içeri geçer ve Ali Rıza Çavuşu aramaya gider. Musa nöbetçi askerin gösterdiği bir bankın üzerine oturur. Çok geçmez, Ali Rıza Çavuş koridorda görünür. Sarışın ve bembeyaz benizli, uzun boyuyla ta uzaktan bile dikkatleri üzerine çekmektedir. Nöbetçi asker bile gıpta ile bakar. Musa’yı ta uzaktan görür görmez öle bir sevinir ki, sanki babası, ağabeyi gelmiş gibi.
-Vay! Musa Amcam benim!..
Gelir eline sarılır Musa’nın. Öper elini. Musa’da ona sarılır ve yüzlerinden öper. Yusuf, hemen yanlarında boynunu bükmüş vaziyette, hüzünle sevinç karışık bir tavırla onları izler. Ali rıza Çavuş, Musa’nın hemen koluna girer.
-Valla, ne iyi ettin de geldin Musa Amca. Yüzbaşım da Yusuf’u görmek istiyodu. Gel, seni de gotürüyüm yanına. Çok şeker bir komutan, Musa Amca. Yusuf’u, sizi öyle bir anlattım; ‘Şu askeri bi tanıyım. Ona kolay askerlik yaptıralım!..’ dediydi.
Musa’nın yüzü gülmektedir. Ali Rıza’nın bu büyük ilgisine hayran kalır. Yüzbaşı ile tanışacağına çok memnun kalır.
-Demek Yüzbaşı seni çok seviyo Ali Rıza!..
-Öyle Musa Amca. Beni sever Yüzbaşım. Ben de onu çok seviyorum. Yusuf’un durumunu anlattım kendisine. ‘Gelince haberim olsun, onu yormayalım, üzmeyelim.’ dedi. Konuşarak Yüzbaşının odasına varırlar. Ali Rıza Çavuş, müsaade ister ve kapıyı vurur, girer. İçerden hemen geri çıkar. Kapının ağzına gelir ve seslenir yavaşça.
-Buyur amca. Komutanım sizi bekliyor.
Musa, yavaşça içeri girer. Yüzbaşı, arkasından Yusuf’u da içeri alır. Musa, Yüzbaşının isteği ile hemen karşısındaki bir koltukta oturur. Ali Rıza ile Yusuf kapının hemen yakınında beklerler. Konuşurlar. Musa, Yusuf hakkında tüm olanları anlatır. Yüzbaşı büyük bir dikkatle dinler. Sonunda ayağa kalkar Yüzbaşı.
-Burada yeğeniniz emin ellerdedir, muhtarım. Yusuf önce Allah’a, sonra bana emanettir. Buraya kadar geldiniz. Belliki yiğeninizi çok seviyorsunuz, muhtar. Sizin kadar biz de severiz yiğeninizi, hiç endişeniz olmasın. Memleketinize içiniz rahat olarak gidebilirsiniz. Çok memnun oldum tanıştığıma muhtar...
-Ben de çok memnun oldum, sayın Yüzbaşım! Sizin gibi komutanlarımız olduktan sonra gözümüz arkada kalmaz, evvelallah! Çok sağ olun Yüzbaşım! Allah izin verirse Yozgat’a, köyüme, haneme beklerim Yüzbaşım!
-Nasip, kısmet muhtarım! Bakarsın karşılaşıveririz... Çok teşekkür ederim. Çok sağ ol muhtar.
Yüzbaşı masasının etrafından dolanır. Musa’nın kolundan tutar ve binanın dışına kadar uğurlar. Yüzbaşı ve Musa tokalaşırlar. Yüzbaşı dönüp giderken, Ali Rıza Çavuş hızlıca Yüzbaşının arkasından yürür. Yanına varır varmaz selâm çakar. Bir şeyler konuşur. Yüzbaşı durur. Ali Rıza Çavuş aynı hızla ve gülümseyerek gelir. Musa’nın koluna girer sevinçle.
-Seni böyle yalnız bırakır mıyım Musa Amca! Hadi gidiyoruz.
-Neriye Ali Rıza?..
-Gidiyoruz Musa Amca. Sen neriye gidyosan, biz de oruya.
-Ne ki, sen de mi geliyon?
-Evet amca! Biz de geliyoruz. İzin aldım Yüzbaşımdan. ‘Muhtarı gideceği yere kadar götürün. Vasıtaya bindirin, gelin.’ dedi.
-Valla, buna sevindim işte! Hadin gidelim öyleyse.
Musa, Yusuf ve Ali Rıza Çavuş, Nizâmiyeden dışarı çıkarlar. Nöbetçiler, Ali Rıza Çavuşu tanıdıklarından hiçbir şey sormazlar. Hatta gülümseyerek karşılarlar. Çok fazla gitmezler. Gelirken indikleri yerde dururlar ve dolmuş beklerler. Musa, Eminönü tarafına gidecektir. Oradan da Sirkeci’den vapura binip Harem’e...Ayakta konuşurlar. Musa, daha önceden Yusuf’a para vermiştir. Hafifçe döner arkasını, cebinden para çıkarır. Avucunun içine alır, tekrar döner yavaşça. Ali Rıza’nın parkesinin cebine elini sokuverir. Ali Rıza hemen tepki verir.
-Bak işte amca! Bu olmadı valla!.. (Elini cebine sokar, parayı alır ve tekrar Musa’ya vermeye çalışır.) Valla, ayıp oluyo Musa Amca. Beni utandırıyosun. Benim haşlığım var. sen Yusuf’a ver bunu...
Musa daha ısrarcı bir tavırla Ali Rıza’nın elini iter.
-Beni üzmeyecasen alacahsın. Tamam mı? Ben Yusuf’a haşlığını verdim.
Ali Rıza fazla ısrar etmez ve sessizce elindeki parayı cebine kor.
-Peki... Sağ ol, Musa Amca!..
-Bah, gene söylüyom: Haşlığınız bittiğinde haber yollayın. Gönderirim. Tamam mı?
-Sağ ol Musa Amca! Eksik olma!..
Bu sırada ilerden bir dolmuş görünür. Ali Rıza hemen seslenir.
-Amca, herhalde dolmuş geliyo...
-Evet geliyo Ali Rıza. Hadin bahalım! Ben yoluma, siz yolunuza...Yusuf senin artıh Ali Rıza.
-Sen heç merak etme Musa Amca!
Musa, önce Ali Rıza’yı öper. Arkasından Yusuf’u öper. Onlar da Musa’nın ellerini öperler. Musa son kez dolmuşa binerken seslenir.
-Mektup atın, ha! Hadin Allahaısmarladık. Gendinize eyi bahın...
Yusuf, son kez olarak amcasına seslenir.:
-Herkese çokca selâm götür emmi...
-Bizimkileri de gorürsen selâm söyle Musa Amca...
Musa, gülümseyerek ve başını hep eğerek ‘Olur. Söylerim...’ der gibi karşılık verir. Yusuf ve Ali Rıza, dolmuş hareket edip gözden uzaklaşıncaya kadar oldukları yerde dururlar ve el sallarlar.
***
Tam tamına iki sene, üç ay, on beş gün bilfiil askerlik görevi yapar Yusuf. Bir ‘güz’ günü gittiği vatanî vazifesinden bir ‘kış’ günü terhis olur. Ocak ayının son günüdür. İstanbul Topkapı’daki Topçu birliğinden birkaç arkadaşı tarafından Nizamiye kapısından uğurlanır. Uğurlayanlar içerisinde Ali Rıza Çavuş yoktur. Ali Rıza Çavuş daha önce terhis olmuştur. Yusuf tek başına gittiği gibi tek başına da gelir.
