- 770 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
TÜ.FE.K( TÜRK FEDAİLERİ KURULUŞU)
NECDET KIZILKAYALI
Elli dört yaşında, ciddi, ağır başlı ve sözünün eri bir adam. Azap, kayıp arama bürosunu açtığında, tam karşısına aynı zamanda açmıştı, “Boyalı Çamlar” isimli kafeteryayı, oğlu Dağhan’la beraber çalıştırıyorlardı. Azap’la, tanıştıkları yedi aylık süre içerisinde, çok iyi dost olmuşlardı. Çoğu zaman beraberdiler.
Necdet, disiplinli, dikkatli, hızlı düşünen ve çok zeki bir adamdı. Birçok insanın fark edemeyeceği ayrıntıları çok kolay fark edebiliyordu. Azap, Onun bu özelliğine birçok kez şahit olmuştu. Dükkan girişini sürekli kontrol ediyordu. İçerde ve kapı önünde olan her şeyden haberdardı ve gözünden hiç bir şey kaçmıyordu. Hiç uyuklarken görmemişti Onu, Necdet müşterilerle konuşurken, daha onlar bir şey söylemeden, haklarında bilgi sahibi oluyordu.
Azap ve Necdet, bazen birbirilerine geçmiş hayatlarından bahsediyorlar ama ikisi de bir şeyler gizliyorlardı.
Bir defasında, Necdet’in dikkatini sınamak istemişti. O gün, kafeteryada oturuyorlardı; Kapının önünden, ikisi erkek, biri kız üç genç geçmişti. Görünüşleri ve kıyafetleri oldukça sıra dışıydı. Kapının önünden yürüyerek geçen birini, içerden görebilme süresi 6-7 saniye kadardı. Azap’ın yönü kapıya dönük olduğu için, bu üç gence dikkat etmişti. Tam o sırada, Necdet kapıya doğru yöneldiği için, gençleri fark etmiş olmalıydı ama bakmış olsa bile, birkaç saniye görebilirdi. Necdet’in baktığını biliyordu.
Azap, gençliğin bozulmaya başladığından sohbet açıp, kimlik bunalımlarından, giyim tarzlarından, dinledikleri garip müziklerden, şunlardan bunlardan derken sözü, bir buçuk saat kadar önce, dükkanın önünden geçen üç gence getirmişti. Bir iki saat öncede üç tanesinin, dükkanın önünden geçtiğini, kızın saçlarının mavi, çantasının, ojelerinin, rujunun mavi olduğunu, gözlerinin birinin mavi diğerinin başka renk olduğunu… Erkeklerden birinin göbeği açık kıyafet giydiğini, çok büyük bir kemer tokası olduğunu… Diğerinin, yüzünün her yerine metal küpe taktığını anlatıyordu.
Azap bunları söylerken, Necdet gülümseyerek dinliyordu. Niyetini anlamıştı. Azap’ın sözü bitince, gençleri Necdet tarif etmişti ama daha fazla detay söylemişti. Göbeği açık kıyafet giymiş dediği gencin, kıyafetinin göbek hizası ten rengiydi, göbek açık dekoru verilmişti. Büyük kemer tokasında, tekneyle balık tutan bir adam resmi kabartması vardı. Diğeri, yüzünün her yerine metal küpe takmamıştı, gümüş rengi dövmeler yaptırmıştı. Kızın sağ gözü yeşil, sol gözü elaydı. Daha başka ayrıntılarda verdi. Azap, Necdet’in dikkatli olduğunu biliyordu ama bu kadarını beklememişti.
Azap’a, bunları zaten bildiği halde, neden kendisini sınamak istediğini sordu. Azap biraz mahcup olmuştu fakat Necdet’in gülümseyerek konuşmasından rahatlamıştı. Bu üç genç hakkındaki sohbetleri daha sonra, aralarında güzel bir oyuna dönüştü, birbirilerine dikkat testi yapıyorlar, oldukça eğleniyorlardı.
İlk önce Azap sordu Necdet’e. Gerçekte kim olduğunu, hangi gizli servisten emekli olduğunu, neden bu kadar dikkatli yaşadığını…
Necdet, önce kendisinin bir soru sormak istediğini, eğer doğru cevaplarsa, gerçekte kim olduğunu anlatacağını söyledi. Bu işi kendisi başlattığı için, kabul etti Azap.
Azap’ın, Siirt’te başlayan 169 kayıp çocuk davasını biliyordu. İstanbul’da gelişen olayları, cinayetleri, geçirdiği soruşturmaları, öldürülenlerin ailelerinin suçlamalarını, istifasına kadar olan bütün süreçten haberdardı.
Tanışmalarından evvel, kayıp çocukların davasında suçlu olarak ismi geçenlerden, faili meçhul altı yaralama, yirmi sekiz cinayet, tanıştıkları bu yedi aylık süre içerisinde, yine çocukların davasında suçlu olarak isimleri geçenlerden dokuz kişinin daha öldürüldüğünü, bunların da failinin bilinmediğini söyledi ve bu cinayetleri işleyip işlemediğini sordu.
Azap, bir şeyler söylemek istiyordu ama kelimeler çıkmıyordu ağzından, Necdet devam etti sözlerine;
Bu davayla alakalı, halen 116 kişinin cezaevlerinde olduğunu, bunlardan 22 tanesinin yakın zamanlarda tahliye olmasının mümkün göründüğünü, eğer çıkarsalar bunları da öldürüp öldürmeyeceğini sordu. Bu adamlara bu kadar kafayı takmışken, bu suçları ve daha birçok suçu besleyen ve destekleyen yılanların başlarını öldürmeyi hiç mi düşünmemişti.
Azap, gözlerini hiç ayırmadan bakıyordu Necdet’e, kendisi hakkında bir konuya bu kadar hakim olmasına şaşırmıştı. Kaç kişinin cezaevinde olduğunu, kaç kişinin tahliye olabileceğini neden araştırma gereği duyduğunu anlamaya çalışıyordu.
“Bu cinayetleri senin işlediğini düşünüyorum” demişti Azap’a. Gerekçe olarak da, bazen birkaç günlüğüne bir yerlere gittiğini, döndüğünde, kayıp çocukların davasında suçlu olarak adı geçenlerden birinin öldürüldüğü haberini okuduklarını söyledi. “Bana bunların tesadüf olduğunu söyleme Azap. Çünkü bu cinayetleri senin işlediğini düşünmek istiyorum” demişti. ”Neden böyle düşünmek istiyorsun Necdet Ağabey?“ diye sorduğunda. “Savunmasız ve günahsız çocuklara eziyet edenlerin, hayatını alan bir adamla arkadaş olmanın gururunu yaşamak istiyorum” diye cevap vermişti Necdet. Azap’ın suskunluğundan, cevabı evet olarak kabul ettiğini, sırrını mezara götüreceğini bildiği ve daha büyük bir sırra ortak olacaklarını düşündüğü için, gerçekte kim olduğunu anlatacağını söyledi. Azap, daha büyük bir sırra ortak olacaklarını düşünmesinin sebebini de sormuştu. ‘Buraya taşınmalarının ve tanışmalarının tesadüf olmadığını, büyük bir olay yaşayacaklarını hissettiğini’ söyledi ve hayatının sakladığı kısmını anlatmaya başladı;
1985 yılında, Yüzbaşı rütbesiyle, doğrudan Genelkurmay Başkanlığına bağlı askeri haber alma teşkilatında, karşı istihbarat subayı olarak görev yapıyordu. 29 yaşındaydı. Aynı yılın Mayıs ayında, gizli bir davetle Genelkurmaylığa çağrıldı. Belirtilen tarihte orada olduğunda, Genelkurmayın emir subayı tarafından karşılanıp, bir odaya alındı. Bu odada, kendisi gibi davet edilmiş on subayla daha tanıştırılıp, beklemeleri söylendi.
Bir müddet sonra, Genelkurmay Başkanı Yardımcısı ile toplantı yaptılar. Bu on bir subaya, Ordu’dan istifa etmeleri emredildi. Kendilerine, yüksek miktarlarda tazminat verilecek ve Silahlı Kuvvetlerle ilişkileri kesilecekti.
Bunun sebebi, atanacakları yeni ve çok gizli görevleriydi. Orduyla ilişkileri kesildikten sonra, yeni bir toplantıyla görevleri bildirilecek ve gerekli talimatlar verilecekti. Bu görev, Millet menfaati içindi ve aileleri dahil, kesinlikle kimseye bahsetmeyeceklerdi.
1983 yılında Genelkurmaylığa yapılan bir ihbarda,1980 ihtilalı sırasında çok sayıda silah ve mühimmatın çalındığı, örgüt ve mafyalara satıldığı iddia edilmişti.
Genelkurmaylığın tam kapsamlı sayım emriyle yapılan incelemelerde, on yedi ildeki askeri alaylardan, tam sayısı tespit edilememiş 27.762 adet silah ve mühimmatın kaybolduğu anlaşılmıştı. Silahların döküm kayıtları, zimmet ve diğer ilgili evrakların tahrip edildiğinden ve kaybolduğundan dolayı, doğrudan sorumluların tespiti için, detaylı bir soruşturma yürütülmesi gerekiyordu. Listede, roket atarlar, mayınlar, uzun namlulu silahlar, el bombaları, makineli tüfekler gibi ağır silahlarla, bunların mühimmatlarının bulunması ve illegal gurupların eline geçmesi halinde, doğuracağı sonuçların oldukça endişe verici olması sebebiyle, derhal harekete geçilmişti.
İki askeri savcı ve beş yardımcı personel, araştırma için görevlendirildi. Daha, soruşturma yeni başlamışken ve kayda değer bir bilgiye ulaşılamamışken, ifadesine başvurulan iki subay ve kimliğinin nasıl deşifre olduğu anlaşılamayan, ihbarı yapan binbaşı öldürülmüştü. Soruşturma devam ederken, bu görevi yürüten iki askeri savcı ve biri ailesiyle beraber, beş yardımcı personel de, ardı ardına yapılan suikastlarla öldürülmüştü.
Soruşturmanın, sanılandan çok daha derin olduğunu fark eden Genelkurmaylık, bu soruşturmayı bir süreliğine askıya almıştı.1983 yılı sonlarında, aynı soruşturmaya üç askeri savcı ve sekiz yardımcı personel atanmıştı. Yeni soruşturmada, dava dosyasındaki isimler çoğalmıştı. Daha ileri gidebilmek ve delillere daha kolay ulaşabilmek için, yetkilerinin genişletilmesini talep eden bu üç savcı ve iki yardımcı personel de suikastlar sonucu öldürülünce, Genelkurmaylık, bu davanın delil yetersizliğinden dolayı kapandığını açıklamıştı.
1984 yılı ortalarında, bizzat Genelkurmay Başkanının emriyle, gizlice bir kadro oluşturulur. Bu kadronun emrine, gerekli sayıda asker verilip, inşaat sebebi farklı gösterilerek, gözlerden uzak askeri bir bölgede büyük bir bina yaptırılır. Binanın çevresi, askeri özel harekat timleriyle, yirmi dört saat güvenliğe alınır ve rütbesi ne olursa olsun, belirlenen personelin haricinde herkese yasak bölge ilan edilir.
Mayıs 1985 de, gerekli bütün hazırlıklar tamamlanınca, daha evvelki iki soruşturma dosyasında adı geçen, on yedi ilde bulunan askeri alaylardan kaybolan silah ve mühimmatlarla ilişkilendirilen, sorumluluğu ve bağlantısı olduğu rapor edilen, otuz beş askeri personel ve elli üç sivil, gizli bir operasyonla toplatılıp buraya nakledilir.
Aralarında Necdet Kızılkayalı’nın da bulunduğu on bir subay,
1 Albay ___ ekip başkanı, askeri hakim
1 Binbaşı ___ askeri savcı
1 Binbaşı ___ tabip, genel cerrah
1 Yüzbaşı ___ silah alım subayı
1 Yüzbaşı ___ istihbarat subayı(Necdet Kızılkayalı)
1 Yüzbaşı ___ tabip, psikolog
1 Üst teğmen___ muhabere subayı, haberleşme donanımları uzmanı
4 Teğmen ___ hizmet personeli
Getirilenlerin sorgulamasını yapmaları için, tam yetki verilerek, yine gizlice buraya nakledilirler. 26 Mayıs 1985’de, Cumhuriyet tarihinin en büyük askeri soruşturmasının başlama düğmesine basılır.
İşkenceli ve kanlı sorgulamalar sekiz ay kadar sürmüş, bu süre içerisinde kırk altı kişi daha buraya nakledilmişti. On beş kişinin işkencelerde öldüğü sorgulamalar, bitecek gibi görünmüyordu. Sürekli yeni isimlere, yeni belgelere ulaşılıyordu. Varılan sonuçlar çok vahimdi. Silah ve mühimmatlar, operasyonun başlamasına sebep olan ihbarda söylendiği gibi,1980 ihtilalında kaybolmamıştı.1975 yılından başlanıp, sistematik olarak çalınmıştı. Yine ihbarda söylendiği gibi, örgüt ve mafyalara satılmamıştı. Küçük bir kısmı satılsa da, büyük bölümü, ideolojisi ne olursa olsun, hemen hemen, büyük küçük tüm illegal guruplara hibe edilmişti. Amaç, ülkeyi karıştırmak ve darbeye zemin hazırlamaktı. Ülke üzerine oynanan hain bir oyundan başka bir şey değildi. Silah ve mühimmatların bir kısmı da, daha sonra kullanılmak üzere, çeşitli yerlerde toprağa gömülerek saklanmıştı. Sorgulananların itiraflarıyla, birçoğunu gömülü oldukları yerlerden çıkardılar. Sorgulama sekizinci aya girdiğinde, itiraflara, belge ve delillere dayanarak, iki büyük sanayici iş adamı, büyük bir medya kuruluşunun patronu, üç büyük mafya, iki büyük örgüt, bir sahte tarikat, çok sayıda dernek, beş tane küçük çapta illegal yapılanmayla bağlantılı 295 kişi suçlanarak tutuklandı. Soruşturma daha derinleşiyordu fakat soruşturma üzerindeki baskı ağırlaşıyordu. Henüz haklarında bir şey yapılamasa da, büyük sanayicilere, medya patronuna, üç büyük mafyanın ve iki büyük örgütün liderlerine yaklaşmışlar, kesin delilleri ortaya çıkarmaya çalışıyorlardı. Büyükleri yakalamak için gerekli delillere bir türlü ulaşamıyorlardı. Çünkü büyük bir engellemeye takılıyorlardı.
Soruşturmayı asıl yavaşlatan olay,1975 yılında, darbeye zemin hazırlamak için çalınmaya başlanan ve irili ufaklı birçok illegal yapılanmaya dağıtılan silah ve mühimmatların ucunun, darbeyi gerçekleştiren üst düzey subaylardan bazılarına dokunmasıydı. Askerler, komutanlarına karşı yapılan operasyonlara çekimser bakıyorlardı. Bir askerin, başka bir askeri suçlaması vicdanen bile zor bir işti. Bu yüzden, soruşturma oldukça yavaş ilerliyordu. Zaten, bu üst rütbeli subayları, ülkeyi zarara uğratmak maksadıyla, ülke içinde karışıklığa sebep olacak illegal yapılanmalara silah temin etmek suçundan yargılamak mümkün değildi. Çünkü 1980 darbesiyle askeri otoritenin ülke yönetimine el koymasından sonra hazırlanan 1980 askeri anayasasıyla, maalesef, darbecilerin yargılanması kanunen imkansız hale getirilmişti. İsimlerine ulaşılan üst düzey siviller, bazı yüksek bürokrat ve bazı vekillerin olması da, soruşturmayı baltalayan bir diğer sebepti.
Aslında, darbenin amacı belli ve haklıydı. Sivil otorite, son derece kötü yönetimleriyle ve yürüttükleri yanlış politikalarla, halk içinde huzursuzluğa ve karışıklık çıkmasına, illegal yapılanmalardan daha fazla zemin hazırlamışlardı. Ülke tam bir kaostaydı, birilerinin buna dur demesi gerekiyordu ve bunu yapacak tek güç, Türk Silahlı Kuvvetleriydi. Fakat milleti zarar uğratmak için darbe ortamı hazırlayanlarla, gerçekten milleti düşünen vatan evlatlarının darbeye katılması, yürütülen soruşturmadaki kasten yanıltmalarla, bir birilerine karıştırılıyordu. İyi ve kötüyü ayırt etmek zorlanmıştı. Çünkü hali hazırdaki anayasada buna zemin vardı ve bunu çok iyi kullanıyorlardı. At izi, it izine karışmıştı.
Nihayet, soruşturma sekizinci ayını doldurduğunda, askeri hukukun en büyüğü olan, Yüksek Askeri Hakimler Birliği Başkanı Tümgeneral Murat Cilveli, sorgulamanın yapıldığı yere geldi. Sorgulamada bulunan on bir subayla bir toplantı yaptı. Toplantı sonunda, Necdet’in bir kelimesini bile unutmadığı bir konuşmasıyla, sekiz aylık soruşturmayı bitirip, bu davayı kapattı. Şöyle demişti;
“Arkadaşlar, ulaştığımız bilgiler oldukça endişe vericidir. Hepimiz gördük ki, millete oynanan oyunlara, asker ve sivil içinden birçok hain çanak tutmuştur. Bu güne kadar, konumu önemli ya da önemsiz birçok kişi tutukladık. Bunlar her ne kadar ihanet rollerini iyi oynamışsılarda, hepsi bir piyondur. Asıl tehlike olan, perde arkasındaki iç ve dış güçlere ulaşmamız mümkün görünmüyor. Ulaşsak bile, yargı yolları kapalı. Mevcut anayasa, halkın huzurunu sağlamamakta, hakkını korumamaktadır. Haydudu, hırsızı, arsızı, haini koruyan, insan hakları bahanesiyle birçok maddesi bulunan bu anayasa değişmedikçe, tüyü bitmemiş yetimin hakkı, başa getirdiklerimiz, bunların akrabaları ve yalakaları tarafından soyulmaya devam edecektir. Bu millet, hakları için tek yürek olmadıkça, biz bunları yargılayamayız. Yani, bunları yargılamamız için, milletin gücünün yanımızda olması gerekmektedir.
