- 1267 Okunma
- 1 Yorum
- 0 Beğeni
Soyutsal Yolculuk
Etraf karanlık aynı kalbim gibi…
İçimde bir insan figürü yağmurlu bir gecenin kızgın şimşeği gibi bir görünüp bir kayboluyor. Ne olduğunu bilmeme izin verilmiyordu. Akla mantığa sığan bir şey değildi. Beynim ve kalbim tarikat kurmuşlar ve bana cephe açıyorlardı sanki…
Belki bulabilirim umudu çerçevesinde hayallere kapılıyorum. Ayrıntılar denizine tüpsüz dalış yapıyorum. Tam buldum derken karşıma yeni engeller çıkıyor ve beni yolumdan alıkoyuyordu. Bulmaya yüz tutmuş gerçekleri su yüzüne çıkardım derken aniden silikleşip bir anda gözlerimin önünden uçup gidiyordu. O an arayışların içinde kaybolmuş ben ve hayali izler kalıyordu. Bana pusu kurdular. Onların oyununa geldim. Beni uçsuz bucaksız labirentin tam ortasına sürüklediler. Kurtulmamın tek yolu onlara ‘anılarımı satmak’tı. İsteklerini yok sayınca hep yeni baştan başlıyor her şey bir dejavu gibi tekralanıyodu…
Birden burnuma dolan o iğrenç kokuyla uyandığımda aslında bunların bir tür rüya olduğunu sandım. Şu an kendi evimin salonunda penceremin önündeki koltuğumda oturuyordum. O pis koku ise penceremin açık olmasından dolayı içeriye sızmış olmalıydı. Kaç saattir uyuduğumu bilmiyordu. Ama bu koku beni bulunduğum yerden uzaklaştıracak kadar keskindi.
Gördüğüm bu saçma rüyayı arkadaşıma anlatmaya gittiğimde bana bu anılarımı çok isteyen o varlığın bir tür rüya etkisinde benimle neden iletişim kurmaya çalıştığını söyledi. Peki ama bu şey benimle konuşmaya çalışmaktansa neden benim anılarımı istesin ki? Dediklerime karşılık bana öylece gözlerini faltaşı gibi açmış bana bakıyordu. Beni deli sanmasını istemiyordum ancak gördüklerim akıl alacak şeyler değildi. Yani rüya diye esip geçebilirdim ama içimde bir yerlerde bir şey olacağını seziyordum. Sezgim kuvvetli olduğundan bunun gerçek olabileceğini düşünmeye başladım. Hızlı adımlarla en yakın kütüphaneye kendimi atıverdim. Ve uzun çaplı bir araştırmaya koyuldum.
Sanki beynimde biri varmışta şimdi canlanmış gibiydi. O biri sadece benimle konuşuyordu. Bunu yapmamam gerektiğini ve istenen şeyi vermemin tüm insanlık için iyi olacağını söylüyordu. O sese aldanmayıp devam ettim. Sonunda bulduğum şeylere inanamadım.
Bu iç ses dediğim varlığın aslında bir tür ifrit olduğunu öğrenince çığlığı bastım. Eğer bunu bir daha yaparsam kapı dışarı atılıverecektim. Görevlinin gözünün üstümde olduğunu fark ettim. Yalnızca haykırınca değil içeri girdiğimden beri sanki hep beni izliyordu. Bu bir tür halüsilasyon olabilirdi ama hissediyordum. Kötü şeyler olacağını hissediyordum.
Kitapları çevirmekten artık yorulup sızmış olmalıyım ki uyandığımda çift camlı pencereden içeri sızan gecenin karanlığı tüm kütüphaneyi sadece ay ışığıyla boyamıştı. Kalkıp gerindim ve kapıya doğru yöneldim. İçeride kimsenin olmaması açıkçası beni biraz korkutmuştu. Sabah olmasına daha beş saat vardı. Peki, görevli kütüphanenin ışıklarını kapamadan son bir kez neden içeriye göz atmamıştı.
Kapının kilitli olduğunu fark edene kadar hiçbir şeyden korkmuyordum. Bunun bir açıklaması olmalıydı. Yani, sadece benimle konuşan görünmeyenler… benden istedikleri o şey...
Kapıya sertçe vurmaya başladım artık korku tüm bedenimi sarmalamıştı. Kaçacak hiçbir yerim yoktu. Tekmelerle yumruklarla giriştiğim kapı bir türlü kırılmıyordu. Elime aldığım sandalyeyi cama fırlattım, kırılmadı…
Bu ifrit denilen varlıklar benden istedikleri şeyi almadan gitmeyeceklerdi…
Birinin beni kurtarmaya geleceğini umut etmekten başka yapacak hiçbir şeyim yoktu; bir yere sinip sabaha kadar saklanmak dışında hiçbir şey…
Hem korkuyor hem de düştüğüm bu duruma sinir oluyordum. Derken dolapların ardından bir tıkırtı duydum. İşte o an bir çocuk gibi altıma kaçırabilirdim. Bunun da bir tür rüya olması için yalvardım. Kolumu ne kadar çimdiklesem de canımın yandığını fark ederek bundan vazgeçtim. Kaderimdeki son bu mu olacaktı? Görünmeyen bir tür varlığa anılarımı kurtulmak pahasına teslim edecektim, tabii beni öldürüp cesedimi bilinmeyenler diyarına götürüp orada koleksiyon yapmayacağını nerden bilebilirdim. Belki de peşimde olanlar bir tür koleksiyoncu ifritlerdi. Her ne ise sesler artmaya başladı. Ellerim tir tir titriyor, kalbim adrenalin bombardımanına uğramış gibi atıyordu.
Sonumu hazırlayan o şey yavaşça bana doğru gelirken kenarda bulduğum süpürge sopasıyla kendimi savunmaya hazırladım. O şey yaklaştıkça bende ona doğru ilerliyordum.
İnsana benzeyen karanlık bir silüet ayın parlattığı yüzeye doğru adım adım yaklaştı. Aniden ‘benden ne istiyorsun seni pislik’ haykırışlarıma bir tür tehdit eden kaz gibi tısladı. O kazlar ne yapardı çok iyi bilirdim. Tabii bunun bir kaz olmayışı da kurtulma olasılığımı azaltıyordu. Bu şey her ne ise ancak bir melek tarafından ölüme terk edilirdi ya da bir şeytan tarafından ordusuna asker olarak alırdı.
Sanki dilimizi bilmiyormuşçasına öyleye gözlerimin içine baktı. Bir puma çevikliğiyle üzerime atladığı an ne olduğunu anlamamıştım. Ölümün soğuk pençeleri kan pompalayan damarlarımı parçalamıştı. Gördüğüm şeyler bulanıklaşmaya başladı. İç sesimi artık duyamaz oldum.
O an ruhumun ifrit tarafından ele geçirilmişti. Soğuk bir güç beni çığlıklarla bezenmiş zifiri bir mağaraya attı. Bulunduğum yerde birçok ruh gelişimi bekliyor gibiydiler. Hepsi bir ağızdan bir şeyler mırıldandılar ama ne olduğunu anlamadım. Onlarında benim gibi ruh olduğunu sandığımda yanıldığımı fark ettim. Onlarda beni öldüren gibi güçlü bir görünmeyen varlıklardı. Ruhun saydam, hiç kimsenin değemeyeceği bir varlık olarak düşünürdüm. Ta ki tüm ifritlerin bir yudumda anılarla dolu ruhumu içene kadar…
-GİZEM ONAR-