Kışın ortası. Soğukların en şiddetli zamanı. Yalnız İstanbul’un içinde kar pek yok gibidir. Ancak soğuk kendini iyice hissettirir. Yusuf, ağaç valizi eline almış İstanbul’da bir yabancı gibi yürür gider. Uzun süre dolmuş bekler durakta. Sivil elbisesini sevinç ve özlemle giymiştir. Ama sadece takım elbisesi vardır. Ceketinin üzerinde ne bir palto, ne bir kaban vardır. Sürekli ellerini ve yüzlerini ovuşturur. Birliğinden ayrılıp Harem’e geldiğinde aradan tam üç saatten fazla zaman geçer. Bu sırada vakit ikindidir. Yusuf, ‘bilmiş’ edasıyla vapurdan iner inmez hızlıca yazıhanelere doğru gider. Daha önceden de bildiği ‘Yozgat’ yazan yazıhaneye elinde valizle girer.
-Selâmünaleyküm...
Yazıhanede üç kişi vardır. İçlerinden biri selâmı alır.
-Aleykümselâm. Hoş geldin genç! Neriye yolculuk?
-Hoş gordük. Yozgat’a gidecam abi.
Yazıhanedeki üç kişi de bir sobanın etrafında oturmaktadırlar. Yusuf’u karşılayan ve selâmını alan kişi, Yusuf’un cevabı üzerine gülümseyerek karşılık verir.
-Demek Yozgat’a yolculuk... Hele, otur şöyle deliganlı.
Yusuf sessizce geçer. Geride duran bir sandalyeye oturur. Oturur oturmaz sorar:
-Otobüs ne zaman galhar abi?
Oradakilerin üçü birden gülerler. Yusuf, bu durum karşısında anlamsız bir biçimde sadece gülümser. Birisi yarım vücut Yusuf’a döner.
-Biz de Yozgat’a gideciik, hemşerim! Saat on birden beri bekliyoh...
Yazıhane görevlisi olan kişi araya girer.
-Gündüz otobüsü arıza yaptı. Mecbûren akşam otobüsünü bekliyoruz genç.
Yusuf başka bir şey sormaz. Sessizce oturmaya başlar. Bir süre sonra sobanın etrafında oturanlardan biri tekrar Yusuf’a dönerek konuşur.
-Gel arkadaş! Şöyle sobaya yanaş.
Yusuf teklifi kabul eder. Sandalyesini yavaşça çeker ve yanlarına oturur.
-Demek Yozgat’lısın.
-Evet.
-Adın ne hemşerim? Yozgat’ın neresindensin?
-Adım Yusuf. Yozgat’ın Bişek Koyündenim.
-Asker misin?
Yusuf gülümseyerek cevap verir.
-Bitti askerlik. Bugün teris oldum...
Yazıhanede bulunanların hepsi birden sevinirler adeta. Hepsi de ayrı ayrı,
-‘Geçmiş olsun’ derler.
Birden samimi oluverirler. Başlarlar hep birlikte sohbet etmeye...Ta ki otobüs gelinceye kadar. Hem otobüs gelmiş hem de yazıhanenin içi bile neredeyse insanla doluvermiştir. Saat akşamın yedisidir. Her nedense otobüs iki saat sonra kalkacaktır. Birkaç kişi kendi kendine konuşur durur. Ama bu hiç etkili olmaz. Yani kimse bu cılız konuşmalara aldırmaz. Bu arada her gelen otobüsten yerini ayırttırmış, biletini almıştır. Bilette hareket saati olarak, önceden söylendiği gibi 19.30 yazılıdır.
Hemen her yolculukta, adeta ‘gecikmeler’ gelenek haline gelmiştir. Bu yüzden yolcuların çoğu sessiz kalır. ‘Beklemek kaderimizdir’ der, hep sabrederler. Yine öyle olur. Saat 19.30’a bilet verilir. Ancak bir buçuk saat sonra otobüs hareket eder. Bir kış günü akşamı otobüs, dolu vaziyette İstanbul-Harem’den hareket eder. Yusuf, otobüsün ön koltuklarındadır. Yanındaki koltuk arkadaşı yaşlı biridir. Otobüs hareket eder etmez yaşlı adam kafayı geriye attığı gibi, Ankara’ya kadar öylece uyur. Yusuf hiç uyumaz. Etrafı ve yolu seyrederek Yozgat’a gelir
Her taraf bembeyazdır. Çünkü sabah çoktan olmuştur. Güneş bile kendini göstermektedir. ‘Dörtyol’da indiğinde saat sekize gelmektedir. Neredeyse bir yarım gün yolculuk yapmıştır. Gerçi bunun yaklaşık bir saat kadarı Ankara Garında yolcu indirme bindirmede geçmiştir. Aşağı yukarı bir on saat kadar yolculuk yapmıştır.
Yozgat’ta kar var ama İstanbul’daki gibi sert hava yoktur. Yumuşak ve biraz da güneşli bir hava. Yusuf, valizini otobüsün bagajından aldığı gibi ağır adımlarla çarşıya doğru yürür.
-‘Ee, geldin bahalım Gara Yusuf! Koye bi araba bulsaydım!.. İnşallah Yağcı’nın Hasan’ın gamyon vardır...’
Yusuf hem yürür hem de kendi kendine söylenir. Büyük Câminin hemen üzerinde Haşimet’in Hanına uğrar. Hanın içine girmez; dört bir yanına şöyle bir göz gezdirir. Hemen yakındaki kahveye de girmez. Bir süre bakar durur; ‘bir tanıdık var mıdır’ diye. Sonra valizini tekrar eline alır ve doğru Nalbant Emir’in dükkânına yürür. Çünkü köylerin vasıtaları bu sokakta park ederler.
Günlerden Salı değildir. Ancak Pazar da değildir. Salı olsaydı köylülerden büyük ihtimalle gelenler olurdu. Yine de gelme ihtimalleri vardır. Bu düşüncelerle Yusuf, Nalbant Emir’in bulunduğu sokağa gelir. Vakit sabahtır daha. Sokakta bir kamyon park halinde durmaktadır. Yusuf, görür görmez sevinir.
-‘İnşallah bizim oranındır!..’
Etrafta kimseler görünmez. Nalbant Emir’in dükkânına doğru yürür. Dükkânın önünde durur. İçeri girmez. Kapının hemen gerisinden konuşur:
-Selâmünaleyküm dayı!
-Vealeykümselâm delaanı!..
Yusuf, karşıdaki kamyonu işaret ederek sorar:
-Bu gamyon neriye gediyo dayı?
-Gamyon mu?.. Boğazkoylü Yağcı’nın Hasan’ın. Neriye gettiğini bilmiyom, genç.
-Sağ ol, dayı...
Yusuf hemen geriye döner ama olduğu yerde durur. Emir Usta yerinde duran Yusuf’a seslenir:
-Sen yoldan mı geldin delaanı?
-He, dayı. İstanbul’dan geliyom dayı.
-Ya, öyle mi? Gel hele. İçeri gir şöyle yiğenim! Nerelisin? Kimlerdensin hele?..
Yusuf ağır hareketlerle valizi yerden alır ve içeri girer.