1980 darbesi, sivil otorite çürüdüğü, kokuştuğu ve millet menfaatine hizmet etmediği için yapılmıştır. Evet, ülkeyi kendi içindeki kavgalarla uğraşmaktan, gelişmeye yelken açmaması için tezgahlanmış oyunlar sonucu, askerin buna dur demesi sağlanmış, siyasi ve politik ataklar durdurulmuş olabilir. Siyasi ve politik ataklar dediğime bakmayın, asker gelmeden önceki siyasi ve politik atakları düşünürsek; maymun bile bunlardan daha iyi yönetirdi bu ülkeyi, asker iyi ki gelmiş diyebiliriz.
Çünkü baş gösteren olaylara, hükümetin gücü yetmemiş, dur diyememiştir. Buna bir son verilmesi kaçınılmaz olmuştur. Peki, gerçekten milletini, halkını düşündüğü için, onları gerektiği gibi yönetemeyen ve şaş kaza başa gelmiş, ne yapacağını şaşırmış, soytarı bile olmayı beceremeyecek politikacıların elinden kurtarmak için darbeye iştirak etmiş vatan evlatlarına ne diyeceğiz? Yine hepimiz gördük ki, sorgulamalar üzerindeki baskı ve engellemelerle, varlığını millete adamış şerefli askerlerimize de iftiralar atılmaktadır. Kasıtlı olarak, haklı haksız herkes soruşturmanın içine itilmeye çalışılmaktadır. Memleketin yarısını buraya sorgulamaya getiremeyiz, bundan kurtulmanın tek yolu halkın bilinçlenmesi, bu oyunları görmesi ve hakkını yedirmemesidir.
Amacının ne olduğunu bilmedikleri partileri için sokağa dökülüp, kamu malına, kendi parasıyla alınmış mallara zarar verenlerin, akıllarını başlarına almaları, illegal örgütler kurup çoluk çocuğunu öldürenlerin ümüğüne çökmesi için, bıkmadan usanmadan, hükümetlerin kapısını aşındırmaları gerekmektedir. Ve öğrenmelidir artık, hizmet etmeyeni, kendini rahat ettirmeyeni, sandığa gömdüğü gibi, en ağır cezaları da almasını sağlamalıdır. Kimsenin, bu millete verdiği zararlar, yanına kar kalmamalıdır.
Dava büyüdüğü ve karanlık güçlü eller müdahale etmeye başladığı için, içimizden de haber sızdıranlar sebebiyle, kimliklerinizin deşifre olması, sizin ve ailenizin güvenliğinin tehlikeye girmesi söz konusudur.
Toplantı ve soruşturma bitmiştir. Hepinize, yeni kimliklerinizle başlayacağınız hayatınızda başarılar dilerim. Son bir şey, lütfen, yetiştireceğiniz çocukların, vatanını, milletini ve milletinin menfaatini düşünen bireyler olarak büyümelerine özen gösterin. Bu zihniyet çoğalırsa, hain barınamaz. Sonuçta, şikayet ettiğimiz insanlar uzaydan gelmedi. Bizim aramızdan çıktılar. Eğer, vatan millet sevgisi yüreklerine zamanında koyulsaydı, kendi halkına kötülük yapmak akıllarından bile geçmezdi. Neymiş, önce kendimiz, sonra yetiştirdiklerimizle sorumluyuz.”
Soruşturmanın bundan sonraki aşamalarını, suçlananların konumuna göre, sivil ve askeri mahkemelere devreden Genelkurmaylık, bu göreve son verdi. Soruşturmaya katılan subaylar hakkındaki tüm belgeler, kendileri ve ailelerinin güvenliği için imha edildi. Bu sekiz aylık sürede, çok önemli bilgileri ve isimleri öğrenen ekip, sırlarıyla beraber, ülkenin her yanına dağıldılar.
Necdet ve ailesi yeni kimlikleriyle, yeni hayatlarına başlamışlardı. Sorguya katılan subaylardan iki tanesinin, aileleriyle birlikte öldürüldüğünü öğrenince, kimliklerinin deşifre edildiğini anlayan Necdet, Genelkurmaylıkça bilinen kimliğini ve hayatını değiştirdi.
Düşmanları çoktu. İşkence edilenlerin intikamları olabilirdi. İşkencede ölenlerin yakınları intikam peşinde olabilirdi. Çok şey biliyorlardı, medyaya sızdıracaklarını düşünenler olabilirdi. Mafya patronlarını, elemanlarını, örgüt liderlerini, militanlarını, üst rütbelileri, üst düzey sivilleri sorgulamışlar, sekiz ay boyunca kan akıtmışlardı. Her ne kadar hain olsalar da, diyet peşinde olmaları kaçınılmazdı.
Bir kaç kez kimlik ve yer değiştiren Necdet’le ailesi, evin hanımı öldükten sonra, şimdiki kimlikleriyle yaşamlarına devam ediyorlardı.
BÖLÜM 2
YAĞMURLA
GELEN KAN
Azap, kısa bir süre sonra arabasıyla kafeteryanın önüne geldi. Necdet ve Mahmut Ali kapının önüne çıkmışlardı. Necdet, kendilerini bekleyeceğini söyleyerek vedalaşıp içeri girdi. Azap ve Mahmut Ali, Adem Baş Komiserin verdiği adresteki olay yerine doğru yola çıktılar. Bir müddet hiçbir şey konuşmadılar, yağmur o kadar yoğundu ki silecekler yetişmiyordu.
“Oraların havası da soğuktur değil mi Ağabey?” Sessizliklerini bozdu Azap.
“Evet, yaz neredeyse yok gibi.”
Sanki cevaplamak istemiyormuş gibi bir üslupla yanıtladı Mahmut Ali.
“Yaz sıcağını hiç özlemedin mi Mahmut Ali Ağabey?”
Oturduğu tarafın, kapı camından dışarı baktı Mahmut Ali.
“Yaz bahar yüreğimizde bitmiş, tenimize sıcak vursa ne olacak.”
İletişim kurmakta zorlanıyor gibiydiler. Azap, bir sürü soru sorup merakını gidermek istiyor, Mahmut Ali ise, hayatı hakkında soru cevap muhabbetine girmek istemediğini belli etmeye çalışıyordu.
“Oralarda çok cinayet oluyor muydu?”
Yeni tanıdığı bu gizemli adam hakkında bir şeyler öğrenmek istiyordu.
“Bak oğlum, Yakutistan’ı öğrenmek sana bir şey kazandırmaz. Bana gelince, hatırlamak büyük acılar veriyor. Necdet’i bulamasaydım, yaşamımı nasıl bitireceğime karar vermek üzereydim. Sizde bana yardımcı olursanız orayı unutmak istiyorum. Anlıyorsun beni değil mi? Sohbet etmeyi sevmeyen bir adam olduğumu düşünmeni istemem. Bunun seninle ya da başka biriyle alakası yok. Lütfen, unutmak istediklerimden sormayın. Seninle daha yeni tanıştık, mert bir delikanlısın belli, hem Necdet o kadar sevmiş ki seni, kötüyle arkadaş olmaz o, bilirim. Ben de dost olmak isterim seninle.” diyerek, Azap’ı kırmadan, geldiği yer hakkında konuşmak istemediğini söyledi. Zaten, bu sözlerinin üzerine Azap’ın diyecek bir şeyi kalmamıştı.
Bu konu hakkında bir daha sormayacağını söyledi. Mahmut Ali’de teşekkür etti ve ekledi;
“Arkadaşını arar mısın? Bu cesedin durumu neymiş? Yağmurun altındaysa, üzerini kapatmalılar, çadır gibi bir şey kursunlar.”
“Yağmur çok yağıyor, sel olmuş ortalık, yağmurun altında bırakmamışlardır herhalde. Zaten, bulduklarında yağmurun altındaysa iz falan kalmamıştır.”
“Adli tıp yağmurun ceset üzerine getirdiklerini tespit eder. Eğer halen yağmurun altındaysa, yağmur suyu ısı derecesi ölüm sonrası vücut tepkimesini değiştirebilir. Bu da, bazı bulguların yok olmasına sebep olur.”
“Bir ölüye bakıp ona ne olduğunu, ne zaman, nasıl olduğunu bilmeniz çok ilginç. Daha ileri gidiliyor ve sanki oradaymış gibi, birçok bilgi edinilebiliyor. Bu adli tıp işleri hep ilgimi çekmiştir. Aslında, adli tıp uzmanı oradadır. Söylemiştir herhalde ne yapılması gerektiğini. Emniyet Müdürü de oradaymış, aksi bir adam, şimdi iyicene gerilmiştir. Kaldırır bir şey söyler. Niye soruyormuş der. Benlikte bir şey yok zaten, fotoğraflara bakacağım sistemde var mı diye, geldik sayılır zaten. Aramasak?”
“Haklısın, bende sanki görevdeyim. Unuttum misafir olduğumu. Belki gelmemde oradakileri rahatsız eder, umarım bir şey söylemezler sana.”
“Baba ne kadar ukalasın, bir sürü gereksiz laf konuştun” diyerek suratını astı Azap’ın kızı Nüket. Azap, Mahmut Ali’yi almak için kafeteryanın önüne geldiğinde, Nüket bende geleceğim diyerek, arabanın arka koltuğuna oturmuştu. Yol boyunca babasına şirinlik yapıyor, Azap’da arada bir dikiz aynasından bakıp, tebessüm ediyordu. Nüket, bu son söylediklerinden dolayı kızmıştı babasına;
“Ben Mahmut Ali dedeyi çok sevdim. O’da biliyor senin fotoğraflara bakmak için çağrıldığını. Yardımcı olmak istedi sadece. Konuşmuyorum seninle” diyerek yüzünü asmıştı.
Kızına, ne yapabilirim der gibi baktı dikiz aynasından.
“Özür dileyebilirsin babacığım, hem de hemen.”
Azap, Mahmut Ali’ye baktı. Sonra Nüket’e baktı aynadan. O’da, hadi der gibi, başıyla Mahmut Ali’yi işaret etti birkaç kez.
“Özür dilerim Ağabey” dedi Azap, Mahmut Ali ye bakarak.
Mahmut Ali, kapı camından dışarıyı seyrediyordu. Oldu mu der gibi baktı kızına. Nüket, yine Mahmut Ali’yi işaret etti gözleriyle.
“Mahmut Ali Ağabey” dedi Azap.
“Efendim Azap, bir şey mi söyledin? Memleketi seyre dalmışım. Meğer neler kaçırmışız onca zaman, nasıl değişmiş her şey.”
“Özür dilerim Ağabey.”
“Neden özür diliyorsun? Alınganlık yaşında mıyım sence. Hem haklısında, sen fotoğraflara bakarken, bende cesedi görmüş merakımı gidermiş olurum.”
“Kabalığım için özür dilerim. Kusuruma bakma, niyetim seni kırmak değildi. Arada bir rica ederler, bende elimden geleni yaparım hepsi bu. Pek karışmam polislerin işine, istifa edeli epey yabancısı olduk mesleğin.”
“Önemli değil, ama özrünü kabul ediyorum. Hem bu şirin Kızı da memnun etmiş oluruz.”
Bunları söylerken, dikiz aynasından arka koltuğa bakıyordu Mahmut Ali,
“Anlamadım!” Dikiz aynasından Nüket’e baktı, Nüket gülümsüyordu babasına. Yine Mahmut Ali ye bakıp;
“Anlamadım Ağabey, hangi şirin kızı?” Çok şaşırmıştı.
“Kızın istemedi mi özür dilemeni?”
“Evet. Şey, yani hayır, şey, yani hangi kız, ne diyorsun Mahmut Ali Ağabey?”
“Arka koltukta oturan şirin, güzel kızı diyorum. Senin kızın değil mi?”
Azap, aynadan arka koltuğa, kızına baktı. Nüket çok keyifli oturuyor, babasına sevimli hareketler yapıyordu. Çok hoşlanmıştı Mahmut Ali’nin kendisini fark etmesinden. Azap, Mahmut Ali ye baktı. Kızına baktı. Yola bakıp tekrar kızına ve Mahmut Ali ye baktı. Yine yola baktı, çok şaşırmıştı. Yüzündeki şaşkın ifadeyle, tekrar Mahmut Ali ye baktı. Öyle aklı karışmıştı ki, arabayı kullanamadı. Kenara çekti ve durdu.
“Evet, arka koltukta oturan şirin kız benim kızım. Sen onun arka koltukta oturduğunu nereden biliyorsun Mahmut Ali Ağabey. Sen onu görüyor musun?”
“Hayır, onu görmüyorum Azap. Senin onu gördüğünü görüyorum.”
“Artık iyice dışarı vuruyorum galiba. Deli olduğumu düşüneceksin. Bazen bende delirmeye başladığımı düşünüyorum. Ölümlerinin birinci yıl dönümüydü, erkenden eve gittim. Yalnız kalmak istiyordum. Eve gittim ki, kızım ve karım beni bekliyor, hasret giderdik, her şey normaldi, karımla beraber, kızımızın en sevdiği yemeği yaptık. Bütün gece sohbet ettik, sabah uyanana kadar yanımdaydılar. Karım arada bir gelir ama kızımla bir daha ayrılmadık. Beynimin içinde olduklarını çabuk fark ettim, fakat hoşuma gitmişti. Kendimi, olmadıkları gerçeğine hiç zorlamadım. Bu benim, hayata tutunma sebebim oldu. Delilik böyle başlıyor sanırım. Psikolog gözüyle, bu işin ne kadar sonra deliliğe varacağını söyleyebilir misin?”
“Sen, deli falan değilsin. Sadece, onları çok özlüyorsun Azap. Böyle durumlar, bir sevdiğini kaybettiğinde, sığınacak başka sevdiğin olmadığı zaman yaşanır. Tam tersi, çok zeki bir adamsın. Onların ölümü ve muhtemelen eski yaşadıklarından gelen üzüntülerin, sağlıklı düşünememene yol açmış. Şöyle ifade edeyim, beynini iyi tasarlanmış bir bilgisayar gibi düşün. Her şeyi buraya kaydediyor, sorunları burada çözüyorsun. Kazadan sonra yaşadığın acılar ve eskiden gelen acıların, sistemini alt üst etmiş. İntikam duygun, hırsların ve içinde yaşadığın isyanlar, sağlığına kadar bozmuş. Yani, akıl sistemin çökmek üzereymiş. Eğer kızının hayali gelmeseymiş, işte o zaman delirecekmişsin. Sen akıllı bir adamsın Azap. Deliler bilmezler deli olduklarını, ben deliriyorum, deliyim diyenden korkma.”
“Nüket, Kızımın ismi” dedi ve arabayı çalıştırıp, sürmeye devam etti.
“İnsan beyni, kocaman bir depodur, hayal edebileceğin en büyük depo. Sürekli yeni bir şeyler koyarsın bu depoya. Birinin burayı düzenlemesi lazım, kim yapacak? Herkes kendi aklına sahip çıkacak Azap. Sen, kızını aklına, depona bekçi yapmışsın, etrafa seninle bakıyor, gördüğün duyduğun her şeyi seninle yorumluyor, aklını düzenliyor. Aslında bütün bunları sen yapıyorsun.”
“Kimsenin haberi yok ondan, kimse bilmiyor vaktimin çoğunu onunla geçirdiğimi. Şimdi senin, kızımın yanımda olduğunu bilmen, O’nu benim gözümden görmen, hayalimi daha gerçek yaptı. Bunları bir uzmandan duymak çok rahatlatıcı İlaç falan tavsiye etseydin, kendimi çok kötü hissederdim Mahmut Ali Ağabey.”
“Kızının hayalini getirerek, acını O’na yanmışsın. Hem bu acıyla yaşamayı kabullenmiş, hem hasretini dindirmiş, hem de aklını kurtarmışsın. Yinede kimseye bahsetme. Bu acıyı yaşamamışın biri dalga geçerse, seni sinirlendirir, kızın da seni yatıştıramazsa, O’nun la da kavgalarınız başlar. O’nu ve kendini kaybedersin. İşte böyledir delirmenin sinyalleri, böyle yaşamayı bırakma ama kimseye gösterme hayatını.”
“Bu son söylediklerin olsun istemem Mahmut Ali Ağabey. Kızım geri geldi diye tutundum hayata, bir daha giderse bırakırım ellerimi. Teşekkür ederim.”
“Teşekküre gerek yok Azap. Bende senin gibi olmak isterdim. Ne zaman hayal etsem, hep son halleri geliyor gözümün önüne. ‘Öbür dünyada bu haldeler mi acaba’ diye düşünmek, efkârdan boğuyor beni. Hayalleriyle mutlu olmayı beceremiyorum. Fotoğraflara bakmadan, yüzlerini hatırlamıyorum. Neler yapmışlar onlara. Hepsine.”
Dişlerini sıkmaktan, çene kemikleri yanaklarında belirip, kayboluyordu. Mahmut Ali, bunu bir kere daha söylemişti. Neden böyle söylüyordu? Yüzlerine ne olmuştu ailesinin? Neden ‘hepsine’ diyordu? Kaybettikleri kaç kişiydi? Tüm bunları garip bulsa da, daha fazla hatırlatıp üzmemek için bir şey sormadı. Konuyu değiştirerek, başka bir şey sordu.
“Bu gece ilginç olacak aslında. Cinayet tamamda, cesede bakarak, cinayeti işleyenin psikolojisi hakkında bir şeyler duymamıştım daha önce. Oradakilerin de duyduğunu sanmıyorum.”
Olay yerine gelmişlerdi. Polisler, olay yeri çevresini çembere almış, sokağın iki girişini de tutmuşlardı. Polis kordonuna kadar ilerleyememişlerdi. Çünkü sokağın her yanına meraklı bir kalabalık dağılmıştı. Birkaç gazeteci, engeli geçip fotoğraf çekebilmek için polislerle tartışıyorlardı. Geldiklerini gören Adem Baş Komiserin talimatıyla, aracı içeri aldılar. Ortalık ana baba günü gibiydi. Polis lambaları karanlığı renklendiriyor, memurlar, biriken kalabalığı kontrol etmek için, sağa sola koşuşturuyorlardı. Cesedin olduğu yer, yüksek bahçe duvarlarıyla çevriliydi ve binalar uzak kalmıştı. İnsanlar, cam ve balkonlardan sarkıyor, şiddetli yağmura kimse aldırmıyordu. Baş Komiser Adem, Azap ve Mahmut Ali’yi karşılamaya geldi.
“Hoş geldin Azap, siz de hoş geldiniz.”
Selamlaştılar. Azap, Mahmut Ali’yi tanıştırdı. Kendisinin, adli tıp, suç ve suçlu psikolojileri uzmanı olduğunu söyleyince, Adem Baş Komiser çok memnun olmuştu.
“Yahu Azap, sen var ya tam lazım bir adamsın” dedi ve devam etti sözlerine, bir yandan da cesede doğru yürüyorlardı.
“Ne savcıya ulaşabildik, ne adli tıp doktoruna. Müdür Bey zehir püskürüyor, birisi gelse, hemen kaldıracak cesedi.”
Yağmur, cesedin üzerine yağıyordu. Sokaktan akan yağmur suları, cesedin akıntıya bakan tarafında göllenmişti.
“Bu cesedin üzerini hemen kapatmalısınız.” diyen Mahmut Ali, Adem Baş Komiserin konuşmasını böldü. Cesedin yanına gelmişlerdi. Azap, Emniyet Müdürüyle selamlaştı.
“Bu bey kim?”
Mahmut Ali’yi sordu Emniyet Müdürü.
“Benim misafirim müdürüm, Mahmut Ali ULUTÜRK.”
Adem Baş Komiser söze girerek;
“Efendim, Mahmut Ali Bey, otopsi ve suçlu psikolojileri uzmanıymış.”
“Öyle mi.” Memnun bir ifadeyle, tokalaştılar.
“Bir uzmanın varlığından başka ihtiyacımızı yok burada, çok memnun oldum Mahmut Ali Bey. Ben, Çankaya Emniyet Müdürü Ercan Pektaş.”
“Ben de memnun oldum Müdür Bey, ilginize teşekkür ederim.”
“Ne diyorsunuz bu duruma Mahmut Ali Bey, nasıl bir insan hangi akla hizmet böyle bir şey yapar?”
“Ercan Bey, ilk önce derim ki, bu cesedin üzerini kapatmaya bir şey yok mu?”
“Adamı duydunuz, hemen branda gibi bir şey getirin, vatandaşa sorun. O kadar adam seyrediyor, biri işe yarasın. Çabuk çabuk çabuk, beklemeyin hadi” diyerek bağırdı polislere.
Adem Baş Komiser söze girerek;
“Müdürüm, Adli tıp uzmanına ulaştık. Gelmesi biraz zaman alabilirmiş, pek kendinde değil gibiydi.”
“Nasıl yani? Kendinde değil gibiydi.”
“Alkolü biraz fazla kaçırmış galiba Müdürüm. Savcı Beyde yola çıkmış.”
“Ne yapacakmış sarhoş adam, gelmesin daha iyi. Söyleyeceği iki söz, atacağımız bir imza, yağmur içimize işledi arkadaş. Herkes işini yapsa da, gitsek şuradan, Mahmut Ali Bey, cesedi siz inceler misiniz? Kim bilir ne zaman gelir bu adam, savcı gelince konuşayım da, sizin söyleyecekleriniz tutanağa geçilsin. Yarın imzalatırız adli tıp doktoruna, sizce de bir sakıncası yoksa ne dersiniz? Gün ışıyana kadar kalmayalım burada.”
“Yardımcı olabilirsem sevinirim.”
Az sonra, bir branda getirdi polisler ve cesedin üzerine açtılar.
Saat 02.10
“Azap, sen de şu fotoğraflara bir bakıver” diyerek cesedin göğsündeki çivileri tuttu. Çıkarıp, fotoğrafları alacaktı. Mahmut Ali müdahale etti;
“Bir dakika Ercan Bey, bu şekilde olmaz. Müsaade ederseniz, cesede bakmak istiyorum.”
“Öyle ya, affedersiniz buyurun.”
Mahmut Ali, cesedin yanına çömelir vaziyette oturarak, izlemeye başladı. Cesedin üzerinde takım elbise vardı. Gömleğinin düğmeleri tamamen açıktı ve vücudu görünüyordu. Takım elbisesinin ve gömleğinin kumaşına, saat, yüzük ve ayakkabılarına, gömleğinin kenarına iliştirilmiş kravat iğnesine, kol düğmelerine baktı. Takıları altındı. Olay yeri incelemeden bir eldiven tedarik ettiler. Cesedin göz kapaklarını araladı. Göğsüne saplı çivileri biraz çekip, sağa sola oynattı. Ellerine, tırnak içlerine, saçlarına baktı. Yüzünü inceledi. Emniyet Müdürüne baktı;
“Katile ait en ufak bir iz bile bulanabileceğini sanmıyorum, cesedi tamamen temizlemişler, bir çeşit kimyasal kullanmış olmalılar. Tiner kokusu alıyorum sanki ama emin değilim. Saçlarını ve tırnak içlerini bile temizlemişler. Bu adam öleli, yaklaşık sekiz saat olmuş. Altmış yaşın üzerinde, Türk olmadığını düşünüyorum. Kaliteli takım elbise, gömlek ve ayakkabıları çok pahalı olmalı, otomobil parası saat, yirmi dört ayar altın takılar, saç ektirmiş ve botoks yaptırmış, manikürde yaptırmış. Oldukça pahalı bir ceset, zengin birisi olmalı Müdür Bey?”
Emniyet Müdürü, Mahmut Ali’nin yanına eğildi.
“Öyle ya, altını incisi çalınmamış adamın cüzdanı da üzerindedir. Cüzdanından çıkan kimlik ve ehliyette ismi Mikail Berberoğlu yazıyordu. Berberoğlu transport diye bir nakliye şirketinin sahibiymiş. Kartvizitinden iş adresini belirledik. Ailesine de ulaştık. Karısıyla konuştum, çok ilgisizdi, araları yok galiba. ‘En son ne zaman gördünüz’ dedim, ‘bir hafta kadar oldu’ dedi. Tam günü bile bilmiyor kadın, öyle panik falanda yapmadı. ‘Cesedi teşhis için çağıracağız’ dedim, ‘şimdi mi’ diyor. Mümkünse, yarın uyanınca gelecekmiş. Nasıl uyur anlamadım, kocası ölmüş. Ne yapmış bu adam karısına? Galiba bunun üzerinde duracağız. Daha ilginci de, telefonu kapattıktan on dakika kadar sonra, Emniyet Genel Müdürü aradı beni cebimden. Bu işle çok özenerek ilgilenmemi, olayın bizzat takipçisi olacağını söyledi. İnanın bana, tutku derecesinde merak ediyorum bu adamın kim olduğunu?”
“Bu cinayet çok başka Ercan Bey, bana sorarsanız…”
“Tabi sorarım efendim, uzman olan sizsiniz.”
“Rica ederim. Kadınla alakalı bir şey arayarak boşa zaman harcamayın. Bu cinayet, bozuk aile ilişkilerinin bir sonucu değil, çok başka bir iş bu. Doğrudan bu adamla alakalı ve başka cinayetlerde olacak.”
“Ne diyorsunuz Mahmut Ali Bey? Nasıl öldürmüşler bu adamı? Bu cinayeti işleyenin psikolojisi ne olabilir, bizi bilgilendirir misiniz?”
“Bu cinayet de başka bir şey var, birileri bir şeyler anlatmak istemiş ama henüz vermemişler ne olduğunu. Mesaj dolu bir ceset olmasına rağmen, hemen anlamamızı istememişler. Sadece dikkat çekmek için ilk oyun bu, daha sonra anlatacaklar ne demek istediklerini.”
“Nasıl yani? Bizim kabahatimiz ne? Anlasak ne anlamasak ne, bize ne oynayacaklar, oynasın dursunlar efendim, çalsın oynasınlar. Bulalım kim olduklarını, bizde oynarız.”
Emniyet Müdürü, Azap’ın dediği gibi, çok asabi bir adamdı. Hemen köpürdü.
“Bir olayı, yapılan bir şeyi sorgulamak istiyorlar. Bu mesajı kim alacaksa ona hazırlanan bir oyun…”
“Çoğul kullanıyorsunuz Mahmut Ali Bey, birden fazla kişimi?”
“Evet, öyle düşünüyorum.”
Mahmut Ali, cesedi anlatırken, söylediği yerlere, ceset üzerinde dokunuyordu. Cesedin üzerindeki gömleği iki yana iyice açtı. Morarmış gövdesinin, morluğu yoğun olan, karnının sağ tarafını gösterdi ve devam etti konuşmasına;
“Canlıyken epey uğraşmışlar bu adamla, işkence etmişler. El ve ayak bileklerini kesmişler. Bunlar yapılırken yaşıyormuş. Öldükten sonra birkaç sefer taşımışlar. Sağ tarafına yan yatırılmış, bu şekilde birkaç saat kalmış olmalı.”
Cesedin ağzını açtı, dişlerinin arasına takılmış deriden bir ip vardı. İpi dişlerinden kurtardı. İp, boğazından aşağı doğru uzanıyordu. Biraz çekip tuttu ve devam etti konuşmasına;
“Görüyor musunuz Ercan Bey? Midesinde, bu ipin ucunda bir şey var. Şimdilik anlayabileceğimiz, bir başka cinayetin kesinlikle olacağı. Bize ne anlatmak istiyorsalar, sıraya koymuşlar. Göreceksiniz. Katillerin verdiği her ipucunda bir yere varacaksınız. Önce onların ne anlatmak istediğini çözeceksiniz. Sonra, belki onları bulabilirsiniz.”
“Arkadaş ne diye oyun oynayacaklar, ne bulunacaksa direk söylesinler, biz de yardımcı olalım. Katil olup kendilerini de cezaya niye bağlıyor bu adamlar, nasıl iş bu anlamadım. Desenize Mahmut Ali Bey, emekli olmadan yakacak bu iş bizi.”
Adem Baş Komiser, Savcının geldiğini haber verdi. Adli tıp uzmanı da gelmişti. Biraz sonra, ikisi de yanlarındaydı. Emniyet Müdürü, biraz sitemkâr konuştu Savcıya;
“Sayın Savcım, çok aradık sizi. Sizi de doktor bey. Ne o,rakı ameliyatı mı vardı yoksa?”
“Valla, kimin ne zaman öleceğini bilmeyince, şu saat bu saat deyip ayarlayamıyor insan kendini. Nöbetçi adli tıpta yok ki, bu halde gelmesek.”
“Bırakalım şimdi gereksiz sohbeti, ne zaman olmuş, nasıl olmuş, kimmiş bu adam, şu işi hemen halledip gidelim” diyerek, adli tıp uzmanının sözünü kesen Savcıya, Emniyet Müdürü sinirli bir ses tonuyla çıkıştı ve azarlar gibi konuştu.
“Ne o Savcım, gergin gibisiniz. Yağmuru biz yedik, daha şimdi geldiniz. Bir sebebi var mı bu gerginliğinizin?”
“Olmaz mı Sayın Müdürüm, öyle bir durumdayken geldim ki sormayın. Bu iş yüzünden evlenemeyebilirim. Nereden açtım telefonu, arama mesajları üst üste. Romantik bir gece yaşayalım dedik, burnumuzdan geldi” dedi gülümseyerek.
Savcının bu muzip esprisine, hepsi gülüştü.
Savcı, adli tıp uzmanına hitaben, sözlerine devam etti;
“Hadi Bekir Bey, bir inceleyiverin de, cesedi morga kaldırsınlar. Bu yağmurun altında, bu saatte ne olacaksa? Ne yapmışlar bu adama?” derken, cesede dikkatle bakarak sözlerini bitirdi.
Adli tıp uzmanı, cesedi biraz seyretti;
“Bir inceleyelim, gerekeni yapalım da, bu iş uzun. Birileri gerekeni zaten yapmış bu adama.” Cesedin yanına eğildi ve incelemeye başladı.
“Olay yeri inceleme bir şey bulmuş mu?”
Savcıyı, Adem Baş Komiser cevapladı;
“Hiçbir şey yok savcım.”
“Ne olacak ki bu yağmurda, sel götürüyor ortalığı, olay yeri tutanağına doktorun incelemesinde ekleyip kaldıralım cesedi. Benlik bir şey var mı Müdürüm. Geldim gördüm, mesai başlayınca bakarız tutanaklara.”
“Biz gerekeni yaparız Savcı Bey, zahmet etmeyin siz. Şahitlikte yaparım size, geldi gördü derim soran olursa, mesai başlayınca takılırız, üzülmeyin.”
“Müdürüm amanı bilmez misin?”
“Bilirim bilirim, kolay gelsin size.”
Emniyet Müdürü sinirliydi ama savcının kıvranmasına keyiflenmişti. Savcı, kız arkadaşını bırakıp gelmişti. Acelesi bu yüzdendi. Adli tıp doktoruna dönerek;
“Top sizde Bekir Bey” diyerek, alkollü olduğu için, işini aksatmasın diye motive etmek istedi.
“Ben şimdi nedeyim buna” dedi doktor. Cesedin kesiklerine, morluklarına, saçlarına ve tırnak içlerine bakıyordu.
“Ona bir şey söylemeyin, zaten duymaz, siz bize söyleyin” diyerek çıkıştı savcı.
“O zaman ben size söylerim, acele etmez kalırsanız, sizde kendine iletirsiniz. Belki sizi duyar.”
Doktorun bu cevabına, duyan herkes güldü. Savcı da gülümsedi ve Emniyet Müdürüne, bu sarhoşla işimiz var der gibi baktı. Emniyet Müdürü de gülerek başını sallıyordu.
“Müdürüm bana müsaade, siz buradasınız nasıl olsa, her zamanki gibi” diyerek, izin istedi Savcı.
“Yok, bu her zamanki gibi değil” diye mırıldandı doktor ve devam etti sesli düşünmeye;
“Bu adamı canlı canlı kesmişler. El ve ayaklarını, testere gibi bir şeyle, daire biçiminde derin bir şekilde çizmişler sanırım. Kesiklerin kenarlarında yırtılmalar var. Yaklaşık olarak, sekiz dokuz saat önce ölmüş.”
Doktor ölüm saatini verince, Mahmut Ali ye baktı Emniyet Müdürü. O’nu, daha da ciddiye almıştı. Adli tıp doktorunun verdiği ölüm saatiyle, Mahmut Ali’nin verdiği ölüm saati aynıydı. Doktor devam ediyordu konuşmasına;
“Bu cesetten bir şey çıkmaz. Tırnak içleri tertemiz, tıp bilgisi olan birilerinin işi bu, adamı taşımışlar, aslında kafam güzel ya, toparlayamıyorum.”
“Ben kaçar arkadaşlar, size kolay gelsin” diyerek söze girdi Savcı. Vedalaştılar.
Doktor biraz söylendi peşinden.
“Biz ne yapalım, başım çatlıyor ağrıdan.”
Sonra, Emniyet Müdürüne dönerek devam etti konuşmasına;
“Müdürüm, siz gönderin bu cesedi.”
“Göndereceğiz tabi, burada bırakacak değiliz. Bir şey çıkarsa, bir ayrıntı yakalarsak diye bekliyoruz başını, yoksa deli öpmedi bizi bu yağmurun altında keyif yapmıyoruz. Sizi tanıştırayım, Mahmut Ali Bey, aslında sizin söylediklerinizin hepsini söyledi. Kendiside adli tıp ve suçlu psikolojileri uzmanı, bu da bizim rakı dostu, adli tıp uzmanımız Bekir TÜN.”
“E usta varmış işte. Hem de psikolog üstelik. Beni niye getirdiniz, çok eziyetteyim inanın.”
Emniyet Müdürü yine afalladı.
“Yahu burada en uzun kalan benim, gelen gitmek istiyor. Mahmut Ali Bey, lütfen siz söyleyin. Burada boşa duracaksak, bir şey çıkmayacaksa, yollayalım cesedi. Boşuna yağmuru yemeyelim, hasta olacağız arkadaş. Adem Baş Komiserim, olay yeri tutanağı hazır mı?”
“Hazır müdürüm, buyurun.”
Tutanağı hızlıca gözden geçirdi.
08.10.2010 SAAT. 00: 01 Civarında, müşterisini götüren 06 T 7001 plakalı taksinin şoförü Selim Söğütçü, Turan Güneş Bulvarının 714. sokağına dönerken, taksinin farlarının ışığında, köşedeki çöp bidonunun yanında birinin yattığını gördü. Tam algılayamadığı için devam ediyordu ki, müşterisi Safiye Erçay’da, çöpün yanında birinin yattığını gördüğünü söyledi. Geri gelip, taksinin farını tekrar tuttular. İnip yanına geldiler. Birinin yattığını ve ölmüş olduğunu anlayınca, polisi aradılar. Olay yerine gelen ekipler, görgü tanıklarının ifadesini ve isim, adres bilgilerini tutanağa geçmişlerdir. Olayın cinayet vakası olduğunu tespit eden ekipler, ilgili birime haber vermişlerdir. Olay yeri inceleme ve cinayet masasının tespitleri sonucu, kişisel eşyalarına dokunulmamış, üzerinden Mikail Berberoğlu adına, nüfus cüzdanı, ehliyet ve pasaport çıkan şahsın, belgelerdeki resimlerle uyuşmasıyla, bu kişi olduğu anlaşılmıştır… Cesedin durumu göz önünde bulundurularak dokunulmamış, adli tıp uzmanına, incelemede bulunması için haber verilmiştir… Adli tıp uzmanının, cesedi, olay yerinde incelemesi sonucunda ki ilk izlenimleri…
“Olmuş olmuş” dedi Emniyet Müdürü ve devam etti sözlerine;
“Doktorun söyleyeceklerini de iliştirin, bitsin bu iş. Sabah oldu neredeyse. Yahu, siz ne yaptınız. Şu fotoğrafları verinde bir baksın Azap. Adamın da gecesini bitirdik” diye, bu sefer doktora ve Mahmut Ali ye seslendi.