-Otur şöyle yiğenim!
Yusuf, Emir Ustanın işaret ettiği bir oturağa oturur. Anlatmaya başlar kendini.
-Askerden geliyom, dayı. Teris oldum.
-Oo, maşallah maşallah! Hadi geçmiş olsun! Gurtulmuşsun yiğenim.
-Sağ ol, dayı. Allah razı olsun. Bişek’liyim, dayı.
-Öyle mi? Kimlerdensin?
-Hasan Kân oğluyum.
Nalbant Emir bir an elindeki işi bırakır ve oturduğu yerden Yusuf’a hayretle bakar Sonra heyecanla sormaya başlar:
-Bizim Hasan Kâyânın oğlu... Musa Kâyânın yiğeniyim, desene? Baban da emmin de benim en candan ehbaplarımdır, yiğenim! (Emir usta oturduğu yerden yarım gövde kalkar ve elini uzatır Yusuf’a) Hele tekrar hoş geldin yiğenim! Tekrar geçmiş olsun! Açlığın var mı? Garnını doyuruyum, yiğenim. Ee, biti askerlik demek! Hadi gozün aydın!..
-Sağ ol, dayı. Dayı, ben müsaade istesem! Şu valiz koye gideneçe burda galabilir mi? Ben bi dolaşıyım. Yağcı’nın Hasan’ı buluyum. Bi annayım durumu dayı.
-Ne demek yiğenim... Dükkân senin sayılır. Get, gez, dolaş... İşini ayarla. Yağcı’nın Hasan gelirse ben de söylerim. Heç merah etme yiğenim.
-Sağ ol, dayı...
-Tamam yiğenim! Ben burdayım.
Yusuf, kendi kendine şehrin içine doğru yürür gider. Bildiği bilmediği dükkân, kahvehane, han ve pazar yerlerine girer çıkar. Yarım saat kadar dolaşır durur şehirde. Tanıdık kimseye rastlayamaz. Acıktığını hisseder. Bir lokantaya girer, karnını doyurur. Lokantadan çıktıktan sonra uğradığı yerlere bir daha varır. Yine bir tanıdığa rastlayamaz.
-‘Kamyonun yanına bi varıyım. Belki bi gelen vardır...’
Kendi kendine söylenerek kamyonun bulunduğu sokağa doğru yürür. Uzaktan, kamyonun yanında birisini görür. Bir an sevinir. Hızlı adımlarla kamyonun yanına varır.
-Selâmünaleyküm... Nerelisin hemşerim?
-Aleykümselâm. Boğazkoy’lüyüm. Sen nerelisin hemşerim?
-Bişek’liyim. Hasan Ağanın gamyon daal mi?
-He, hemşerim! Hasan Ağamın gamyonu. Mahkemecileri getirdik. Öğlenden sona gideciik.
-Mahkemecileri mi? Boğazkoy’den mi?
-Yoh canım! Derbentliler...Özel tuttular.
-Haa. Annadım hemşerim.
-Beni Bişaa atarsınız, daal mi?
-Valla, ben bi şey diyemem hemşerim. Yalınız Hüyük’e kadar gotürürük. Ondan sonası yakın zatin.
-Ama elimde eşya var hemşerim. Hem farkını veririm canım!
-Ben bi şey diyemem. Hasan Ağam ne derse o olur.
Yusuf, muavinin bu lâfı üzerine gülümser. Kendi kendine ‘bu iş oldu’ der.
-Neyse Hasan Ağayı bi gorek bahalım. Nerde şimdi Hasan Ağa?
-Gaveden çıktıh; ben bu yanna geldim, o da pazar yerine gediyodu.
Yusuf, ‘pazar yeri’ deyince kendisi de bir şeyler almak ister.
-Ben de bi şeyler alıyım...
Pazar yerine doğru hızlıca yürür gider. Asıl gayesi Yağcı’nın Hasan’ı bulmaktır. İşi sağlama almak düşüncesindedir. Olmazsa başka vasıtaya bakacaktır. Yusuf bir sağa, bir sola; bir aşağı, bir yukarı gezer durur. Cebinde epey parası var. Köye boş gitmek istemez. Pazar yeri denilen yerin bir diğer adı ‘hâl’dir. Hâlde çok dükkân vardır. Ama hepsi açık değil gibidir. Mevsim kış olduğundan açık olan esnaflar sebze ve meyvelerini içeri almışlardır. Yusuf, alıcı gözüyle bakmaz. Yine de ağır adımlarla hâlin içinden sağa sola da bakarak yürür. Bir dükkânın önünde dört, beş kişi görür. Dükkân hemen yakındır. Yusuf’un dikkatini çeker. Yanlarına yaklaşır. Alış veriş yapmaktadırlar. Yusuf gülümseyerek yanlarına gelir adamların. İçlerinden birini iyi tanımıştır. Yusuf gelir gelmez selâm verir.
-Selâmünaleyküm!..
Adamlar duymamış ya da üstüne alınmamış gibi bir an dururlar. Sonra bir kişi döner ve selâma karşılık verir.
-Aleykümselâm...
Bu, Yağcı’nın Hasan’dır. Selâma karşılık verdikten sonra geri döner. Bunun üzerine Yusuf, seslenir.
-Hasan Ağa beni tanımadın mı?
Yağcı’nın Hasan tekrar arkasına döner ve bakar.
-Çıkaramadım... Kimlerdensin aslanım?
-Hasan Kâ’yı, Musa Kâ’yı da mı tanıman Hasan Ağa?
Yağcı’nın Hasan, içine aniden ilham girmiş gibi birden sarılır Yusuf’a.
-Sen Yusuf!... Sen askerdeydin ya! Ne arıyon burda aslanım?..
Yusuf artık hiç tereddüt etmez. Bu samimiyetten dolayı araba endişesi kalmaz. Kafasında bir an önce eve düşmek vardır. Yağcı’nın Hasan’ın sorularına ilk karşılığı sanki bir emir olur.
-Valla Hasan Ağa beni koye endirecan!..
Yağcı’nın Hasan’ın bir eli Yusuf’un omzundadır. Tatlı tatlı gülümser.
-Ne demek yiğenim araba senin... Hayırdır! Anlatmadın burda olduğunu!
-Belli dal mi askerden geldiğim Hasan Ağa?
-Yahu asker olduğunu biliyom da...
-Bitti Hasan Ağa. Teris oldum...
-Öyle mi?Bah, buna sevindim işte. Hadi geçmiş olsun. ‘Gurtuldum’ desene. Şimdi haberleri var mı babangilin?
Bu arada diğer adamlar da dinlerler konuşulanları. Onlar da sırasıyla,
-‘Geçmiş olsun...’ derler.
-Sağ olun! Şey Hasan Ağa! Bugün gelecaami bilmiyolar. Bölük gomutanım bir gun önce bırahtı.
-Dur o zaman Yusuf. Gotürürüm ama bi şartla. Varıncah bi kuzu kestiririm bah!
Yusuf, esmer yüzünün arasından beyazca dişlerini göstererek gülümser.
-Lâfı mı olur Hasan Ağa...
Orada bulunanların hoşuna gider Yusuf’un bu sözü. İçlerinden birisi karşılık verir.
-Biz biliyoh aslanım! Musa Kâ, Hasan Kâ çekinmez böyle şeylerden.
Yusuf, bu kişileri şahsen tanımamaktadır ama Derbentli olduklarını anlar. Yusuf, Yağcının Hasan’a yavaşça seslenir.