“Önemli değil müdürüm” dedi Azap.
Bu arada, adli tıp uzmanı Bekir Bey ve Mahmut Ali, cesedin durumunu yorumluyorlardı.
“El ve ayak bileklerindeki kesikler kafamı kurcaladı Mahmut Ali Bey. Oldukça derinler. Bu kesiklerin etrafında, deride ki yırtılmalar, testere gibi dişli bir şeyle kesilmiş dedim ama keskin dişli bir aletle kesmek için, ileri geri yapmak lazım. Keskin dişler ete gömüldükçe, kesilen yerlerin iç kısımlarında da parçalanma olmasına sebep olurdu. Hâlbuki kesiklerin içi pürüzsüz, yırtılma, sadece kesik kenarlarında var. Kafam karıştı doğrusu. Siz ne dersiniz?”
“Daire biçiminde kesik atmamışlar. Dişli bir şeyle de kesmemişler. Keskin ve ağır bir aletle, el ve ayak bileklerini tek vuruşta tamamen kesmişler.”
“Elleri ayakları yerinde üstad.”
“Kopan el ve ayaklarını, kemiklerden tekrar yapıştırmışlar. Daha sonra, tazyikli su tutarak yıkamışlar. Bu yırtılmalar ondan. Kesik kenarında kızarıklıklar varmış. Derisi, bu kısımlarda daha geç morlaşmış. Kızaran yerlerde, morarırken bordolaşmalar olmuş. Sizinde anladığınız üzere bu adam, kesilirken yaşıyormuş. Kesikler bu kadar büyük olmasaydı, kırmızı kan hücreleri, derin kesiği iyileştirmek için, yoğun olarak alarma geçmez, kesik etrafına çok hızlı ve bu kadar çok birikmezdi. O zamanda, kesik kenarlarındaki morlukların rengiyle, kol ve bacakların diğer kısımlarındaki morlukların renk farkı, ölüm sonrası vücut tepkimesinde bu kadar bariz belli olmazdı. Sağ el orta parmağına bakın. Kan gurubuna bakmak için, kan örneği almış olmalılar. Bu adama işkence ederken, bir yandan da kan vermişler. Kolunda ki serum izi şurada, bakın, damardan girmişler. Kalbi üzerindeki deliğe bakın. Adrenalin iğnesi vurmuş olmalılar. Kalbin durması durumunda, adrenalin iğnesi 0.25ml ölçekte, kalbe doğrudan uygulanabilir. Kesinlikle tıp bilgileri varmış. İşkence esnasında kalbi durmuş olmalı, aşırı heyecandan ve korkudan olabilir. Öldürmek için işkence etmemişler, ölümüne işkence ettikleri için, ölmesini geciktirmek istemişler. Bu adama, az miktarda da olsa, uyuşturucu veya sakinleştirici gibi bir şey vermiş olmalılar. İşkence yapılırken yaşıyor olmasından dolayı, kendisini zapt etmek mümkün olmazdı. Sıkıca bağlanmalıydı. Bağlansaydı, hissettiği acı yüzünden, bağlarından kurtulmak için zorlayacaktı. O zamanda, deride şimdi anlayabileceğimiz izler kalması gerekirdi. İz yok, o zaman direnmemiş olmalı. Bu acıyla da, direnmemesi mümkün değil. Hem, bu kadar acıyla kendisini kasması lazımdı. Bu da, vücudundaki deriye yakın damarların şişmesine, kılcal damarların bir kısmının patlamasına sebep olurdu. Bunu da şimdi anlayabilirdik. Damarların çıkıntısı ve kılcal damarların patlaması iyileşmezdi. Çünkü aktivitesi durmuş bir vücut, yarasını iyileştirmez. Bu adam, bu kadar acıya rağmen hiç kendini sıkmamış. Az miktarda uyuşturucu ya da sakinleştirici verildiğini, buradan anlayabiliriz. Az miktarda diyorum çünkü hiç hissetmesin isteselerdi, kan kaybından ölmesini, ya da bayılmasını engellemeye çalışmazlardı. Elimizdeki en büyük işaret bunu yapanların kesinlikle hatırlı bir tıp bilgisi olduğu, ya da en azından içlerinden birisi böyle, kalbi üzerindeki çiviyi, biraz çekip hareket ettiririmsiniz?”
Doktor çok etkilenmişti. Neredeyse ağzı açık dinliyordu Mahmut Ali’yi. Azap ve Emniyet Müdürü de çok etkilenmişti ve ilgiyle dinliyorlardı. Doktor, hayranlığını gizleyemedi;
“Üstad, çok dikkatli tespitler bunlar. Bu söylediklerinizi, ben bu adamı masaya yatırıp, bazı testler uygulamadan anlayamazdım” dedi ve cesedin göğsündeki çiviyi biraz çekip, sağa sola oynattıktan sonra, görüşlerini söyledi;
“Anladım desem yalan olur. Ne için yaptığımı da bilmiyorum. Çivileri saplamışlar işte, her halde resimler rüzgârdan uçmasın diye değildir.”
“Kalbi yok.”
“Kalbi mi yok?”
“Evet Bekir Bey, kalbi yok.”
“Ama burada operasyon izi yok üstad.”
“Karnının sağ tarafı neden daha koyu mor?”
“Biliyorsunuz üstad, kalbin durmasıyla, kan dolaşımı sonlanır. Buna bağlı olarak, alyuvarlar ve kan plazması birbirinden ayrılır. Dokularda biriken kan, vücuda önce kırmızı sonra mor bir renk verir. Ölüm sonrası, baskı gören yerler daha çabuk ve daha koyu mor olur. Karnının sağ tarafı, bu yüzden koyu mor. Yani, öldükten üç dört saat sonra, uzunca bir süre sağ tarafına yatık kalmış. İyi de, bu küçük sınav nedendi anlayamadım.”
“Kalbi çıkartmak için, sırtından girmişler. Öldükten üç dört saat sonra, o yüzden sağ tarafına yatırmışlar. Sağ tarafı baskı gördüğü için, morluk geniş ve daha koyu…”
“Siz bu cesedi çevirip kontrol ettiniz mi üstad?”
Emniyet Müdürü lafa girdi;
“Yahu, adam bizden sonra geldi. Şimdi sizden başka, kimse dokunmadı cesede.”
Doktor cesedi çevirdi, ceketini ve gömleğini sıyırıp sırtına baktı. Kalbinin arkasına gelen yerde, uzun bir kesik vardı. Doktor, Azap ve Emniyet Müdürü, birbirlerine şaşkın yüz ifadeleriyle baktılar. Doktor, Mahmut Ali ye dönerek;
“Çiviye dokunarak, kalbinin olmadığını nasıl anlayabildiniz? Ben sizin gibi bir üstada hiç rastlamadım. İzniniz olursa, sizinle uzun vakitler geçirmek, bu meslekte bilmediklerimi öğrenmek isterim.”
“Rica ederim, adli tıp uzmanı sizsiniz.”
“Sizi tanıyana kadar, bende kendimi öyle sanıyordum.”
“Alçak gönüllülük yapıyorsunuz.”
Emniyet Müdürü saatine baktı ve Baş Komiser Adem’e seslendi.
Saat 04.10
“Baş Komiserim, raporunu bitir, işi olmayanları gönder. Sokağı tutmaya bir ekip bırak, bir ekipte burada kalsın. Şu ambülânsı alın içeri. Hadi hocam, siz ne yaptınız? Bırakın şu iltifatları, yağmur içimize doldu neredeyse. Katil var mı katil.”
“Katil varda, pek bulunacak gibi değil” dedi doktor.
“Bekir Bey, şu fotoğrafları verseniz artık” dedi Emniyet Müdürü, eldiven takmaya çalıştığı elini, adli tıp uzmanına uzattı.
“Buyurun.”Çivilerden çıkardığı fotoğrafları, Emniyet Müdürüne uzattı.
Müdürde;
“Umalım da buradan bir şey çıksın” diyerek, Azap’a uzattı ve devam etti sözlerine;
“Şu cesedi bir an önce gönderelim, size güzel bir çorba ısmarlayayım.”
Azap, gözlük kabından biraz büyük bir kutu çıkardı cebinden, kutunun içinden, cep telefonu gibi bir alet aldı. Aleti açıp, fotoğrafların üzerlerinde gezdirdi. Emniyet Müdürü, Azap’ı dikkatle seyrediyordu ve sordu;
“Ne yapıyorsun, fotoğrafların fotoğrafını mı çekiyorsun? Neler çıkmış. Koskoca devletin emniyetinde yok Azap, sende olan.”
“Büromdaki bilgisayara göndereceğim müdürüm, az sonra cevabı gelir.”
“Hadi arkadaşlar, ne yaptınız?” Doktor ve Mahmut Ali ye seslendi Emniyet Müdürü.
Onlar, aralarında konuşuyordu;
“Şu midesine saldıklarına da bakalım, işimiz bitti” diye yanıtladı doktor. Sonra, Mahmut Ali ye dönerek devam etti konuşmasına;
“İpi çekelim, gelmezse, otopside midesini açar bakarız.” ipi çekmeye başladı.”İyice gitmiş, demek ki ölmeden önce yutturmuşlar. Yoksa bu kadar içeri gitmezdi.”
İpi tamamen çekince, deriden bir ipin ucunda, altın bir madalyon çıkardılar cesedin ağzından. Büyüklüğü avuç içi kadar vardı.
“Yok, yok, bunu yutamaz insan. Uzun bir şeyle, ağzından midesine kadar itmişler bunu” diyen doktor, az önceki sözünü kendi çürüttü ve devam etti sözlerine;
Cesedin boynunu göstererek;
“Bakın Mahmut Ali Bey, boyun çevresinde iz var. Kolye izi ama zincir değilmiş. İp olmalı, ya da bunun gibi deriden yapılmış bir ip. Bunu mu takıyordu acaba?”
“Buda neyin nesi?” diyen Emniyet Müdürü, çömelerek yanlarına oturdu. Doktor, madalyonu Emniyet Müdürüne uzattı. Madalyonu alan müdür, cesedin gömleğine silerek temizledi ve incelemeye başladı.
Bir yüzünde, başının yarısı güneş, yarısı ay resimli, sakallı, başında kral tacı olan bir adam kabartması vardı. Birçok kolu ve ayağı vardı. Tahtında oturuyordu. Madalyonun öteki yüzü, boydan boya artıyla dörde bölünmüştü. Bir bölmede, uçan bir güvercin, birinde kartal, birinde yılan, son bölmede bir kurt sürüsü kabartılmıştı.
“Buna ne dersiniz?” diyerek, Mahmut Ali ye uzattı.
Madalyonu alan Mahmut Ali, incelemeye başladı.
“Fotoğrafların kime ait olduğunu öğrendik müdürüm” dedi Azap.
“Efendim, ne dedin Azap?”
“Fotoğrafların kime ait olduğunu öğrendik efendim.”
“Kimmiş Azap, hadi sende şaşırt bizi.”
“Beş yıl önce kaybolan bir kimyacı ve oğluna ait. Adil Sarı ile oğlu Cahit Sarı. Baba oğul kimyager, bir çeşit yakıt formülü geliştirmişler, benzin ve mazota alternatifmiş. Depo yerine, formülünü buldukları yakıtı, on veya yirmi litrelik bir tüple, aracın yakıt sistemine bağladıklarında, hem normal yakıtlardan ucuz, hem de mesafe olarak, otuz katı daha çok yol kat edecekmiş araçlar. Bu formülü bulduklarını açıklayıp, yatırımcı aradıklarını duyurmuşlar.”
“Sonra formülde, kendileri de kaybolmuşlar.”
“Aynen öyle müdürüm. Ortalıktan kaybolmuşlar, formüllerinin gerçek olduğunu bilen de yok. Bizde bilemeyeceğiz. Karısının ifadesi de var. ‘Ben formül falan anlamam, baba oğul sevinip duruyorlardı, ne bulduklarını, bulmadıklarını bilmiyorum, onlar konuşurken bir şey de anlamazdım, tek bildiğim, şu günden sonra bir daha göremedim’ demiş.”
Baş Komiser Adem söze girdi;
“Bende hatırladım bu olayı, gazetede okumuştum. Baba ve oğlu, bilim kurgu filmlerindeki uzay gemilerinde olan yakıt hücresini, gerçekten yapmışlar ve buluşları yüzünden kaçırılmışlar diye yazıyordu. Trabzon da olmuştu olay yanılmıyorsam.”
“Evet, Trabzon’da” diye doğruladı onu Azap.
Emniyet Müdürü, kollarını öne uzatıp, ellerini iki yana açarak, sinirli ve gür bir sesle konuştu;
“Yahu kardeşim, Trabzon nere, Ankara nere. Beş yıl önce kaybolan adamla oğlunun fotoğrafının, bu cesedin göğsünde ne işi var. Bu adam kim? Onlar kim? Bu adam onlara bir şey mi yapmış? Nereye geldik arkadaş. Bu nasıl iş, ömrümde ne duydum ne gördüm. Adem Baş Komiserim, cesedi yollayın, bu adamın kim olduğunu, en sevdiği yemeğe kadar bilmek istiyorum. Şu madalyonu da bir kontrol et, gizli bir tarikat üyesi midir nedir? Öğleden sonra masamda istiyorum bulduklarınızı.”
Sonra, adli tıp doktoruna döndü ve devam etti konuşmasına;
“Bekir Bey, burada işimiz yok anlaşılan, bir şey çıkar dedim ama beklememiz boşuna galiba.”
“Durduğumuz hata Müdür Bey.”
Mahmut Ali, elindeki madalyonu Baş Komiser Adem’e uzattı.
Emniyet Müdürü, madalyonu kastederek, Mahmut Ali’ye ne düşündüğünü sorarken, doktor araya girerek, gitmek için müsaade istedi. Ceset üzerindeki otopsi sonuçlarını en kısa zamanda rapor edeciğini söyleyip, Mahmut Ali’ye, adli tıp üzerine daha önce bu kadar büyük bir üstad görmediğini söyleyerek, tekrar iltifat etti ve vedalaştılar.
“Beyler sabah oldu, açlıktan bayılmak üzereyim. Şöyle sıcak bir çorba içelim mi, ne dersiniz Mahmut Ali bey? Ben ısmarlıyorum. Bu cesetle, şu altın madalyon hakkında söyleyeceklerinizi duymak isterim vaktiniz varsa. Azap, sende acıkmışsındır” dedi Ercan Bey.
“Ben ısmarlarsam olur” diye cevapladı Mahmut Ali ve devam etti;
“Hem, yeni ortağım yemek konusunda ne kadar iyi, bu vesileyle test etmiş olurum.”
Bunu söylerken, Azap’a bakıp gülümsedi.
“Yemek konusunda üzerine tanımam Necdet ağabeyimin.”
“Lokantanız mı var?” Dedi Emniyet Müdürü.
“Evet. Ankara’ya bugün geldim, eski bir dostumla, O’nun kafeteryasına ortak olduk.”
Azap söze girdi;
“Biz de bu gün tanıştık Mahmut Ali Ağabeyle.”
Emniyet Müdürü, biraz şaşırmış gibi konuştu.
“Öylemi, bende daha eskiden tanışıyorsunuz diye düşünmüştüm.”
“Necdet Ağabeyim var benim. Kendisi, çok bilge bir adamdır müdürüm. Mahmut Ali Ağabey ortak dostumuz. Kendi gibi bilge bir arkadaşını tanıyınca, hemen dostluğunu kazanmak istiyor insan. Öğrencisi olunacak adamlar.”
“Çok teşekkür ederim Azap, ilk günden şımartacaksın beni. Sonra tependen inmeyeceğim.” Gülümseyerek cevapladı. Hepsi gülüştüler. Sonra devam etti sözlerine;
“Hadi çorbamızı içelim. Arayım Necdet’i hazırlasın. Bizimle mi gelirsiniz Ercan Bey? Adem Baş Komiserim sizde buyurun.”
Teşekkür etti Adem, olay yerini toparlayacağını, daha sonra, mesaiye kadar üç dört saat istirahat etmek istediğini söyledi.
Saat 05.00
Emniyet Müdürü, Kendi arabasıyla geldiğini, peşlerinden takip edeceğini söyledi. Baş Komiser Adem’e, her şeyin toparlandığından emin olmasını, öğleden sonra bulabildiği her şeyle odasına gelmesini söyleyerek, iyi sabahlar diledi ve arabasına doğru yürüdü. Azap ve Mahmut Ali’de arabalarına geçmişti. Olay yerinde kimse kalmamış, cesedi de ambülânsa taşımışlardı. Kalan son ekip ve ambülânsta hareket etti. Azap önde, Emniyet Müdürü de peşinden, arabalarıyla yola çıktılar.
Mahmut Ali yorgun görünüyordu. Sanki yatmak istermiş gibi oturuyordu koltukta.
“Senin de dinlenmene izin vermedik Ağabey, bu kadar kalacağımızı bilseydim, gelmeden önce uyarırdım seni. Ne kadar zamandır uyumuyorsun?” dedi Azap.