-Hasan Ağa!..
-Evet Yusuf, bi şey mi diyon?
-Ne zaman gidecik diyodum da?..
Yağcı’nın Hasan elini yeleğinin cebine götürür. Köstekli saatini çıkarır ve bakar.
-Daha erken. Öğlen bile olmadı Yusuf. Bizim Derbentlilerin mahkemesi var. Hakim öğlenden sonuya attı. Mecbur bekliyecik yiğenim. Şansımızdan bugünlerde kar fazla yağmadı. Guneş de eyi eritti. Yolumuz açık yiğenim. Sen heç merak etme. Allah’ın izniyle ben seni Bişaa eletirim...
Yusuf, buna daha çok sevinir. Başka bir şey sormaz, utanır artık. Çünkü kafasındaki tüm endişeleri giderek sorunlar giderilmiş; Yağcı’nın Hasan’dan kesin olumlu söz alınmıştır. Yağcı’nın Hasan ve diğerleri sebze meyve gibi şeyler almaktadırlar. Yusuf, tanışma ve konuşma faslı biter bitmez bir şeyler almak ister.
-Hasan Ağa ben de meyve sebze alıyım.
-Al tabi yiğenim. Senin paran yoktur, ben veririm.
-Yoh, Hasan Ağa param var. Sağ ol Hasan Ağa!
-Peki, sen bilin. Benden söylemesi. Ağandan, emminden alırdım. Merah etme, ha!
Yusuf hafifçe gülerek karşılık verir.
-Biliyom Hasan Ağa. Valla param var. Çok sağ ol, Hasan Ağa!..
-Sen de sağ ol yiğenim! Hadi, o zaman yap alış verişini.
Yusuf, nerdeyse Yağcı’nın Hasan’ın yanından hiç ayrılmaz. Saat on beş buçuk sıralarında Yozgat’tan hareket ederler. Yusuf çok yorgundur. Yorgunluğu daha çok uykusuzluğundandır. Kamyonun kasasında, ağaç valizinin üzerine oturduğu gibi yaslanıverir geriye. Yanında sarı saman renkli kâğıtlara sarılmış ve hepsi de bir eski, yırtık bir şeker torbasına konmuş sebze, meyve ve diğer eşyalar..Kamyonda kendisinden başka kimseler... Bunlar daha önce bildiği gibi Derbentlilerdir. Beş, altı kişilerdir. Yusuf arada bir yavaşça kalkar ve bakar. Merak eder, nereye geldiğini. Kendi kendine söylenir arada.
-‘Bura Kapaktepe...Aha Koklü’ye geldik... Baltasarılar’ı geçiyok canım, Sarısulak’a geldik işte...’
Yusuf her kalktığında kamyonun geçtiği yerlere bakar; geçtiği yerleri tanır. Kamyon Hüyük’e diğer bir adıyla Sarısulak’a yaklaşınca Yusuf, gerçekten oturmaz ve ayakta kasadan tutunarak durur. Ancak kamyon ne sapar ne de durur. Geçer gider Derbent’e doğru. Yusuf içinden söylenir.
-‘Hasan Ağa, Derbent’ten dönecek herhalde! Hasan Ağa işini biliyo, kuzu yemeden getmiyecek...’
Yusuf’un düşündüğü gibi kamyon Derbent’ten geri döner. Kamyonda üç kişi kalmıştır, üçü de şoför mahallindedir. Yağcı’nın Hasan, Yusuf ve muavin...Yusuf’un yüzleri iyice gülmektedir. Konuşa konuşa Bişek Köyüne girerler. Yağcı’nın Hasan, Çatalkaya’ya geldiğinde sert bir şekilde kornayı öttürür. Ağır ağır köyün dar caddesinde ilerler. Yağcı’nın Hasan kamyonu, köyün iki çeşmesinden biri olan büyük pınarın karşısındaki evin yanında durur. Burası Yusuf’un babasının ve amcasının evidir. Yağcı’nın Hasan da burayı çok iyi bilmektedir. Kamyon daha Çatalkaya’da kornasını öttürdüğünde birçok meraklı insan yolların kenarlarında beklemeye başlamışlardır bile. Yusuf şoför mahallinden iner inmez sesler, koşuşmalar başlayıverir. Kimi Yusuf’a doğru gelir, kimi eve doğru döner yüksek sesle bağırır...
-“Hoş geldin Yusuf!”
-“Geçmiş olsun Yusuf!”
Hele biri var ki, elinde bir baston Kolsuz’un duvarının dibinden kalkıp ağır ağır gelmektedir. Gelirken gözleri dolmuş ve elleri titremektedir. Yusuf, görür görmez ona doğru yürür.
-Hoş geldin Gara Yusuf! Geçmiş olsun yiğitim!..
Yusuf hemen ellerine sarılır Eşref Emminin. Öper elini Yusuf. Eşref Emmi de onu öper ; arkasından da sevinçten duygulanır ve ağlar.
-Demek eskerliği bitirdin ha!
-Bitirdik emmi!..
-Oh oh! Nasıl sevindim yiğidim! Hadi geçmiş olsun tekrar Yusuf’um!
Yusuf, döner ve eve doğru yürür. Çatalkapının ağzında tekrar bir kalabalık karşılayıverir Yusuf’u. Kardeşleri, annesi, amcasının çocukları, yengesi... Kucaklaşırlar. Eller, yüzler ve gözler birbirine karışır.
Yağcı’nın Hasan, belli ki evde oturmaktadır. Diyeceğini demiştir. Yemek hazırlanır. İki tane tavuk kesilir hemen. Bu, çok acele olan yemek hazırlığıdır. Hani kuzu kesilecekti ya!.. Şimdilik tavukta anlaşılmıştır ama bir şartla; ileride mutlaka bir koyun yedirileceğine ayrıca söz verilmiştir. Yağcı’nın Hasan bu söze güvenir ve şimdilik tavuklara razı olur.
Yusuf’un askerden gelişi çok sevinç yaratır. Ama biri var ki sanki bir tarafı sevin
irken öbür tarafı üzülmektedir. Bu, eşi Hatice’dir. Hatice sevinmiştir sevinmesine lâkin kardeşi Ali vefat etmiştir. Hem de yüzünü göremeden. Hatice’nin üzüntüsü bununla da kalmaz, bir de çocuk düşürmüştür. Çocuğun düştüğünden Yusuf’un haberi yoktur. En garip olan da Yusuf’un daha önceden Hatice’nin hamile olduğunu bilmesi idi. Hatta aralarında şakayla ‘Bu sefer oğlan olacak’ diye dilekte bulunmuştular.
Hiçbir şeyin önemi yoktur artık. Yusuf askerden geldi ya!..
**
Yusuf, askerden geldikten sonra kış, yaz; gece, gündüz demeden daha bir şevk ve heyecanla işlere sarılır. Sanki kendisinden başka hiç kimse bir işin üstesinden gelemez düşüncesinde; her yere, her işe kendisi koşar gider. Askerden geleli üç sene olmuştur. Çok anı yaşamıştır Yusuf. Çokları tatlı anılardır; bazıları ise hüzün vermiştir. Yıllar çabuk geçer. Yusuf ise sanki yıllara ayak uydururcasına her işte acele eder ve çok çalışır.
Eğer köyün içindeyse bağ, bahçe ve ona benzer işlerle meşguldür. Bir iş yoksa uzaktaki tarlalar, ekinler ya da diğer hayvan sürülerini iş eder kendine. İşte böyle bir zamandır. Yusuf köyün dışına çıkar.
Yeni yapılan ‘köm’den taraf, sırtında çiftesi ile tek başına gider Yusuf. ‘Yalanı’ mevkiinde ekinleri vardır. Niyetlenir ekinleri yoklamaya. Yalanı’ya ayrılan yola gelince, Söğütlü Pınar aklına gelir. Birden fikir değiştirir. Döndürür yönünü koruya doğru. Koru küçük küçük çalılıktır. Ama muhtar amcası tarafından korunmaya alınmıştır. İçlerine doğru girildikçe yavaş yavaş büyümeye başlar çalılar. Hatta kol kadar kalınlıkta olanlar bile vardır.
Yusuf yürür gider tek başına.Bazen ıslık çalar, bazen türkü söyler kendi kendine. İki kolunu arkasındaki tüfeğe bağlar aheste bir şekilde yürür gider. Yusuf, askerden geleli iki yıl olmuştur. Fakat gelir gelmez dağ taş, gece gündüz demez bir o yana, bir bu yana gezer durur. Onunki gezmek değil aslında iş görmektir. Hiç yerinde duramaz. Hiç kimseye güvenmez, inanmaz. İlle kendisi görecek her şeyi. Köm nasıl?.. Bahçe nasıl?.. Bağ nasıl?.. Tarlalarda ekin nasıl?.. İsmail koyunları, keçileri nasıl otlatıyor?.. Velhasıl her şey sanki ondan sorulur, herkes ondan sorumludur sanki.
Elinde av tüfeği var ya... ‘Gelmişken şöyle bir avlanayım’der kendi kendine. Işıklıhan’dan girer Cehennem Deresinden çıkar. Hiçbir şey çıkmaz karşısına. Çalıların ve meşelerin arasından geçer; yokuş yukarı dere tepe çıkar, Söğütlü Pınara gelir. Söğütlü Pınarda tarlaları vardır. Büyükçe bir tarla. Ta dedesinden kalma bir tarladır. Seksen çinik ekin ekerler buraya. Bu da aşağı yukarı kırk dönüm kadar etmektedir. Yusuf tarlaya geldiğinde sürüyle karşılaşamaz. Merak eder. Bir müddet durur. Etrafına bakınır; sessizce kulak verir çevreye. Ne bir koyun, keçi sesi, ne de bir köpek sesi duyulur. Aklına Yaylacık gelir.
-‘Tamam canım! Bizim deli oğlan sürüyü suya endirmiş...’ der, kendi kendine. Tüfeğini düzeltir sırtında. Kendini Yaylacık’a doğru vurur.
Meşelerin ve çalıların tam orta yerine gelmiştir ki tıngırdak sesi gelir. İnce ince ve belli ki biraz uzaktan gelmektedir. Uzaktan gelse de artık sürünün yeri bellidir. Sürü belli ki Yaylacık pınarındadır.
Meşelerin içinden çıkınca gözünün önüne hemen yakında yeşil ekin tarlaları gelir. Bu ekin tarlaları komşu köy olan Derbent’indir. Koru buraya kadar Bişek Köyünün, bitişiğindeki tarlalar ise Derbent Köyünündür.
Pınara yaklaştığında İsmail’in yanında bir kişi daha vardır. Yusuf iyice yaklaşır yanlarına. Sürü etrafta otlamaktadır. Suyunu içmiş, kendi halinde koruya doğru yönelmiştir. İsmail, Yusuf’u görür görmez birden bire irkilir. Bir suçlu gibi telaşlanır. Kendi kendine ileri geri yürür. Onun bu telaşı yanındakini de heyecanlandırır. Bu kişi Derbentlidir. Yusuf yanlarına gelir gelmez selâm verir ve arkasından hemen İsmail’e sorar.
-(Gülümseyerek) N’ediyon İsmail. Bir yaramazlık yok daal mi?
-(İsmail, başını önüne eğer ve kısık bir sesle)Yok Yusuf Ağa...
Yusuf, İsmail’in başını önüne eğmesinden rahatsızlanır. ‘İsmail böyle yaptığında belli ki bir kabahat etmiştir mutlaka.’diye düşünür. Derbentli kişi su içmeye gelmiş gibi davranır ve sessiz bir şekilde dönüp gitmeye çalışır. Adam daha bir iki adım atmıştır, Yusuf hemen durdurur.
-Hemşerim, Derbentli misin?
-He, Derbentliyim.
-Bi şey mi gonuşuyodunuz, çobanla?
Adam kısa bir an gözlerini İsmail’e çevirir. Sonra sert bir şekilde karşılık verir.
-Yoo...Ben buruya su içmiye geldim. Aha gediyom...
-Tamam, get bahalım hemşerim. Yoh... Sizin bi işiniz var ya...
-Ne işim olacak sizinle?.. Su içmekte mi yasah. Tüfane mi güveniyon?
Yusuf şöyle bir hafifçe kafasını sallar. Yavaş bir ses tonuyla karşılık verir.
Hadi get, gardaş. Ben her şeyi biliyom. Tamam mı? Sana lâfım yoh!..
Adam karşılık vermez. Arkasına bakmadan hızlı bir şekilde yürür gider. Yusuf, adam giderken İsmail’e döner ve sormaya başlar.
-Ee...Söyle bahalım, Çoban İsmail. Beş gun önce gaybolan iki goyunu bunlara sattın, daal mi? Yosam gine mi satacadın, üç beş goyun. Onun bazarlığını mı yapıyodunuz? Söyle bahalım bana. Ben hepsini biliyom, oğlum!..
Çok geçmez, Yusuf’la İsmail’in konuşmaları sürerken iki kişi yavaş yavaş pınara doğru gelirler. Birinin elinde sadece bir değnek vardır. İyice yaklaşırlar ve gelir gelmez Yusuf’a selâm verirler. İçlerinde, biraz önce yanlarından giden adam yoktur. O yüzden Yusuf hiçbir şekilde bu gelenlerden şüphelenmez. Yani maksatlarının kötü olduğunu düşünmez. Gayet sakin bir biçimde selâmlarını alır. Bir tanesi pınara yanaşır, eğilir lüleden su içmeye.
Diğeri, Yusuf’un iyice yanına sokulur. Hal hatır sormaya başlar.O kadar iyi niyetli ve safça davranır ki tüfeğini bile daha önce ceketiyle birlikte pınarın yanına koymuştur. Yusuf, bu durum karşısında tamamen kendini serbest bırakır.
Yusuf’un bir anlık iyi niyeti ve kendini serbest bırakışından yararlanırlar. Su içmeye varan kişi sessizce yanaşarak, elindeki değneği Yusuf’un kafasına birden indirir. Yusuf neye uğradığını şaşırır. O ansızın ilk darbe Yusuf’u sersemletir. İki kişi Yusuf’un iki yanından kollarına sarılırlar, tekme tokat yere yıkarlar. Yusuf, kalkmaya çalışır o halinde. Ama fırsat vermezler. Kıpırdadıkça vururlar. Acımasız bir şekilde döverler Yusuf’u. Yusuf, bütün gücüyle İsmail’e seslenir.
-İsmail...Etme, yetiş...Öldürüyolar beni. İsmail gorhma! Sen de onnara vur. İsmail, beni öldürecekler bunnar!...