“Ben ölünce uyuyacağım Azap. Sonsuza kadar derin bir uyku çekip, nispet yapacağım gözlerime gelmeyen uykulara. Huzuru da ancak o zaman bulacağım. Şimdi, şöyle birazcık kestirsem yeter.”
İyice yaslandı koltuğa ve gözlerini kapattı. Azap, kızı Nüket’e baktı aynadan. O’da, parmağını dudağına koymuş, sus işareti yapıyordu babasına. Gülüştüler. Azap, Mahmut Ali’ye baktı, O’da gülümsüyordu. Gözlerini kapatmış uyuyor adam, güldüğümüzü nereden anladı diye geçirdi aklından. Çok zeki ve büyük bir adamla tanıştığını biliyordu.
Büyük bir sessizlik içinde kafeteryaya yaklaşıyorlardı. Yarım saat kadar sonra, kafeteryanın önüne geldiler. İçeri girdiklerinde, Necdet ve Dağhan masayı hazırlamış, bekliyorlardı. Selamlaştılar. Onları, Emniyet Müdürüyle tanıştırdılar. Çorbalarını içmeye ve sohbete başladılar.
“Yetişmez diye, biraz acele ettik. Umarım beğenirsiniz” dedi Necdet.
“Elinize sağlık Necdet Bey, çok lezzetli olmuş” diye yanıtladı Emniyet Müdürü.
Mahmut Ali ve Azap’ta beğendiklerini söylediler.
“Bu delikanlı ne iş yapıyor.”
Dağhan’ı sordu Emniyet Müdürü. Dağhan kendisine bakmayınca, biraz bozuldu.
“Benim oğlum, burada beraberiz” diye söze girdi Necdet ve devam etti;
“Çocukluğundan bu yana, konuşma ve duyma sorunu var. Bir sağlık problemi yok aslında ama bilemiyoruz işte. Ne doktorlar, nede biz, niye böyle olduğunu anlayamıyoruz. Bazen konuşur, o zamanda kulağıma fısıldar, sesini duymadık daha.”
“Öylemi, çok üzüldüm. Düzelir inşallah. İnşaat işçisi mi, toprak işçisi mi diye soracaktım. Elleri kerpeten gibi maşallah tokalaşırken canım acıdı doğrusu.”
Azap, müdürü işaret ederek, Dağhan’a tokalaşma işareti yaptı. O’da önce Azap’a sonrada müdüre bakarak gülümsedi. Hepsi gülüştüler.
“Birazdan çaylarımızda hazır olur” dedi Necdet.
Emniyet Müdürü, Mahmut Ali’yle sohbete başladı;
“Ne diyorsunuz bu ceset hakkında Mahmut Ali Bey?”
“Bu cesette, birileri bir şey anlatmak istemiş ama işin doğrusu, şimdi ne desek boş. İntikam olmalı diye düşünüyorum. Fakat bu bizim düşüneceğimizin çok ötesinde. Büyük bir sır var bu işin içinde ve sanırım, katiller bu sırrın üzerine gidilmesini istiyor. Biz, daha öncede dediğim gibi, önce katillerin çözmemizi isteyeceği şeyi bulacağız. Sonra, eğer bulunmak isterlerse katilleri yakalayabiliriz.”
“Birden fazla kişi olduklarından eminsiniz? Bekir Bey’de emin konuştu.”
“Kesinlikle. Ceset ağır, defalarca taşınmış, bir kişi bu kadar temiz çalışamaz. En az iki ya da daha fazla ve en az birinin tıp bilgisi, kesinlikle doktor seviyesinde. Bu cesette bir şey bulmak imkânsız, belki ikinci, üçüncü bilemiyorum, zaman gösterecek.”
“Başka cinayetlerinde olacağını bilmek ve bir şey yapamamak çok sinir bozucu, bu durumda çok başınızı ağrıtacağız Mahmut Ali Bey, lütfen değerli yardımlarınızı esirgemeyin bizden.”
“Hay hay Ercan Bey, elimden geleni yaparım.”
“Azap, seninde yardımını umuyorum. Sana da çok işimiz düşecek sanırım. Profesyonel birkaç yardım almazsak, bu işin içinden çıkamayız. Bir ceset daha olursa, yandığımızın resmidir. Herkes benden talimat bekleyecek, işin doğrusu, bende şaşkınım. Elimde birkaç tane deneyimli polis var, ne yapabiliriz bilmiyorum. Adli tıp sonuçlarına sizinde bakmanızı istiyorum. Bekir Beye söylerim, iyi çalış üstad bakacak, notunu kırar sonra derim” dedi gülümseyerek ve devam etti sözlerine;
“Hayran kaldı size, daha bırakmaz peşinizi. Aslında bana da şaka gibi gelmişti, adamın kalbinin olmadığını ilk söylediğinizde. Bekir Bey onaylayınca, bende çok şaşırdım. Türkiye’de mi eğitim aldınız.”
“Kim neyden etkilenmiş yahu, yabancı kaldık, öyle dinliyoruz. Meraklandık arkadaş” diyerek söze girdi Necdet.
Mahmut Ali’nin, cesedin kalbinin olmadığını, göğsündeki çiviyi hareket ettirerek anladığını, sırtından operasyon yapılmış olduğunu söylediğini, adli tıp doktorunun kontrol edince ne kadar şaşırdığını, Mahmut Ali’den ders almak istediğini anlattı Emniyet Müdürü.
Sözleri bitince, madalyonu sordu;
“Madalyona ne diyorsunuz Mahmut Ali Bey? Gizli bir tarikat falan mı acaba? Üzerindeki kabartmalar çok ilginçti. Altın olması da, değerli kılıyor madalyonu. Aslında, en çok madalyon takıldı kafama.”
“Bir dahaki cesette de çıkarsa, boşuna takılmış olmayacaksınız. Bu olayın anahtarı olabilir. Ben, yine bulacağımızı düşünüyorum.”
“Ne ifade edilmiş kabartmalarla? Çok özenilmiş, anlamsız olması imkânsız.”
“Ay ve güneş başlı, ulaşılmaz ve çok güçlü. Bunların ikisi de, ayrı birer tanrı. Tarih içerisinde, ay ve güneşe tapan toplumlar olmuştu. İkisi, bir insan başında resmedilmiş. İnsanın yüzü yok, yüzü ay ve güneş, doğu ve batıya kadar. Bu, bir krallık simgesi olabilir. Tacı var, sakalları gür ve uzun. Bunların, Kral olduklarını anlıyoruz. Ya kâhinler, ya da büyücü. Bunlar dedim çünkü on altı kolu ve on altı bacağı var. Sekiz kişiler. Bulduğunuz bu madalyon, biz bunlara kral diyelim, beşincisine ait. Sıralamada en yukarıdaki, büyük kral olur. Yukardan aşağıya beşinci kollar, Japonların Buda’yı selamlaması gibi, ellerini, parmakları birleşik açmış ve birbirine yapıştırıp, yüzünün önüne koymuş. Selam verir ya da ibadet eder gibi. Bir yukarıdaki krallara ve sırasıyla en üst krala kadar, şükranlarını sunuyor sanki. Diğer yüzünde, güvercin kabartması düz fakat kanat uçları yirmi tane çizgiyle bölünmüş. Güvercin haberci demek, yirmi çizgiden de, sekiz kral varsa eğer, bir habercileri olmayacağına göre, yirmi haberci var diyebiliriz.”
Hepsi ilgiyle Mahmut Ali’yi dinliyorlardı. Adeta büyülenmiş gibi, tüm dikkatleri Mahmut Ali’nin üzerindeydi. O, devam ediyordu konuşmasına;
“Bir bölmede, kartal kabartması var, o da düz. Ancak, çizgilerle ayrılmış yirmi pençesi var ayaklarında. Kartal, çok iyi gören bir hayvan, yirmi gözlemci diye yorumluyorum. Yılan kabartması da düz resmedilmiş ama üzerine yirmi tane çizgi atılmış. Yılan her deliğe giren bir hayvan, yirmi casusun olduğu ifade edilmiş. Son bölmedeki dört tane kurt kabartmasında, her birinde on ayak resmedilmiş. Kurt, sakin, sabırlı ve saldırgan bir hayvan, asla hiyerarşiyi bozmaz, sürünün liderini takip eder, sürüden ayrı iş yapmaz. Bu, dört komutanın olduğu kırk kişilik bir ekip. Her bir komutanın on adamı var. Bir madalyonda simgelendiklerine göre, son derece önemli ve özel eğitimli olmalılar. Ben bu şekilde yorumladım. Eski ve gizli bir örgüt olabilir. Çok iyi gizlenmiş olan, güçlü bir mafya ailesi olabilir. Çok gizli amaçları olan bir tarikat olabilir. Şimdilik bilmiyoruz, ne kadar eskidir derseniz, çok eski olduğunu zannetmiyorum. Çok eski olsa idi, deşifre olurdu ve şimdi biz bunu tanıyabilirdik. Zaten, gizli örgütler deşifre oldukça, başka bir örgüt kurarak faaliyetlerini sürdürmüşlerdir. Bilinen en eski gizli tarikat, Tapınak Şövalyeleri. Ondan sonra başka tarikat ve gizli örgütler çok oldu. Tarih araştırmacılarından, örgüt ve tarikatların aralarında bağlantı kuranlar, kurmayanlar oldu. Çoğunluğun ortak görüşü, bu gizli yapılanmaların bir birleriyle ve ilk kurulan örgüt Tapınak Şövalyeleriyle bağlantılı olduğu yönünde.”
“Bekir Bey’de boş adam değilmiş hani. Üstad demekle çok haklıymış, bu söyledikleriniz, çok değerli bilgiler bizim için” dedi Emniyet Müdürü.
Mahmut Ali teşekkür edip, iltifat ettiğini söyledi.
“Bu bir tarikat sembolüyse, buna yakın başka tarikatların sembolü var mı?” diye sorarak, söze girdi Azap.
“Aslında ben, çok iyi gizlenmiş olup, kendi yasalarıyla yönetilen, iyi organize edilmiş bir mafya ailesi olduğu kanaatindeyim. Çünkü böyle sembolize edilmiş bir örgüt yâda tarikat, bu zamana kadar deşifre olmalıydı. Günümüz haberleşme teknolojisiyle, hemen hemen bütün gizli yapılanmalar, gün yüzüne çıkmış durumda. O yüzden, oluşumlarındaki düzeni, idari sistemlerini, madalyon gibi belirleyici bir takım sembollerle ve böyle şeyleri sadece üyelerinin anlayacağı işaretleri olan, gizli bir mafya ailesi olduğu düşüncesi, bana daha sıcak geliyor. Fakat bir yandan da, cesedin göğsüne çiviyle tutturulmuş baba oğlun fotoğrafı, beni başka düşündürüyor. Baba oğul kimyagerin buluşu çalınmış diye düşünürsek, bir icat, bir teknoloji çalınmış, kimin işine gelir? Ya da bu buluş, kimin işine gelmez? Buluşa sahip olup zengin olmak isteyen birinin, birilerinin işine gelir. Ya da bu buluşla, petrol satışı duracak birilerinin işine gelmez. Bu işin çok büyük olduğunu hissediyorum arkadaşlar, varacağı yerler, çok geniş çapta düşünmeye sevk ediyor beni. Bu madalyonla ilgili değil ama yeri de gelmişken, gizli tarikatlardan bir iki tane, hatırladığım kadarıyla kısaca aktarayım size;
Yanılabilirim, bu bilgileri okuduğumdan bu yana epey zaman geçti, bu yüzden kesin konuşmayacağım. Rose Croix, yani, Gül Haç Örgütü. Bu örgütü, hz İsa’nın, çarmıhtan inip kurduğu söylenir. Kurucusunun ismini hatırlayamadım ama sanırım bir Hıristiyan olduğu yazıyordu. Kuruluşunu 1378 diye hatırlıyorum ve üyeleri, kiliseye karşı olan, simya, gizli bilimler ve tıpla uğraşan kişilerdir. Büyük bilim adamlarının, bu örgütün üyesi olduğu söylenir. Hiç bir zaman resmi olarak faaliyeti olmamıştır. Halen de faal olup olmadığı bilinmemektedir. Ancak,17.yüzyıl’dan sonra, daha gizli ve ölümcül olarak faaliyetlerini sürdürdüğü bilinmektedir.
Bence, saldırganlaşmalarının sebebi, bilim adamlarından üye bulamamalarıdır. Kaç tane büyük bilim insanı çıkmıştır dünyada, var olanlar da örgüte üye olmak isteyecek midir? Ne yapmalılar? Onların dehasını elde etmek için saldırmalılar. İnsanların buluşlarını çalan, kontrol etmek isteyen, kendi amaçlarına kullanmak isteyen ve ya yok etmek isteyen girişimleri olur mu? Kesinlikle olur.
Bu gizli oluşumların üyelerinin, dünya yönetiminde ve küresel ticaretlerde büyük söz sahibi oldukları bilinmektedir. Zaten en kesin bilgi bence budur. Yoksa neden bir gizli örgüt kurulsun ki? Demek ki, akıllı ve güçlü insanları bir şekilde yanlarına çekiyorlar. Akıllı ve güçlü insanların öldürüldüklerini de görüyoruz. Nasıl bir tesadüfse, öldürülen bu dehaların neredeyse tamamının faili meçhuldür. Demek ki, çıkarlarına ters düşenleri, birileri yaşatmıyor.
Bu ve bunun gibi birçok gizli örgüt ve tarikatın bir birlerine bağı vardır. Devamlılıklarını bu şekilde sağlamışlardır. Günümüzde var olup olmadıkları bilinmemektedir. Bence, kesinlikle bu günde aynı gizlilikte devam ediyorlardır. Belki başka bir isimde ama mutlaka faaliyettedirler. Dikkat edin, az önce dedim ki, günümüz haberleşme teknolojisiyle, deşifre edilmemiş örgüt, neredeyse kalmamıştır. İşte, bütün mesele burada, biliniyorlar fakat bunları bilen kişiler ya yanlarında ya da korkudan sessiz kalıyorlar. Çünkü bunlar çok vahşi. Zamanla, bir şekilde bütün faaliyetleri ortaya çıkınca, kabuk değiştiriyorlar. Çünkü her şeyi ortaya saçılmış bir yapılanmaya, gizli örgüt demek mümkün olmaz. Gizemi, çekiciliği ve korkutucu bir yanı kalmaz. Bu yüzden, başka bir yapılanmaya girerler.
Yirminci yüzyılın başında, Golden Dawn, yani, Altın Gündoğumu isimli bir örgüt kuruldu. Bu, kara büyü ve satanizm örgütüydü. Altın Gündoğumu, bizimde elimizde de, altından yapılmış, yüzünün yarısı güneş kabartmalı bir madalyonumuz var, Altın Gündoğumu Tarikatını çağrıştıra bilir. Sadece varsayım.
Şimdi, bizdeki madalyona bakarsak Müdür Bey, gizli bir tarikatın sembolü olduğunu varsayalım. Yakın bir tarih olmalı, eğer çok eski olsaydı, artık zamanla deşifre olurdu ve bilinirdi. Bize en yakın, yirminci yüzyıl başında kurulan, Golden Dawn. İsmini bildiğimize göre, bu örgütte deşifre olmuş durumda. Peki devamı kuruldu mu? Mutlaka kurulmuştur. Bizdeki madalyonda olan simgelerle ortak yönünü ararsak, yarım güneş var, güneşte gün doğumunu çağrıştırıyor, madalyonumuz altın, Altın Gündoğumu Tarikatı falan, kesinlikle zaman kaybı. Bir diğer seçenek, tabii hiç anlamadığımız bir sonuç çıkabilir karşımıza. Biz, bildiklerimizi eliyoruz.”
“Tabi, siz devam edin lütfen” diyerek, anlamsız ve meraklı bir yüz ifadesiyle, söze girdi Emniyet Müdürü.
Mahmut Ali, kaldığı yerden devam etti;
“Bir diğer ihtimal; gizli bir mafya, gizli ve çok büyük ellere hizmet eden, sistemli, düzgün çalışan bir mafya olduğunu düşünebiliriz. Teknoloji, buluş, icat çalarlar mı, kesinlikle çalarlar. Mafyalar, para hırsıyla kurulur. Bildiğimiz bütün icatlar, neredeyse hepsi on dokuzuncu ve yirminci yüzyıllar arasında yapıldı. Bu icatları, buluşları kontrol etmek lazım, gelirlerini ele geçirmek lazım. Kimyacı baba oğlun fotoğrafına dayanarak bunları söylüyorum. Ama bunları bilmek, işimize yarayacak. Yeni icat ve buluş olursa, bunları da ele geçirmek lazım, ya yanında olur, ya zorla yanında durur. Çünkü işleri bu, güçlü olan her şeyi, ya yanında, ya elinde isterler. Bize bu mesajı da, bu işle baş edemeyecek, bu işi devlet düzeyinde çözülmesini isteyen birileri veriyor olabilir. Nerde nasıl karşılaştı bilmem ama katillerimiz böyle bir gizli mafyayla, tarikatla karşılaştı ve canları yandı. Kendileri de güçlü olmalı ki, onlardan birini işkence ederek öldürdüler. Onları deşifre etmekten korkmayıp, mesaj dolu bir cesedi ortalık yere bıraktılar. Duruma bakılırsa, cinayetler devam edecek. Tam emin değilim ama büyük bir savaş başlayacak. Gizli oluşuma karşı, gizli katiller. Çıkın bu işin içinden çıkabilirseniz Müdür Bey…
Asıl sorun yaşayacağınız kısım, bu oluşum her neyse, onlarında artık boş durmayacağı. Bir daha ki cesette üyelerinden olursa, üyelerine bunu kimin yaptığını öğrenmek isteyecekler. Sizinle mutlaka temasa geçerler, anlayamazsınız bile, bilgi öğrenmek için bir şekilde görünecekler. Bu güne kadar tanımadığınız birileri hayatınıza bir şekilde girerse, kesinlikle bu iş için olacaktır. Ya da, çok tanıdığınız biri, bunların hesabına çalışıyor olabilir, içerde adamları muhakkak vardır, bu kadar güçlü olup da, önemli yerlerde adamsız bulunmak mantıksız olurdu. Böyle bir temasla da karşılaşmanız mümkün. Tanıdığınız ve bir anda bu işle ilgilenen meraklı biri çıkabilir. Ne kadar kendilerini gizleseler de, zamanlama olarak ortaya çıkmaları, niyetlerini ele verecektir. Böyle bir yaklaşım olursa dikkatli olun. Sonuç olarak, sizinde takıldığınız bu madalyon, olayla bağlantılıysa, en yakın ihtimaller bunlar ve bu iş çok zorlu olacak sizin için.”