İsmail, adamlar Yusuf’u dövmeye başlar başlamaz fırlar karşıya. İsmail hiç yanaşmaz. Korkar İsmail, yaklaşamaz. İsmail on yedi yaşındadır. Kılını kıpırdatmaz İsmail. Korkmuş mudur, şaşkın mıdır? Bulunduğu yerde mıhlanmış gibi öylece bakar durur. Adamlar tüfeği de alarak zafer kazanmış edasıyla hızlı bir biçimde çeker giderler.
Yusuf kanlar içindedir. İsmail, adamların gitmesine rağmen Yusuf’un yanına gelemez. Şaşırmış mıdır, suçluluğundan mıdır, yoksa korkmuş mudur belli değil. Belli olan Yusuf’un dayak yerken İsmail’in ne sebeple olursa olsun yardıma gelmemesidir. Bu, Yusuf’u kahreder.
Yusuf, inleyerek ayağa kalkar. Kalkar kalkmaz da geri oturuverir olduğu yere. Yine de güçlükle İsmail’e seslenir. İsmail karşıda odun gibi dikilmektedir.
-Durma burda. Görmüyon mu ben ölüyom. Git koye. Haber gotür emmime. Ben burdan bi yere ayrılmam. Goşarah get. Çabuh ol...
İsmail, önce bir an ayakta durur. Sanki bir şey söyleyecek gibi olur. Başını yavaşça çevirir; elinde meşeden deyneği sıkıca tutar. Sesini yükseltiverir.
-Aha gediyom Yusuf Ağa...
-Çabuh ol. Heç bi yerde durma. Bah, önüne koylülerden kim gelirse söyle. Çabuk buruya gelsinler.
İsmail döndüğü gibi koşmaya başlar. Korunun içinde kaybolur birden. Yusuf, çok yaralıdır. Kendi kendine yeniden ayağa kalkar. Yavaş yavaş pınara yanaşır. Kollarını bile tutamaz. Her yanı kırık gibidir. Bütün vücudu sancı içindedir. En önemlisi de kafasıdır. Kafası üç dört yerinden yarılmıştır. Elini her vurduğunda avuç dolusu kan bulaşır. Hemen aklına tüfeği gelir; başını o tarafa döndürür. Ceket yerindedir. Güçlükle ayağa kalkar ve yanına varır. Eğilir ceketi alır. Tüfek arasında yoktur. Belli ki adamlar giderken tüfeği fark etmişler ve alıp götürmüşlerdir. Ceketi yanına kor. Kan içinde olan gömleğini çıkarır. Gömleği başına yavaşça koyar. Bir süre, ağrıyan koluna rağmen, öylece başında tutmaya çalışır.
Oturur bir hayli oluğun üzerinde. Sürü bile korunun içine doğru gitmiştir. Üç tane çoban köpeği vardır, aksilik biri bile ortalıkta görünmemektedir. Belli ki köpekler sürüyle gitmiştir.
-Ah Çapar!.. Ah Garabaş!... Nerdesin Kurtgız?...
Üç çoban köpeği. Üçü de birbirinden yiğit ve cesurlar. Ne sürüye, ne çobanın yanına daha bugüne kadar bir yabancıyı bile yanaştırmamışlardır. Sahibinin ve çobanın izni olmadan sürünün yanına kimse gelemez. Hiçbir kurt ve yabanî hayvan bile yaklaşamaz sürüye. Kurtkız, Çaparla Karabaş’ın annesidir. Çaparla Karabaş erkek olduklarından daha yiğitçedirler. Annelerinin liderliğinden hâlâ ayrılmazlar. Kurtkız sahibi tarafından nasıl yetiştirildiyse Çapar ve Karabaş’ta aynen anneleri gibi sahibine ve sürüye bağlı olurlar. Çoban başlarında olmasa bile hiçbiri sürüden ayrılmazlar.
Köpekler olsaydı, mutlaka adamlara saldırırlardı. Gerçekten çok sadık köpeklerdi. Sadık oldukları gibi yiğit köpeklerdi. Yusuf, çok küçükken eliyle eğitmişti onları. Ama şansızlık işte...Yusuf köpekleri sürüyü korumaları için de eğitmişti. Köpekler, bu yüzden sürüden ayrılmamaktadırlar. Belli ki köpekler de sürüyle birlikte çok uzaktalar.
Yusuf, aradan bir süre geçtikten sonra gömleği başından indirir. Gömlek kıpkırmızı renk almıştır. Gömleği yavaşça bir taşın üstüne koyar. Pınarın çanak lülesine yanaşır. Önce, uflaya uflaya, büyük bir acı çekerek kana bulanmış ellerini yıkamaya çalışır. Sonra avucuna almaya çalıştığı suyu yüzüne götürür. Başından akan kanlar gözlerinin içine kadar akmıştır. Gözlerini açamaz olur bir müddet. Kan girmiştir gözlerine. Gözlerini yumarak yüzünü yıkamaya çalışır. Yoruluverir. Kolları ağrır. Ayaklarını yere indirir ve oluğun üzerine yeniden oturur. Bir süre dinlenmeye çalışır.
Henüz gelen giden yoktur. Yalnız başına kalmıştır. Etraftan hiçbir ses seda duyulmamaktadır. Halbuki Yusuf, ta uzaklardan bile sürünün ve tıngırdağın sesini duyardı. Ama şimdi can derdine düşmüştür. Kulağı sürünün sesinde değil, köyden geleceklere yönelir. Yusuf, gerçekten zor durumdadır. Kendisi de korkmaktadır. Kendi kendine söylenmektedir. Elini sık sık başına götürür. Her seferinde kan bulaşır. Bunun üzerine başını hafif hafif sallar.
-Tamam... Ben ölecaam galiba. Bu gafa eyi olmaz gaylin. Ben nasıl inandım?.. Nasıl yanıma yahlaştırdım? Vay ...............adamları! Galleşce yanaşırsınız ha!.. Ulan İsmail!.. Sen de gardaş olacahsın ha!...Boon ölmezsem, bi daha ölmem. Ulan Derbentliler!.. Eğer ölmezsem bilin ki, canınızı almah boynumun borcu ossun. Ben sizi tüfaam olmadan da yıhardım. Emme bek gafil avladınız...
Yusuf bir ara ayağa kalkar. Kalkar kalkmaz,
-“Anam belim” diye acı bir şekilde bağırır. Kendini oluğun yan tarafına zor atar. Sırtını oluğun kenarına yaslar ve öylece kalır. Bir müddet kıpırdamadan durur. Yüzünden terler boşanır. Hemen yanı başında duran gömleği güçlükle uzanarak alır. Kanlar içinde olan gömleği yavaşça açmaya çalışır. Birazcık olsun temiz bir yer bulmaya çalışır. Yine de ala kanlı topaklar gömleği, bir kısmıyla önce terlemiş yüzünü siler. Arkasından yine başına götürür ve bir eliyle öylece tutar. Yusuf belini de tutamamaktadır. Sancı yaptığına göre kaburgalarında kırık vardır. Çünkü ayakta duramamakta. Kıpırdadıkça sancılanmaktadır.
-Ben n’aptım da gahbece çullandınız üzerime...Hem hırsızlıh yaparsınız hem de suç bastırırsınız ha!..Sizi gidi... Güya beni gorhutacadınız ha!...
Yusuf, derin acının verdiği ızdırapla kendi kendine söylenip durur.
-Yanınıza galır mı sanıyonuz. Ölmezsem, gurtulamazsınız elimden...
Yusuf kuşluk vakti evden çıkmıştı. Şimdi ise gün tam tepesinin üzerine dikilmiş, o vaziyette yavaş yavaş kendinden geçmektedir. Kaybettiği kan onu dermansız bırakmıştır. Üç saat kadar zaman geçmiştir. Başındaki yaraları sürekli, elindeki kanlı gömleği ile hem temizlemeye hem de ıslatarak serinletmeye çalışır. Saçları tümüyle kana bulanmış, kuruyan kanlar saçlarını birbirine yapıştırmıştır. Vücudunun her tarafına ırmak gibi akmıştır kanlar. Yusuf, vaziyetini görünce çok korkar.
-Nerde galdı bunlar? Burda ölürsem...
Yusuf, kendisiyle dertleşirken çok uzaklardan sesler yankılanır. Sesler giderek hem çoğalır hem de yakınlaşır. Sesler iyice çoğalır;
-“Yusuuf... Yusuuf... Yusuuf...”
Birden her yer ‘Yusuf’ yankılanır. Bir değil, çok kişiye ait “Yusuf” sesleri korunun adeta her tarafında yankılanır. Değişik değişik sesler... Ta Söğütlü Pınardan tarafı bile gelmektedir. Sanki bütün köylü buradadır.
-“Yusuuf, Yusuf neredesin?..”
Yusuf, ayağa kalkmaya çalışır. Şöyle bir yekinir, beli izin vermez. Çok duygulanır, çok hırslanır, sinirlenir ve arkasından başını sallayarak tekrar oturuverir.
-Ulan imânsızlar! Ben de sizi yahmazsam...
Yusuf, daha kimse gelmeden yanına, şimdiden kendini tutamaz ve ağlayıverir. Acısından değil, hatta dövüldüğünden de değil, kalleşçe hem de selâm vererek, hal hatır sorarak yaklaşıp akbabalar gibi çullanmalarından, sırtlanlar ve çakallar gibi saldırmalarından, dayanamaz ve ağlar.
Yusuf, arkadan vurulmuştur. Hem de öyle vurulmuştur ki kardeşi bile yardım etmemiştir. Yusuf ağlar; yaraları bahanedir. Yusuf kalleşliğe ağlar, hem de can kalleşliğine.
Özdemir ilk görüp gelen olur Yusuf’un yanına. Anlaşılmaz sesler çıkararak yıldırım gibi gelir. Gelir ama gelir gelmez de sarılır Yusuf’a. Bir şeyler de söyler durmadan. Yusuf, ancak işaretlerle ‘Dur, elini vurma, ağrıyo her tarafım...’ diyerek anlatmaya çalışır. Arkasından genç yaşlı sayısız erkek Yusuf’un etrafını doldurur. Herkes ayrı ayrı konuşur. Bağırırlar, çağırırlar. Çoğunun elinde bir çeşit silah; balta, nacak, tüfek, kürek ve kalın kalın sopalar... Kimileri hemen etrafa dağılırlar; adam aramaya çalışırlar. Durur mu elin oğlu, kaybolur ortalıktan. Hırsını alamaz kimse. Başlarlar olur olmaz konuşmaya.
-“Buralara bir Derbentli gelmiyecek. Gelirse üleşlerini sererik.”
-“Ekinlerini yakah biz de onların. Gorsünler bahalım adam domek nasılmış...”
-“Hadin arhadaşlar, ekin tarlalarına doğru gidaan. Ne bulursah alıp gotüraan koye. O zaman nasıl olsa koye gelecekler.”
Bir grup, gerçekten etrafa dağılır. Kimse onları durdurmaya bile kalkmaz. Çünkü Yusuf’u o vaziyette görenler tamamen çıldırmışlardır. Hele Özdemir’i kimse durduramaz. Elinde bir nacak, gözlerini patlatmış, ağzından adeta ateş saçılmaktadır. Birisi ona sadece bir işaret verir.
-“Türr davar...mö mö...” der.
Birlikte hızlıca davar, mal aramaya çıkarlar.
Beri yanda yine birçok kimse Yusuf’un başındadır. Yusuf’u yerinden nasıl kaldırıp götüreceklerinin plânını yaparlar. Yusuf’un emmisi Musa, daha gelirken plânını yapmıştır. Değişik fikirler ortaya atarlar. Ama Musa, hiç kimsenin görüşüne itibar etmez. Musa ve daha birkaç kişi atlarla gelmişlerdir. Musa, kendi atıyla, ağabeyi ve Yusuf’un babası Hasan Ağanın atını gönüllü iki kişiye verir. Bunlardan biri köyün bekçisi Arif’tir. Atlar otuz dakika uzaklıkta olan Boğazköy Kasabasına gidecekler. Orada bir kamyon vardır. Kamyon sahibi Musa’nın çok yakın arkadaşı ve her Salı günü Bişek Köyüne gelen kamyondur. Musa, iyice tembih eder ve çabuk olmalarını söyler. Kamyon Musa’nın plânına göre Hüyük’ten dönerek Kalınbük Köyüne doğru gelecektir. Atlılar acele bir biçimde başkalarınca da yardım edilerek bindikleri gibi vururlar ekinlerin içinden Boğazköy’e doğru. Musa, Hasan ve diğerlerinin şimdi tek düşündükleri vardır; Yusuf’u nasıl kaldırıp götürmek. Birisi yüksek sesle konuşur.
-Yahu arhadaşlar! Çocuk ata, eşşa binemez; sırtımızda da duramaz. O zaman yapacamız bi şey var; o da sal yapmah... Hadin bahıyım, etrafımızda meşe var, çalı var... Ne guzel, yatahta yatar gibi gotürürük çocuğu.
-Hay ahlınla bin yaşa Bekir Ağa.
Koyulurlar sal yapmaya. Gerçekten güzel bir sal yaparlar. Musa ve Hasan ceketlerini çıkarırlar. Ceketin birini Yusuf’un başının altına korlar,diğerini de göğsünün üzerine örterler. Salın her bir kolundan bir kişi tutar ve aldıkları gibi korunun içine dalarlar. Söğütlü Pınarın üzerinden, Üzümlü Pınarın içinden Kalınbük Köyüne inerler. Yokuş aşağı çalıların arasından köyün içine girerler. Aşağı doğru inerken, kamyon da Kalınbük Köyünün içine girmiştir bile. Şoför Mehmet Efendi ta uzaktan görmüştür onları. Daha yakın olmak için kamyonu köyün içine doğru sürmüştür.
Hiç beklemeden Yusuf’u şoför mahalline bindirirler. Yanına sadece Musa Emmisi biner. Şoför Mehmet Efendi hemen hareket eder. Köyün içini ve ana yola kadar süren tali yolu gayet yavaş bir şekilde geçer. Musa, Yusuf’u bir koluyla arkasından yavaşça sarar. Yusuf’un kımıldamaması, sağa sola kaymaması için destek olur. Yusuf çok sancılanır ama dişlerini sıkar. Ana yola çıkar çıkmaz kamyon normal hızında devam eder.
-Geçmiş olsun yiğenim. Durumun nasıl? Eyi misin?..
-Sağ ol Memmet Abi. Eyiyim şimdilik.
Hem Yusuf hem de İsmail olanları önceden anlatmışlardır. Musa, araya girer ve Mehmet Efendiye cevap verir.