“Mahmut Ali Bey, öyle şeyler söylediniz ki, benim aklım durdu. Gelip bizi öldürmesinler, öp babanın elini. Bizim yiyeceğimiz helva değil bu. Bu iş bizi yakar arkadaş” dedi Emniyet Müdürü. Saatine baktı ve devam etti sözlerine;
Saat 05.50
“Arkadaşlar bana müsaade, her şey için çok teşekkür ederim. Gidip biraz dinleneyim. Mahmut Ali Bey, tanıştığımıza çok memnun oldum. Sizinle de Necdet Bey. Delikanlı sana da iyi sabahlar. Azap zaten bizim, sana da iyi sabahlar. Mahmut Ali Bey sizi emniyete de beklerim. Adli tıp raporu gelince görüşürüz umarım.”
Onlarda iyi dileklerini ve memnuniyetlerini dile getirdiler. Teşekkür ettiler. Azap, Emniyet Müdürüne kapıya kadar eşlik etti. İçeri dönüp, O’da vedalaştı. Kafeteryadan çıktığında, kızı Nüket kapının önündeydi. Elinden tuttu ve yolun karşısına, evlerine geçtiler. Mahmut Ali, Necdet ve Dağhan da, kafeteryayı kapatıp gittiler.
08.Kasım.2010 Saat 10.00
Azap’ın telefonu çalıyor, kızı göğsüne oturmuş zıplıyordu.
“Kalksana uyku tulumum benim. Benim babam uyku tulumu.” Gibi sözlerle, şirinlik yapıyordu.
“Biraz daha uyuyayım, bırak beni” dedi. Memnuniyetsiz bir yüz ifadesi vardı.
“Telefonun çalıyor uyku tulumu, açsana telefonu.”
Göğsünde zıplamaya devam ediyordu. Azap, onu göğsünden indirdi ve esneyerek kalktı.
“Birazcık sus bakıyım deli kızım benim” diyerek açtı telefonu.
Arayan, İstanbul’dan savcı bir arkadaşıydı. Bu kişi, Siirt de başlayıp, İstanbul da biten,169 kayıp çocuğun davasına bakan savcıydı. Olayın, adli makama taşındıktan sonraki bütün gelişmeleri, Azap’ın rica etmesi üzerine, arayıp kendisine bildiriyordu.
“Buyur Semih Savcım” bir yandan da esniyordu.
“Günaydın Azap, uyandırdım mı yoksa?”
“Aramasaydın, ne zaman kalkardım bilmiyorum. Nasılsın Semih?”
“Ben iyiyim, erken kalkıyorum, sağlıklı uyuyorum, iyi besleniyorum, dinç oluyorum, falan filan. Sen nasılsın?”
“Yaşlıyım, yorgunum, geç kalkıyorum, iyi beslenemiyorum, falan filan, iyiyim iyi, tabanca gibiyim. Biri mi çıkıyor yine?”
“Evet. Senin şerefsizlerden biri tahliye oluyor bu gün.”
“Yahu hep söyletiyorsun, şu kanı bozuklara senin deme, ne benimi, adamları size verdik, içerde tutamıyorsunuz. Kader mahkûmları bile daha fazla yatıyor. Verin bir kırk-elli sene, bak bakalım ne oluyor.”
“Valla, elli sene yüz sene bilmem ben, yasalar böyle. Herkes suçu kadar ceza yer, o da ispatlanırsa. Eski polissin, bilirsin bu kanun numaralarını.”
“Bilirim bilirim. Kimmiş bu kansız?”
“Ferda Durusöz.”
“Allah cezasını versin, nasıl çıkmış?”
“Kız çocuklarından birine iliştiği için ceza almış. Çocuk on beş yaşındaymış. Avukatı yeni bir duruşma talep etmiş ve çok sarhoş olduğunu ispatlamışlar. Şahit de var.”
“Şahitler kim?”
“Şahitler önemli değil, en önemli şahit kız çocuğunun kendisi. Adamın çok sarhoş olduğunu, yinede yaşını sorduğunu ama yaşını büyük söyleyerek adamı kandırdığını anlatmış ifadesinde. Niye böyle söylediğini soran hakime, öldürülen çete üyelerinden korktuğu için, bu adamı kandırdığını söylemiş. Çocuğun, yaşından büyük gösterdiği, adamın da çok sarhoş olması sebebiyle anlayamadığı ama yinede sorduğu halde, çocuğun kendisini kandırması ve kandırdığını itiraf etmesi üzerine, kefaletle serbest bırakılmış.”
“Kaç kişiyi satın aldı acaba? Para kurtarmış şerefsizi. Babası anası ne demiş, hiç mi sesleri çıkmamış?”
“Ne diyecek Azap, fakir adamlar, masum olsalar da, garibanlıktan sesleri çıkmaz. Yok, sorumsuz ana babaysa, zaten işlerine gelir, bir dünya para almışlardır.”
“Ya da tehdit, neyse yahu, hepsinin Allah cezasını versin.”
“Allah cezasını verir de, sen bir davaya daha hazır ol.”
“O niye o?”
“Şimdi çok sürmez, bu adamı da eşek cennetine yollar birisi. Kimden şüpheleniyorsunuz? Azap’tan. Hadi bakalım, Azap ifadeye...”
“Alıştık biz, kabak çekirdeği gelir.”
“Neyse, ne var ne yok başka, işlerin nasıl. Hayat nasıl?”
“Ne olsun, bütün neşemi kaçırdın, daha işim rast gitmez bu gün. Çok bozuluyorum bu adamların topluma karışmasına.”
“Neyse, ben kapatıyorum, kendine iyi bak. İstanbul’a gelirsen ara, yeni bir yer keşfettim, seni oraya götürüyüm.”
“Ararım gelirsem, görüşürüz dostum. Sağ ol aradığın için.”
Telefonu kapattı. Kızına baktı. Sinirli bir ifadeyle, yüzünü asılmış, babasına bakıyordu.
“Ne olmuş bal kovanıma?”
Nüket konuşmuyordu.
“Kim kızdırmış bal küpümü?”
Nüket yine konuşmadı. Suratını asmış, öyle bakıyordu. Azap, üzerini giyindi ve alt kata indi. Bilgisayarı açıp, Ferda Durusöz yazdı. Açılan dosyada, adamın suçu, adresi, kişisel bilgileri ve ifadesi yazıyordu. Bilgisayara, Nüket’de bakıyordu. Suratı, sinirden kıpkırmızı olmuş, kaşları çatılmıştı. Azap, O’nun yüz ifadesine biraz baktıktan sonra, neşelendirmek istedi.
“Benim küçük böceğim ne kadar sinirlenmiş, amma da kafayı takmış bu adamlara.” Deyince. Konuştu Nüket.
“Bul bu adamı babacığım, cezalandır bu adamı, küçük çocuklara kötülük yapmayı göster ona. Yoksa konuşmam seninle, giderim baba.” Gayet ciddi ve net bir ifadesi vardı.
“Üzülme sen bal kovanım, baba bakar bir çaresine.”
Nüket’i yanaklarından öptü ve saçlarını sevdi. O’da, biraz memnun olmuştu.
“Sen bu gün evde kal, olur mu akıllı kızım” dedi ve hazırlandıktan sonra, evden çıktı.
Az sonra, kafeteryaya geldi. Necdet kasada oturuyordu. Selamlaştılar. İçeride birkaç müşteri vardı. Kafeteryada çalışan, ellili yaşlarındaki bir hanım, Azap’a yaklaştı. Bu kadın, Hacer Hanımdı. Kızı Gizem’le beraber, Necdet’in kafeterya çalışıyorlar, aynı zamanda, Azap’ın ev işlerine de yardım ediyorlar, Azap’ın binasının giriş katındaki dairede kalıyorlardı.
Azap’a yaklaştı;
“Kirlilerini yıkadım, kuruyanları ütüleyip dolaba astım. Sen halen, iki gündür aynı gömleği giyiyorsun.”
“Hacer Anne, inan hiç farkında değilim.”
“Valla, sen olmasan kokar bu çocuk Hacer Hanım” diyerek söze girdi Necdet.
“Hadi geç şöyle bir masaya otur da bir şeyler getireyim, kahvaltı yap.”
Hacer Hanım böyle söyleyince, Necdet’de kalktı oturduğu yerden ve Azap’a hitaben;
“Gel şöyle geçelim, bende bir şeyler atıştırayım. Beraber yer, iki laf ederiz.”
Köşede bir masaya oturdular, Hacer Hanım ve kızı Gizem servis yaptı.
HACER HANIM ve GİZEM
Gizem, iyi kalpli, çok hanımefendi ve güzel bir kızdı. Hemen çekiyordu insanı kendine, canı sıcaktı. Buğulu, kederli ama çok güzel bakıyordu gözleri. Yirmi altı yaşındaydı.
Hacer Hanım, son derece hanımefendi, görünüşünden asil olduğu anlaşılan, yaşına rağmen güzel ve bakımlı bir kadındı.
Hacer Hanım ve Gizem, Necdet ve Azap’la karşılaşıp, hayatları rahata erene kadar hüzünlü bir yoldan gelmişlerdi.
Onlar için her şey, Gizem on beş yaşındayken kaza geçirdiğinde başlamıştı. Ağaçtan düşmüş ve sakat kalmıştı. Beyni ve omuriliği zedelenmişti. Üst üste, başarılı beş altı ameliyat geçirdi, durumu umutluydu. Doktorlar, iyi hizmet veren bir rehabilitasyon merkezine götürmelerini tavsiye etti. Beyin cim lastiği ve fizik tedavi çalıştırılmasının çok iyi geleceğini, hafızasını toparlamaya başlayacağını, zayıf kalan kaslarının, düzenli ve uzman ekipçe yaptırılacak egzersizlerle toparlanacağını ve eğer bu tavsiyeye uyarsalar, Gizem’in iyi olmasının, kuvvetle muhtemel olduğunu söylemişlerdi.
Durumları iyiydi. Babası hayvancılıkla uğraşıyordu. Ankara’da yaşayan amcası, onlara iyi bir rehabilite merkezi buldu. Babası, varlıklarının bir kısmını sattı ve iyileştirme merkezinin yakınında bir ev tutup, Ankara’ya yerleştiler. Gizem, hayata yeniden başladı. Birçok şeyi yeniden öğrendi ve neredeyse tamamen iyileşmişti. Bu durum, beş yıl kadar sürdü. Paraları bitmişti. Babası, amcasıyla birkaç iş kurmuş ama batmışlardı. Amcasının yüzünden batmışlardı fakat babası kardeşine güveniyor, batmalarını şansızlık olarak yorumluyordu. Aslında her şey normal görünüyordu. Gizem, bir yıl daha tedavi görecek ve tamamen iyileşecekti. Zaten, kısmen iyileşmişti de, biraz denge bozukluğu olsa da, beynindeki hasar düzelmişti. Düzgün konuşabiliyor, her şeyi hatırlıyor, gördüklerini ve duyduklarını algılayabiliyordu. Sadece, kendisine fazla yüklenmemesi, üzülmemesi gerekiyordu. Babası, Ankara’ya yerleşmek, burada iş yapmak istiyordu. Hacer Hanım ise, Gizem’in tedavisi bitince memleketlerine dönüp, asıl işleri olan hayvancılığa devam etmelerini istiyordu ama kocasını ikna edememişti.
Amcası, babasının aklına girmiş, ona güzel bir işten bahsetmiş ve birileriyle tanıştırmıştı. Sürpriz olması için, ailesine bahsetmeden, her şeylerini satmıştı. Sadece, memleketteki evleri kalmıştı. Parayı adamlara vermiş, bir şeylere imza atmıştı. Babası, rehabilitasyon merkezi yetkilileriyle de konuşmuş, bu sefer ödemeyi taksitli yapacağını söylemiş ve ilk taksiti vermişti. Kardeşinin bulduğu, çok güvendikleri işe yatırdığı paranın geri dönüşü, hemen on gün sonra başlayacaktı. Bir aksilik çıkmaması için dua ederek beklemeye başladı. Çünkü başka paraları kalmamıştı.
On gün geçtiğinde, hiçbir şey olmayınca babası, kardeşini ilk defa sorguladı. Amcası ağlamaya başlamıştı. Ağabeyine bir şey söylemeden kaçtı yanından. Kardeşinin evine gitti babası, gelinleri kendisine iyi davranmadı, zaten kardeşinin ailesiyle araları yoktu. Adamların yanına gitti, işi ve parayı sordu. Kardeşiyle geldiği yerin, bir kumarhanenin odası olduğunu anladığında, aklı karışmıştı. Görüştüğü nazik iş adamları, mafya olmuşlardı. Yaka paça dışarı attılar, birazda dövmüşlerdi. Deliye döndü. Kızının masraflarını, geleceklerini buraya yatırmıştı. Gece, kardeşinin evinin orada bekledi. Kardeşi gelince yakaladı onu ve dövdü. Kardeşi ağlıyordu, bu adamlara kumar borcu olmuştu. Borcunu öderse, tekrar kredi açacaklarını söylemişlerdi. Kendiside, hayatının kumarını oynayıp, ağabeyini kandırmıştı… Parayı verecek, tekrar kredi alacak ve kumar oynayıp, kazanıp abisinin parasını verecekti. O da iyi niyetliydi aklı sıra. Fakat kumar borcunu ödeyince, adamlar tekrar kredi açmamışlardı… İki kardeş, kumarhaneye gittiler. Durumu anlatıp, parayı isteyeceklerdi. Adamları, polise gideceklerini söyleyip, ikna etmeyi düşünüyorlardı. Ama bir daha çıkamadılar kumarhaneden. İkisini de bıçaklayıp öldürmüşlerdi. Suçu, on beş yaşında bir çocuk üstlendi.
Hayatları, artık zehirlenmişti. Kocasını kaybetmiş, hiç paraları kalmamıştı. Hacer Hanım, kızına ne kadar belli etmemeye çalışsa da, perişan olmuşlardı ve bir süre sonra, bu durumlarını artık gizleyemiyordu. Kızının üzülüp, hastalığında başa dönmemesi için, kalan son evlerine de sattı. Para, rehabilite merkezinin ücretine ancak yetebilmişti. Diğer masraflar ve kira için çalışması gerekiyordu. Kimsesi kalmamıştı. Kimseleri yardım etmedi onlara. Ne iş bulduysa yaptı. Günde üç dört sefer temizliğe gittiği oluyordu. İnsanlığın bitmişliğinin, bütün çirkin yüzünü gördüler. Bu çilenin, bir tek iyiliği olmuştu. Gizem, annesinin yok oluşunu seyretmeyecek, iyileşip ona destek olacaktı. Kendisini çok çabuk toparladı ve tamamen iyileşti. Yavaş ve düşünerek konuşması, kesinlikle üzülmemesi ve düşmemeye dikkat etmesi durumunda, hafif işler olmak şartıyla, çalışması da bir sorun olmayacaktı. Anne kız, sımsıkı tutunmuşlardı hayata. Artık hayatlarında, Necdet ve Azap vardı. Hacer Hanım iş ararken, Necdet’in kafeteryasına gelmişti. Kızıyla birlikte çalışacağı bir iş arıyordu. Necdet, hemen idrak etmişti durumlarını, bu anne ve kızına, yardım edilmesi gerekiyordu. Onları işe aldı. Azap’a da bahsedip, ev işlerine yardım edecek aile için ayırdığı dairesine yerleştirdiler. Gizem, kalan tahsilini de dışarıdan bitirmeye çalışıyordu.
Hacer Hanımı, kocasını öldüren adamlar, kafeteryada tesadüfen görmüşlerdi. Kocası her şeyi satıp geldiğinde, bu durumu adamlara bahsetmişti ve bir tane evinin kaldığını söylemişti. Bu yüzden biliyorlardı, bir evlerinin olduğunu. O zamanlarda, Kocasını birkaç sefer eve bırakmışlardı. Hacer Hanımı da bu yüzden tanıyorlardı. Kafeteryada çalıştığını öğrenince, bir gün sonra, buraya iki adam geldi. Hacer Hanımla görüşmek istediler. Necdet, adamların niyetini bakışlarından anlamıştı ve Hacer Hanımın korkmasından rahatsız olmuş, çok sinirlenmişti. Adamlar, Hacer Hanımı sıkıştırmak için gelmişlerdi. Kocasının borcu olduğunu, bunu nasıl ödeyeceğini, bu parayı almak zorunda olduklarını söylüyorlardı. Tabi, son derece ürkütücü, korkutmak isteyen bir tavırla, Necdet, Hacer Hanıma ve kızına ‘korkmayın’ dedi. Adamlara gitmelerini, bir daha gelmemelerini söyleyince, içlerinden biri Necdet’i tehdit etti.