-Çocuğa kahpece yanaşmışlar. Gonuşmaya gelmişler gibi yahlaşmışlar. Hatta selâm vermişler, hal hatır sormuşlar. Sona su içmişler ve birden yuklenmişler...
-Bi şey olmaz inşallah yiğidim. Onların cezasını Allah verir. Heç merah etme.
Musa kafasını sallayarak karşılık verir:
-Ben biliyom onlara yapacamı...
-Belli mi kimlerin yaptığı Musa Kâ?
-Yusuf tanımıyomuş şahsen ama Bizim kuççük bi delanı var, on beş yaşlarında, o eyi biliyomuş. Öbür çocuk çobanlık yapıyodu.
-Kaç kişilermiş bunlar?
-Yusuf’u dövenler iki gişiymiş. Yalnız Yusuf’la tartışan başkası daha varmış. Bu iki gişi tartışmadan sona gelmiş. O tartışan, dövenlerin arasında yomuş.
-Sebep neymiş Musa Kâ? Kimmiş bunlar, yahu?
-Sebep yoh aslında Memmet. Bikaç gun önce bizim iki mi, üç mü davar gayboldu. Yusuf, gizli gizli çobanları takip etmiye çıhtı. Kim olduklarına gelince, Yusuf tanımıyomuş emme, bizim davarı guden çocuh tanıyomuş. Bekir’in uşakları mı, neyimiş. Adını da söyledi ya şimdi unuttum, işte. Ben onnarın hepsini orenirim. Hele Yusuf’u biz bi dohtura yetiştirek.
- Şey, Musa Kâ, yani çobanlar mı satıyo davarı? Ben öyle anladım da...
-Evet. Doğru annadın. Yusuf’ta çobanlardan şüpheleniyodu, işte.
-Ama, ‘çoban bizim delikanlı’ dedin. Sizin çocuk daal mi bu çoban dediğin?
Musa, kafasını hafif hafif sallar ve derince içini çekerek karşılık verir.
-Zaten o daal mi o?.. Şu olanlar hep onun yüzünden...Galiba koyunu o satmış. Bu ‘kendini bilmezler’ de akılları sıra Yusuf’u korkutmak, sindirmek istemişler.
-O çocuğun aklı yuha mı ne biraz. İnsan kendi davarını satar mı yahu! Yahu gardaşım! Siz de o çocuğa ne güvenirsiniz. Yoh mu başka adam?
-Var, var olmasına adam da ne yapalım öyle böyle adam edeciik Memmet. Ne yapah işte; o da bizim bi parçamız.
-Hahlısın Musa Kâ. “Aşşaa tukürsen sahal, yoharı tukürsen bıyıh.” derler ya... Seninki de o hesap valla. Allah yardım etsin size.
-İşte böyle Memmet Gardaş.
-Şimdi ne yapmayı düşünürsün Musa Kâ?
-Sen olsan ne yapan?..
-Mahkemeye veririm hepsini.
-Ben de verecam tabi. Bununla da galmıyacam... Derbentliler, onlara sahip çıkarlarsa; Bişaan arazisine, gorusuna kendileri daal sadece tavuğu, cücu, malı davarı ne olursa alıp hapsedecam. Hem ayrıca çocuğa alçakça saldıranları ben de aynısını ettirecam.
Şoför Mehmet, Musa’nın bu hırslı konuşmasına hak verircesine başını ‘evet’ der gibi sallar.
-Musa Kâ, boon gunlerden Pazar daal mi?
-He, bazar boon.
-Hani, ‘devlet daireleri açık mıdır?’ Diyecektim...
-Böyle acil vahalarda açıh olur Memmet Gardaş. Hastane de açık olur, Garakol da, Savcılık da...Hem ben, önce Dohtor Müzeyyen Hanımın yanına varırım. Onu dinler, öyle giderim hastaniye. Gendisi hastanede de çalışıyo. Özel muayenehanesi de var.
-Hahlısın Musa Kâ! Gorüşünü almah eyidir.
-Her şeyden önce Yusuf’un sağlığı. Çocuh bi tedavi olsun, gerisi golay. Zaten hastaniye girincek iş polise, Savcılığa gendiliğinden intihal eder. Ondan gaylem yoh benim Memmet Gardaş.
-Doğrusu da öyle Musa Kâ. Sen işini bilirsin...
Kamyonun kasasında koruya kadar gelenlerin hepsi vardır. Kamyon yarım saat içinde Yozgat’a girer. Yusuf’un rengi simsiyah olmuştur. Zaten esmer teni, onun tamamen simsiyah olmasını sağlar. Hava normal sıcaklıktadır. Buna rağmen şoför mahallinin penceresi iki taraflı açılmaz. Cereyan yapar düşüncesiyle sadece şoför tarafındaki pencerenin camı açılır. Yusuf, karmakarışık duygularla birlikte, sadece düşünür. Bu duygu ve düşüncelere vücudunun verdiği acılar da eklenince, üzerine nisan yağmuru düşmüş ot gibi durur.
Yavaş yavaş Bağlar virajlarını dönerler. Yukardan aşağı doğru inişe geçer kamyon. Yozgat hemen hemen tümüyle görünür. İlk görünen Çamlık ve Esentepe’dir. Çamlık, üzerinde yeşil bir yorgan örtülü uyuyan biri gibidir. Evler, sanki bir avuç içinde toplanmışlardır.
-Evet, Musa Kâ...Yozgat’a girdik.
-Evet, girdik.
-Neriye gideciik? Dohtur diyodun... Nere orası, Musa Kâ? Oruya varalım.
-Müzeyyen Doktor. Belediyenin altında Memmet Efendi. Sen doğru oruya sür.
Mehmet Efendi, Belediye binasının önünde kamyonu durdurur.
-Memmet Gardaş, sen Yusuf’la burda dur. Ben bi varıp geliyim.
Musa, hemen yirmi metre kadar ileride olan muayenehaneye hızlıca gider. Gittiği ile geldiği bir olur. Kamyona biniverir.
-Ne oldu Musa Kâ? Çabuk döndün...
-Gapalıymış. Doğru hastaneye gidek biz.
Devlet Hastanesine doğru sürerler. Kamyonun üstündekiler öylece dururlar. Kimse kamyondan inmemiştir. Hep birlikte hastaneye girerler. Kamyon hastane bahçesinin içine kadar acil olarak girer. Kamyonun durmasıyla kasanın içindekiler patır patır dökülürler. Görenler şaşkın ve hayretler içinde bakakalırlar. Kimisi, dayanamaz yaklaşır sorar:
-“Kaza mı oldu hemşerim?”
Onun yanındaki hemen akıl yürütür.
-“Yok canım! Baksana köylüler... Sınır, su kavgasıdır...”
Merakla bir başkası araya girer ve yavaş bir sesle yanındakinin kulağına eğilerek sorar:
-“Ölen, yaralanan mı olmuş?..”
İçlerinden birisi cesaretlilik gösterir, dayanamaz ve sorar kamyondan inenlerden birine:
-“Ne olmuş hemşerim? Bu kadar adam...”
-Yoh hemşerim. Önemli bi şey daal. Bizim genci galleşçe dağda domüşler. Onu getirdik...
Bu kadar öğrendikten sonra arkası gelir soruların. Aynı kişi devam eder sormaya.
-‘Nerelesiniz hemşerim?’
-Bişekliyik.
________ romanın devamı var _______ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.