Dükkânı başına yıkacaklarını, karışırsa sakat kalacağını söyledi. Vurmak istedi sonra, elini kaldırdı. Dağhan, sessizce seyrediyordu bir köşeden. Çünkü Necdet O’na geri çekilmesini söylemişti. Adamların bu hareketinden sonra, Dağhan, birinin boğazına yumruk attı. Adam etkisiz halde kalmıştı, boğazını tutmuş, acıyla homurdanıyordu. Diğerini yakaladı. Adamın yüzüne, üst üste yumruklar atmaya başladı. Düşmemesi için de, yakasını sımsıkı tutmuştu. Adam kendinden geçmiş, ağzı burnu dağılmış, yüzü kandan görünmüyordu. Dağhan, vurmaya devam ediyordu. Tam bu sırada, Azap içeri girmişti. Dağhan’a müdahale etmek istedi. Necdet’e baktı. Karışma diye işaret etti Necdet. Bir kaç kez daha vurunca, adamı elinden almasını söyledi. Boğazına vurduğu adam kendine gelmişti. Onları, bir daha gelmemeleri için tembihlediler, iş yerlerinin adresini aldılar ve yolladılar. Aynı akşam, kafeteryayı kurşunladılar. Bir arabadan ateş açmışlardı.
Necdet, Azap ve Dağhan, ertesi günün gece yarısı, adreslerini aldıkları yere gittiler. İçeri girdiler, adamlarla tartışırken polis geldi. Necdet, polislere gitmelerini söyledi. Polis sert konuşunca, Necdet, sert konuşan polisi yanına çağırdı. Herkes şaşkın, ne olacağına bakıyordu. Polis yanına gelince, ‘iyice yaklaş’ dedi. Tam yanına gelince, sadece o polise, bir kimlik gösterdi. Polis, telsizle merkeze anons ederek, dışarı çıktı. Bir bilgiyi soruyordu. Az sonra içeri geldi ve Necdet’ten özür diledi. Efendim diyerek konuşunca, diğer adamlarda yumuşamıştı. Polislere, aralarında bir şey olmadığını söylediler ve polisler gitti. Dükkânı ve adamları darmadağın ettiler. Patronları olan adam yalvarıyordu. Bir daha aynı şeyi yaparlarsa, hayatlarını alacağını söyledi Necdet. Hacer Hanımın kocasından, kandırıp aldıkları parayı sordu. Adam, ödeyeceğini ama durumunun olmadığını söylerken, yalvarmaya devam ediyordu. O’na, bir hesap numarası vereceklerini, miktarın tamamını buraya taksitle yatırmasını, takip edeceğini, aksatırsa başına gelecekleri hayal etmesini söyledi ve ayrıldılar.
Bu olay, Necdet ve Dağhan’a, daha da yakınlaştırmıştı Azap’ı. Daha sonra Azap, polise o gece gösterdiği kimliği sordu Necdet’e. O’ da, bende sır kalsın Azabım diye geçiştirdi. Bu konuyu, bir daha konuşmadılar.
Gizem ve Dağhan, birbirlerine âşıktılar. Ne zaman karşı karşıya gelseler, anlamlı ve çok güzel bakıyorlardı bir birlerine, sevgilerinin, yüreklerinin en derinlerinden geldiği çok açıktı. Ama hiç açılmamışlardı birbirlerine. Bu durumu hepsi biliyordu ama kimse bir şey söylemiyordu. Gizem, bir daha kötü şeyler olur, huzurları kaçar diye sessiz kalıyor, annesini düşünüyor, sonunda üzülür, yine hasta olur diye çekiniyor ve aşkını belli etmemeye çalışıyordu. Dağhan’da, kendilerine güvenmiş bir aileye yanlış yapmış olmaktan çekiniyor, birinin kendini bu konuda suçlaması düşüncesini, gururuna yediremiyordu. İkisi de, aşklarını sessizce yaşıyorlardı. Yüreklerindeki ateşi, her geçen gün daha fazla tutuştursalar da, heyecanlı bakışmalardan ileri gitmemişlerdi…
Necdet ve Azap, kahvaltıya başladılar. Bir yandan da sohbet ediyorlardı. Azap, Mahmut Ali ve Dağhan’ı sordu. Mahmut Ali gezmeye çıkmıştı. Dağhan’ı da, kafeteryanın eksikleri için yollamıştı.
“Çok farklı bir adam” dedi Azap Mahmut Ali’yi kastederek.
“Çok yaralı çok, iyi ki buldum onu, bitme derecesine gelmiş. Hiçbir şey anlatmıyor. Biraz merak ettim, ‘sorma’ dedi. ‘Sorma bir şey, bundan sonrasına bakalım. Yoksa giderim Necdet’ dedi. Çok üzgün, beni de üzüyor.”
“Bana da söyledi. Unutmak istediği şeyler olduğunu, soru sormayarak, unutmasına izin vermemizi istedi.”
“Ona bir şey sormayalım Azap. Anlatmak isterse anlatsın. Unutmasına yardımcı olalım olmaz mı?”
“Olmaz mı Necdet Ağabey. Ne anlatırsa onu dinleriz. Artık üzülmez umarım.”
“Ne o, seni düşünceli görüyorum. Kafanda bir şey planlıyor gibi bakıyorsun.”
“Nasıl bakıyorum Necdet Ağabey?”
“Hani, ortalıktan kayboluyorsun ya birkaç gün, gideceğin gün böyle bakıyorsun işte. Yine hazırlığın var galiba.”
“Aslında, birkaç gün kafa dinlemeye ihtiyacım var.”
“Bilirim ben senin kafa dinlemelerini. Bu günlerde gitme Azap, sana bir işim olabilir.”
“Hayırdır Ağabeyim, elimden gelen bir şeyse derhal.”
“Mahmut Ali gelsin de, duruma bir bakalım.”
Kahvaltılarını bitirmişlerdi. Azap müsaade istedi. Bir kaç gün gitmemesini, tekrar tembihledi Necdet. Vedalaştılar.
Saat 10: 30
Baş Komiser Adem adli tıp morgunda, öldürülen Mikail Berberoğlu’nun eşini bekliyordu. Az sonra, öldürülenin eşi ve yanında bir adamla geldiler. İsminin Ayla Berberoğlu olduğunu söyledi. Yanındaki adamın, aile avukatı olduğunu söyleyip, tanıştırdı.
Baş Komiser Adem, kadına teselli için birkaç cümle söyledi. Fakat kadının soğukkanlı tavrı ve umursamaz mimikleri karşısında sustu. Cesedi gösterdiler, kocası olduğunu teşhis etti. Cep telefonu hariç, kişisel eşyalarını teslim ettiler. Baş Komiser, madalyonu sordu. Kocasının boynunda kolye izi olduğunu, taktığı kolyenin bu olup olmadığını sordu. Bilmediğini söyledi kadın. Sadece evli olduklarını, pek sık görüşmediklerini söyledi. Madalyonu da almak isteyince, delil olarak kalacağını söyleyerek vermedi. Kadın, gerekli tüm işlemlerle avukatlarının ilgileneceğini, artık işleri kalmadıysa gitmek istediğini söyledi. Avukat ve Baş Komiser Adem birkaç saat sonrasına randevulaşıp, vedalaştılar.
Baş Komiser Adem, adli tıp doktoru Bekir Bey’in yanına giderek gelişmeleri sordu. Bekir Bey kendisine, akşam üç dört civarı bir şeyler söyleyebileceğini, detay bir rapor hazırlayabileceğini söyledi.
Baş komiser, öldürülen Mikail Berberoğlu’nun şirketine gitmek üzere, adli tıptan ayrıldı. Şirkete gitmeden önce, tarih profesörü bir arkadaşını aradı. Üniversiteye uğrayıp, madalyonu incelemesini rica ederek, O’na bıraktı. Bir kaç saat sonra uğrayıp almak üzere sözleştiler.
Saat 15: 30
Emniyet Müdürünün kapısı çalındı. İçeri giren, öldürülen Mikail Berberoğlu’nun eşiydi. Kendini tanıttı. Müdürün buyur ettiği yere oturdu. Emniyet Müdürü söze başladı;
“Kocanız hakkında en ufak bir bilgimiz yok hanımefendi, yardımı dokunabilecek her şeyi söylemelisiniz bize, araştırmada büyük yardımları olabilir.”
“Kocam hakkında pek fazla bilgiye sahip değilim. Ayrıca, aile avukatımız tüm işlerle ilgilenecek ve Baş Komiser Adem Beyle görüşecekler. O’na, bilmek istediği her şeyi anlatacak, endişeniz olmasın.”
“Benim bir endişem yok efendim. Katil bulunamaz diye, sizin endişe etmeniz lazım. Yoksa bizim ki görev gereği, elimizde yüzlerce dosya var. Hepsiyle uğraşıyoruz, uzayan, zaman alan dosyalar, hakkında bir bilgi edinemediklerimiz. Ailesi ve arkadaşlarına soruyoruz, bir şey söylemiyorlar. Onların tanımadığını biz nereden tanıyalım değil mi efendim? Dosya uzamasın diye, yardım almamız lazım. Yoksa önce öldürüleni araştırıp, kim olduğunu tanımaya çalışıyoruz, sonrada katil kim olabilir diye araştırmaya başlıyoruz. Bu da zaman alıyor tabi. Suçlanan yine polis olması da, bizim meslek hediyemiz. Size de bu yüzden sordum. Yoksa keyfimden falan değil.”
Emniyet Müdürü sinirlenmişti ve kadından hoşlanmamıştı. Bir şey ikram etmeyi bile sormadı. Böyle alaylı konuşmasının sebebi, kadının soğuk tavırlı olmasıydı.
“Müdür Bey, iki tane hasta çocuğum var ve kendilerinin bu konuda rahatsız edilmelerini istemiyorum. Bu onların durumunun daha kötüye gitmesine sebep olur. Babalarını sık görmeseler de, ikisi de tapıyordu ona. Kocamın cesedini gördüm, otopsi için iznim yok. Daha fazla kesilip biçilmesini önlemek adına, gerekli işlemleri başlatması için avukatımıza talimat verdim.”
“Adli tıp gerekeni yapmıştır zaten, o kadar önemli değil. Resmi işleme gerek yok, arar söyleriz adli tıpa. Biz, sizin daha fazla yıpranmanızı istemeyiz, sizde karşılıklı yardımda bulunursanız, daha elle tutulur bir ilerleme kaydetmemiz mümkün olur, takdir ederseniz.”
“Söylediğim gibi, aile avukatımız gerekli bütün bilgileri verecek, elimden gelen bu.”
“Elinizden gelen değil efendim, bize dilinizden gelen lazım. Düşmanı var mıydı? Dostu kimdi? Sevgilisi var mıydı? Aile ilişkinizde nasıldı? Üye olduğu bir yer, bir kuruluş var mıydı? Bir şeyler biliyor olmalısınız mutlaka. Kaç yıllık kocanız, sokaktaki her hangi birini sormuyoruz.”
“Avukatımız ilgilenecek dediğim kısmı, hangi dilde söylemeliyim Müdür Bey.
Emniyet Müdürü, kadının hiç üzülmemiş tavrından ve soğukkanlılığından dolayı, kendini tutamayıp sordu,
“Kocanızla iyi değil miydiniz Ayla Hanım?”
“Bu sizi ilgilendirmez.”
“Şahsi olarak evet, soruşturma açısından sorabilirim. Çok özür dilerim, sanki hiç üzülmemiş gibisiniz.”
“Size bunun açıklamasını yapmak zorunda değilim.”
“Evet, değilsiniz. O zaman, çevirelim sokaktan birini, biz ona soralım.”
“Avukatım ilgileniyor dedim ya Müdür Bey. Anlamak istemediğiniz bunun neresi? Ben çocuklarımı alıp, bu akşam İtalya’ya uçuyorum. Size geldim, çünkü hava alanında sorun yaşamak istemiyorum. Cinayeti araştırırken, eşi ve çocukları olmamız sebebiyle, yurt dışı çıkışımızı engellemek isteyebilirsiniz.”
“Neden gidiyorsunuz? Şaşkınlığımı bağışlayın, uzun zamandır bu meslekteyim, kocasını kendi öldüren kadınlar bile, katili bulmamız için yalvarmışlardır. Çok utanarak söylüyorum ama sanki siz memnun olmuş gibisiniz.”
“Bu kadar ukala olmayın, sizin işiniz katili bulmak. Aile ilişkilerini sorgulamak değil, hem siz, kocamın bir suçu var mı diye mi araştırıyorsunuz. Yoksa katilimi?”
“Kocanızı tanıyacağız, nasıl bir adam anlayacağız ki, katili bulalım. Bir ceset, bir katil, başka bir şey yok. Ne yapacağız efendim. Katil kim diye sms mi atalım sağa sola. Katilin ismi vahiy yoluyla da gelmiyor hanımefendi. Hem, katil bulunmak isteseydi cesedin yanında olurdu, ya da aradı bizi değil mi?”
“Bu küstahlıkla, bu makamı daha fazla meşgul etmeyin. Çocuklarım hasta diyorum, onların bu olaydan etkilenmemeleri için, alıp yurt dışına gideceğim diyorum, hepsi bu.”
“Bakın hanımefendi, bu araştırmada, cinayet çözülene kadar, Mikail Berberoğlu’yla alakalı herkesi, bırakın İtalya’ya gitmeyi, Ankara dışına çıkmalarını bile engelleyebilirim. Şüpheli konumda olabileceğinizi biliyor musunuz? Daha hiçbir şey belli değil. Bu şekilde olmaz. Buraya gelmiş, sanki kocanızın ölümünden biz sorumluymuşuz gibi tavırlar sergiliyorsunuz. Yardımcı olmaya yanaşmıyorsunuz. Gelirsiniz, durumunuzu söylersiniz, yardımcı oluruz. Umarım çocuklarınız iyi olur, çok üzüldüm. Biz, bize gerekenleri sorarız, siz cevaplarsınız, bu kadar basit. Ayrıca, sizi olay gecesi arayıp kapattıktan hemen sonra, Emniyet Genel Müdürü bizzat aradı beni. Yüksek dostlarınızda varmış, O’na da söyleseydiniz yurt dışına gideceğinizi, hava alanında bir sorun yaşamak istemediğinizi, hallederdi Genel Müdür, değil mi efendim?”
“Size geldim çünkü daha fazla kimseyi rahatsız etmek, kendimde rahatsız olmak istemiyorum.”
Emniyet Müdürü, çekmecesinden, cesedin göğsünde olan resimlerin fotokopilerini çıkardı ve kadına uzattı;
“En azından şu resimlere bir bakın, biz yine aile avukatınıza sorarız, belki o tanımazda siz tanırsınız.”
“Hayır, tanımıyorum. Daha öncede hiç görmedim. Size iyi günler Müdür Bey, söylediğim gibi, akşam çocuklarımı da alıp ülkeden ayrılmak istiyorum.”
“Ayrılın efendim, ayrılın. Sizi suçlayan bir şey yok, kimseyi suçlayan bir şey yok. İsteyen ayrılsın, iyi günler.”
Saat 17: 00
Adli tıp doktoru Bekir Bey, Baş Komiser Adem’i aradı. Cesedin otopsi raporunun hazır olduğunu, uğrayıp alabileceğini söyledi.
Adem Baş Komiser, öldürülen Mikail Berberoğlu’nun şirketine gitmiş, aile avukatlarıyla ve tarih profesörü arkadaşıyla görüşmüş, kaybolan baba oğul kimyagerlerin hakkında bilgi toplamış, çalışmalarını bitirmişti. Bekir Beye, yirmi dakika kadar sonra orada olacağını söyledi.
Adli tıpa gelip, Bekir Beyle görüştü.
“Bir şey bulduk mu hocam?”
“Bir sürü şey bulduk. Saman çöpü bile buldum cesedin üzerinde. Köpek kılı, kuş tüyü, içerisinde bir benim olmadığım bol miktarda çamur. Yağmur ne bulduysa taşımış cesedin üzerine. Beş ayrı kişiye ait saç kepeği vardı cesedin üzerinde, muhtemelen, cesedin üzerine eğilen memurların. Katilden olmadığı kesin diyebilirim. Bunu her kim yapmışsa, bir şey bırakmamış bize. Bulunduğundan sekiz saat önce ölmüş.”
“Neden katilin saç kepeği olmasın?”
“Yok, yok Baş Komiserim, bu cesedi temizlemişler, yağmurdan sonra kirlenmiş. Yahu şu Mahmut Ali Bey, kim bu adam Baş Komiserim?”
“Sizin üstad, adama tabi oldunuz dün gece” dedi gülümseyerek.
“Tabi olunacak kadar var, adam essahtan üstat. O’nun orada yaptığı tespitleri, ben ancak testlerle anlayabildim. Ne bilgili adammış arkadaş.”
“Sonuç ne Bekir Bey?”
“Sonuç yok Baş Komiserim. Bunu yapan en az iki kişiymiş, ameliyattan anlıyormuş katilimiz. Az miktarda sakinleştirici ve adrenalin var kanında. Ayrıca kan vermişler bu adama. Kol ve bacaklarını kesip kopartmışlar, temizleyip kemiklerden geri yapıştırmışlar. Cesedin bütün vücudunu, saçlarını, tırnak içlerini, selülozik tinerle temizlemişler. Bu işin katili benden çıkmaz baş komiserim, buyurun raporu. Yahu, bu Mahmut Ali Bey nereden bildi bütün bunları, valla rekor” diyerek söyleniyordu Baş Komiseri uğurlarken.
Saat 18. 00
Emniyet Müdürünün kapısı çalındı. İçeri giren, Adem Baş Komiserdi. Selamlaştılar. Bu gün için bulabildiği her şeyin dosyasını getirmişti. Emniyet Müdürü, toplantı odasına geçmelerini söyledi.
“Katili buldun mu Adem?”
“Aslına bakarsanız müdürüm, birçok şey bulduk ama hiçbir şey bulamadık.”
“Baş Komiserim, bilmece gibi konuşup beni germe, zaten sinirlerim tepemde halay çekiyor.”
“Affedersiniz müdürüm.”
“Ee, ne var elimizde?”
“İlk olarak, kaybolan baba oğul kimyagerle başlayalım. Ailesiyle görüştüm, kadın hiçbir şey bilmiyor. Trabzon Emniyeti ve dosyayı yürüten ilgili karakolla da görüştüm. Onlarda kayda değer bir bilgiye ulaşamamışlar. Kimyagerlerin, buldum dediği formül, bor madeni ve su ile yaptıkları bir yakıt türüymüş. Sudaki hidrojen atomları ayrıştıran bir sistem kurmuşlar. Bunu, işledikleri bor madeni ile yakıta çevirmişler. Projelerinden, sadece yatırımcı bulmak isterken bahsetmişler. Bilim dünyasından da ödül alacaklarından emin, seviniyorlarmış. Fakat bu sistemi bilen gören kimse yok.Madalyondan da net bir şey çıkmadı.Tarih profesörü arkadaşımın görüşlerini aldım. Daha önce bir benzeri yokmuş. Gizli bir tarikat keşfetmiş olabileceğimizi söyledi. Bu, yüksek bir ihtimalmiş. Madalyon çok eski değilmiş. En fazla yüz yıllık diyor. Altının ne zaman dökülmüş olduğunu incelemiş.”
“Madalyondaki kabartmalara ne diyor?”
“On altı kol ve bacaklı, tahtında oturan adamı, O’da sekiz ulaşılamaz kral olarak yorumladı. Bu madalyon beşincisine ait olabilir dedi. Sakalları olduğu için, kâhin, bilge, kral olmaları gerekiyor dedi. Ay ve güneş yüzüyle, bulundukları bölgenin, doğusundan batısına hâkimiyetlerini temsil etmişler. Arka yüzündeki güvercin haberci, yirmi pençeli kartal, gözlemci…”
“Tamam, tamam. Bunları Mahmut Ali Bey söyledi zaten, biliyoruz” diyerek size girip, Adem’in konuşmasını kesti ve devam etti sözlerine;
“Olay mahalli çevresindeki, mobesa kameraları?”
“Görüntüleri defalarca izledik. O kameraları takip eden merkezdeki görevlilerde çok dikkatli inceledi, işimize yarayacak hiçbir şey yok. En ilginci de, adamın cep telefonu, telefonunun şifresini kırmak için uğraşılınca, sim kartı dahil, içi tamamen yanmış. Hiçbir şey sağlam kalmamış. Bilişim suçlarında görevli bir memur arkadaşa vermiştik bu işi halletmesi için, adamın eli yanmış, hastanede şimdi.”
“Ne diye bomba gibi telefon kullanıyormuş? Ne biçim bir işin içindeymiş bunlar Adem. Aklıma gelmişken, Azap’ı arada, bizi bir görüştürsün Mahmut Ali Beyle. Adamı bir yemeğe götürelim. Çok yardımı olacak bize, büyük adam bu Mahmut Ali. Unutturma sakın. Ee, Mikail Berberoğlu’ndan ne haber?”
“Kendisi ölmüş müdürüm.”
“Adem, şimdi bir şey çıkacaktı ağzımdan. Yahu koskoca müdürü maymun ettin. Demek ölmüş, öylemi” dedi gülümseyerek, espri çok hoşuna gitmiş, keyiflenmişti. Baş Komiser Adem, öldürülen Mikail Berberoğlu hakkında hazırladığı dosyayı, müdürün önüne koydu.
“Çayları söyle bakalım” deyip, dosyayı incelemeye koyuldu.
Mikail Berberoğlu.1945 Sicilya doğumlu. Altmış beş yaşında, evli ve iki çocuk babası.1965 yılında Türkiye yerleşmiş ve Türk vatandaşlığına geçmiş. Beş yıl sonra,1970 de, otuz kamyonla, Berberoğlu Nakliyat’ı kurmuş. Şirket, bu günde otuz kamyonla, halen faaliyette. Şirket ve gayrimenkullerinin değeri, yaklaşık sekiz milyon, banka hesaplarında da beş milyon olmak üzere, tespit edilen kişisel serveti on üç milyon…
Dosyayı kapatıp, bir kenara bıraktı;
“Yahu Baş Komiserim, başka ne iş yapıyormuş? Otuz kamyonla başlamış, kırk yıl olmuş yine otuz kamyon, ne uzamış ne kısalmış. Nereden edinmiş bu kadar parayı? Servete bak.”
“Bu daha ilk tespitler müdürüm.”
“Bana bak, ne zaman edinmiş bu malları, tarihlerini araştır. Bu kimyacının formülünü çalmasın bu adam.”
“Yok Müdürüm. Avukatları, servetinin muhasebesini verecek, sanırım bu gayrimenkullerin alınışı daha eski.”
“Çok parayla mı gelmiş bu adam yoksa eşi Ayla Hanım Türk’mü?”
“Hayır efendim. Eşi de 1951 Sicilya doğumlu.”
“İsimlerini ne diye değiştirmiş bunlar. Gelmişler Ülkeye, saltanata bak. Var bir iş de, dur bakalım.”
“Vatandaşlığa geçince, isimlerini değiştirmişler.”
“İki çocuğum var, ikisi de hasta diyordu kadın, ne hastasıymış çocuklar? Kaç yaşın dalarmış?”
“Biri otuz sekiz, biri kırk. İkisi de zihinsel özürlü.”
Baş Komiser Adem’in hazırladığı rapora, kısaca bir kez daha göz gezdirdi.
Mikail Berberoğlu’nu, kendi şirketinde tanıyan yok. Çalışanlar, şirketin sahibi olarak aile avukatlarını tanıyorlar. Şirket şoförlerinden ve çalışanlardan bazılarına, Mikail Berberoğlu’nun resmi gösterince, ‘ara sıra gelirdi bu bey’ diye cevaplamışlardır.
“Baş Komiserim, bu adamda bir sır varda, nasıl buluruz bilmiyorum. Kaybolan kimyacı ve oğlunun resimlerinin, bu adamın göğsüne çivilenmesi çok garip, yok yok, iş bu madalyonda. Bir yere varacak bu iş, dur bakalım, önümüzdeki günlerde bir şeyler belirginleşebilir. Esas işi, bunu öldürenler bilirde, nasıl etsek bulsak ta sorsak. Avukata sormadın mı, ne yaparmış? Ne yer ne içermiş? Nereye gidermiş?”
“Sordum da efendim, ne yaptığını, nereye gittiğini bilmezlermiş, hayatı hakkında konuşmazmış.”
Adem Baş Komiserin bu cevabı üzerine, Emniyet Müdürü sinirle kapattı dosyayı ve Adem Baş Komiserin önüne doğru fırlattı;
“Karısı bilmez, avukatı bilmez, kendine de soramayız artık. Gizemli adamın, gizemli katili, nereden bulacağız. Hiç uğraşmayalım, istemediğim bir cinayet. Elle tutulur bir şeyi nereden bulacağız Adem? Biz bu işi çok zor çözeriz. Ha, bak aklıma geldi, ara Azap’ı, bu Mahmut Ali’yi çok sevdim ben, kurt adam valla. Bir yemek yedirelim adama. Geç olmadan ara da, işleri vardır belki. Program yapalım.”
Saat 19. 20
Baş Komiser Adem, Azap’ı aradı. Selamlaştılar. Bir birlerine hal hatır sordular. Adem, kendisine Müdürün selamını iletti.
“Ver ben konuşayım” diyerek, telefonu Emniyet Müdürü aldı. Selamlaştılar. Kendisini ve Mahmut Ali’yi yemeğe davet etti. Azap, bir arkadaşıyla görüşeceğini, oradan eve geçeceğini söyledi müdüre. Aslında, karısının ve kızının ölüm yıldönümleri olduğu için, yalnız kalmak istiyordu. Mezarlarını ziyaret edecek, oradan eve geçecekti. Necdet’i arayıp, Mahmut Ali’ye ulaşırsa, teklifini ileteceğini, Adem Baş Komiseri arayıp bilgilendireceğini söyledi. Telefonu kapattılar. Azap, Necdet’i aradı ve Mahmut Ali’yi sordu. Necdet, yanında olmadığını, telefon taşımadığı içinde, nerede olduğunu öğrenemeyeceğini söyledi. Azap, Baş Komiser Adem’i arayarak durumu bildirdi.
Emniyet Müdürü, Azap’a kendi numarasını verdi. Çok geç olmadan ulaşırsa, teklifini iletmesini rica etti. Emniyet Müdürü, eve gidip dinleneceğini söyleyerek Adem’le vedalaştı. Emniyetten ayrılıp evine gitti. Baş Komiser Adem’de ayrıldı.
Azap, mezarlığa gitti. Araçtan inip, mezarlıkta yürümeye başladı ağır adımlarla. Etrafına bakıyordu. Karanlık inmiş, görüş mesafesi kısalmıştı. Görebildiği mezarlara ve uzakta karanlıkta kalan, taşları belirgin mezarlara bakıyordu.
“Hepinize merhaba, ey, benim geleceğim yere gitmiş insanlar” dedi.
Mezarlık bekçisinin kulübesine yaklaşmıştı. Bekçi, kapı girişinin üzerinde yanan ışığın altında duruyor, kendisini izliyordu. İyice yaklaştı. Yaşlı, sakal bıyığı ağarmış, solgun yüzlü bir adamdı. Azap yaklaşınca, adam kendisini tanıdı.
“Hoş geldin, ya Azap.”
“Hoş bulduk, ey Hazin Baba.”
“Niye her geldiğinde bana hep Hazin Baba dersin evlat?”
“Niye bunca zaman sormadın, ben dedim mi hiç, niye her defasın da, ya Azap dersin?”
“Yıllardır bekçiyim burada. Ölümü, her gün hatırlarım. Senin ismin Azap, sen geleli, Azap ne onu da hatırlarım. Ah oğul, emri bilmeyene, hem bu dünyada hem öte dünyada Azap var. Tam yerinde, ömrün son durağında görünürsün bana, birde, iyi azap vardır dünyada, günahlara kefaret. Azap geldikçe, günah gider buyurmuş Yardan. Sen, ondan ol bana.”
Başını salladı Azap;
“Yaradan gönlüne göre versin Hazin Baba. İyi bakıyor musun benim misafirlerime?”
“Bakıyorum ya oğul, merak etme sen, git kendin gör. Aralarına diktiğimiz kuş evine, saka yavruladı. Şakıyor başlarında.”
Gülümsedi azap;
“Sağ ol Hazin Baba.”
Yürümeye başladı, yine ağır adımlarla…
“Yine söylemedin, adımı niye Hazin koydun?”
Durdu, dönüp söyledi;
“Hazin, Cennet ve Cehennemi beklemekle görevli bekçi meleklerin adıdır. Sen burada, her ikisine de gidecekleri bekliyorsun ya, senin adın da Hazin.”
“Demek, cennet ve cehennemi beklerler” dedi yaşlı adam, Azap’ın yüzüne, düşünceli ve dalgın baktı. Azap dönüp yürümeye devam ederken, yol boyu seyretti arkasından…
Mezarlığın içlerine doğru ilerledi. Birkaç dönemeçten sonra, sık ağaçlı bir yere girdi. Birkaç mezar geçince durdu. Yan yana iki mezar vardı, aralarında, küçük bir bank ve bankın yaslanacağının arkasında, üç dert metre bir direğin üzerinde, kuş evi vardı. Gözleri doldu. Dua okuyup, banka oturdu. Arkasına yaslanıp, ikisi de göz hizasında kalan mezarları seyretti. Yağmur, sağanak yağıyordu. Islanmış saçlarından, yüzüne akıyordu yağmur, sırılsıklam olmuştu. O, hayaller görüyordu. Karısıyla, kızıyla olan güzel günlerinden hatırlıyordu.
“Siz olmadan yapamıyorum” diye mırıldandı.
“Eve git aşkım, hasta olacaksın.”
Gecenin içinden duyduğu bu ses, karısının sesiydi.
“Ölmek istiyorum” diye cevap verdi sese ve devam etti;
“Bunu kendim yapamıyorum, sen ve kızım olmadan yaşamak, yaşamak mı be gülüm. Her gece kokunla uyumayı, her sabah sesinle uyanmayı nasıl özledim bir bilsen.”
“Ne olur evimize git, seni bekliyoruz”
“Yoksunuz, yüreğimden başka yerde yoksunuz.”
Gözleri kıpkırmızı olmuştu, ağlıyordu. Gözyaşları, yüzünden süzülen yağmura karışıyordu. Karısının hayali, saçlarını ve yüzünü seviyordu, gökyüzüne doğru kaldırdı başını, gözlerini kapattı.
“Sensiz ne yapacağımı bilemiyorum.”
“Kalk, ne yapıyorsun bu yağmurda?”
Kalın bir erkek sesiyle açtı gözlerini, sese doğru baktı. Mezarlığın bekçisi gelmişti. Baktı kaldı yaşlı adama.
“Ne yapıyorsun evlat, kendini böyle harap etmeni isterlerimiydi? Üşüyeceksin.”
“Ben her gün üşüyorum Hazin Baba.”
“Kalk oğul, burada onlar seni görüyor ve üzülüyor. Topla kendini, şu haline bak, gel sıcak bir çay vereyim sana, kaç saattir buradasın.”
Azap saatine baktı.
Saat:22. 00
“Hadi Azabım, evimize git” diye fısıldadı karısının hayali.
Usulca kalktı oturduğu yerden;
“Hadi Hazin Baba, sana da sebep olmayım.”
Kızının mezarının taşlarını sevdi. Karısının mezarın seyretti. Yaşlı adam önde, peşinden, mezarlar arasındaki yola çıkıp, kulübeye doğru ilerlediler. Yaşlı adam çok üzülmüştü, hiçbir şey konuşmadı. Kulübeye varmışlardı. Yaşlı adam, çaya davet etti. Azap, gitmesi gerektiğini söyleyip, yine, her zaman olduğu gibi, yaşlı adama bir miktar para verdi.
“Bu çok para oğul, burada aldığımdan çok oluyor senin verdiklerin.”
“Bunu konuşmuştuk.”
“Başkada bir şey konuşmadık zaten.”
“Hazin Baba, canın ne istiyorsa ye iç, kendine iyi bak uzun yaşa. Birde senin yokluğunla üzme bizi, iyi adamsın sen.”
“Oğul, sende iyisin hassın, bak dünya yalnız olmaz, yalnızlık Allah’a yakışır. O bile âlemler donatmış kurban olduğum. Evlensen, çocuğunda olur, ben çok üzülüyorum sana.”
“Dünyada kadın mı var ki evleneyim Hazin Baba? Çocuk dersen, her yerde var. Hepsi bizim çocuklarımız. Hadi sağlıcakla kal” dedi ve tebessüm edip, arabasına doğru yürüdü.
“Sende oğul, sende sağlıcakla kal.”
Başını, ağır ağır yukarı aşağı sallayarak, üzgün bakışlarla seyretti Azap’ı, arabasına binip gidene kadar baktı arkasından. Azap, bir süre sonra evin olduğu sokağa girdi. Arabasını garaja sokup, eve çıkmadan önce, tekrar garaj kapısından sokağa çıkıp, kafeteryaya uğradı. Necdet, oturuyordu. Azap’ı görünce sevinmiş bir ifadeyle ayağa kalktı. İçerde, birkaç müşteri oturuyordu.
“Yahu neredesiniz, amma sıkıldım arkadaş.”
“Bu gün bana müsaade Ağabey, eve geçeceğim.”
“Anlıyorum, bir çay içelim hiç değilse.”
“Biraz kendimi dinleyim.”
Mahmut Ali’yi sordu. Halen gelmemişti. Necdet, uykusu kaçarsa geri gelmesini, Mahmut Ali gelene kadar kafeteryada kalacağını, çok geç gelse bile, bir köşede uyuyacağını söyledi. Azap çıkarken, habersiz bir yere gitmemesi için, yine tembihledi. Kafeteryadan ayrıldı, dışarı çıktığında, yağmurun çok şiddetlenmiş olduğunu gördü. Eve geçti. Kapıyı açtığında, karısı karşısındaydı. Kızı, annesinin hemen arkasında duruyor, gülümsüyordu. Karısıyla sarıldılar, O’nu anlından öptü. Yine sarıldı sımsıkı. Kızına da sarıldı, karısıyla mutfağa geçtiler. Kızına, televizyonda çizgi film oynayan bir kanal açtı. Karısıyla beraber, bir şeyler hazırlayıp geldiler ve hep beraber yediler. Karısını omzuna yatırmış, saçlarını seviyordu. Kızı da, dizine yatmış, televizyon izliyordu.
“Gitmeliyim” dedi karısı.
“Aysima” dedi, sımsıkı sardı O’nu.
“Gitmeliyim Azap, seni seviyorum.” Birden kayboldu kollarının arasında. Azap’ın gözleri dolmuştu.
“Ben geleceğim sana, senin olduğun yere, o zaman hiç ayrılmayacağız”.dedi.
Kızı, yüzüne bakıyordu.
“Hadi, sende odana gidip uyu, güzel kızım benim.”
Nüket, babasını yanaklarından öpüp iyi geceler diledi, üzülmemesini söyleyip, çıktı odadan. Banyo yapıp biraz dinlendi, kişisel işleriyle uğraştı. Çok yorgundu. Bilgisayarın başına geçti. Bilgisayar, pencere kenarındaydı, perdeyi sıyırıp, kısa bir süre yağmuru izledi. Sonra, savcı arkadaşının ismini verdiği, Ferda Durusöz’ün dosyasını açtı. Adamın resmine baktı bir süre. Kin dolu bakıyordu. Sonra, geriye yaslanıp, yine gözlerini camdan dışarı, gökyüzüne dikti. Biraz sonra uykuya daldı.
BÖLÜM 3
SIR MAFYASI
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.