tekir kedi ve karıncalar
Okuduğunuz yazı Günün Yazısı olarak seçilmiştir.
Mutfağı karıncalar işgal etti. Sabahleyin minik kara yaz işçilerinin düzenli ordusuyla karşılaşınca çok şaşırdım. Nereye gidiyorsunuz bakayım böyle, burnınıza gelen leziz koku nerede, diye paylarken onları bir de gördüm ki, üçüncü rafta üç yarım kavanoz ev balını hedeflemişler. Akın akın koşuyorlardı. Çoğu kişi karınca ilacı kullalnırmış duyduğuma göre. Haksız da değiller. Mutfağım bu arsız miniklerle yoğun bir şekilde baskına uğramıştı. Raflarda, tezgahın üzerinde , masa üstünde, hatta salondaki sehpada bile geziniyorlardı. Düzenli ordu şeklinde de bal kavanozlarına doğru akına geçmişlerdi.
Kıyamadım onlara. Yani elektrik süpürgesini açıp hepsinin canını okuyabilirdim kolayca. Çalı süpürgesiyle- evde mutlaka bulunur- süpürüp faraşa doldurup dışarı gönderdim hepsini. Tabii, bu esnada kaçışıp isyan ettiler. Fakat yılmadım, zaman ve emek harcadım, yüzde doksan başarılı oldu operasyonum. Şimdi hala gezinenler var ötede beride , olsun…
Hayvanlarla bizi ayıran en belirgin şey uygarlık. İnsanoğlu uygarlıkla ayırıyor kendini hayvandan. Geçen günn bir gözlem daha yaptım bu konuda. Her zaman mutfak camının önünde bekleyen tekir kediye artan bir tek köfteyi verdim afiyetle yesin diye. Tam o sırada, tekir kedinin en samimi arkadaşı – belki de kardeşi- diğer tekir kedi hırlayarak köfteye hamle yaptı ancak başarılı olamadı. Bekledim biraz, belki paylaşır diye köftesini bizim tekir kedi. Maalesef kendini güvenli bir yere çekip yedi bitirdi. Paylaşmak uygarlığa mahsus. Doğuran veya yumurtlayan canlılar sadece yavrularını besler. O da belli bir yaşa kadar.
Hayvanlar tek başlarına kendilerine bakmak zorundalar. İnsanlar gibi birbirlerine bağımlı yaratıklar değiller. Mutsuz anlarımın en baş sorumlusu bu bağımlılık hastalığı değil mi? bağımlı olduğum kişi yanımda yokken ben de yokum sanki. Yalnızlık değil beni hırpalayan kimsesizlik. Bu itilmişlik bu değersizlik duygularından ne zaman kurtulacağım.
Uzun süredir yazamıyorum. Possea ( Portekizli yazar) beni dürtmüştü, içimdeki telleri çınlatmıştı. Elimden bıraktım onu ve teller sustu. Neden bir Possea yok yanımda. Şimdi akordu bozuk bir gitar gibiyim.
Az önce Hülya geldi, can arkadaşım. Kısa bir oturma olacaktı. Derken çocukluğumuza döndük ikimiz de. Çocukluğumuzun ölümüne ağladık. İlk genç kızlığımızın hazin görüntüleri, ayıplar, haksızlıklar… çözülmemiş gizemler…
Genç kızken, uzun yolculuklarda, otobüsün camından gördüğüm o köy evlerinden birinde olmayı isterdim. Bir anne, bir eş, bir öğretmen…sonra bir kasabadan geçerken, tek katlı, sarmaşıklı avlulu bir eve takılırdı gözüm, bu sefer o evin kızı olurdum. Ne zamandır uzun yolculukar yapmıyorum. Hayaller usanana kadar zihnimde at koştururken bir bakardım gelmişim o kocaman şehre, kalabalık , sis, gürültü… geri dönüp beni de alın hayallerimi de demek vardı. Kaderimi değiştirebilme gücüm olsaydı.
Uygar insan gibi oturup kalkmayı öğrendikçe yaşamla savaşımımıza gölgeler düştü. Karıncayı örnek aldıksa da olmadı. Paylaşmayı öğrendik sözümona, fakat köftesini arkadaşının gözü önünde yiyip yutan tekir kedi kadar dürüst olamadık hiç. Her paylaşım bir beklenti doğrdu, her beklenti ise duygusal travmaya gebe kaldı. Midelerinde ant-depresanlarla gezen uygarlar olduk sonunda.
Kendime bir inanbilsem... şu masa, şu sandalye kadar gerçek miyim? Yollarda yürürken, pırıl pırıl parlayan çimenler kadar hayranlık uyandıran bir yanımk var mıdır? Bir kedinin pervasızlığı, bir erik ağacının meydan okuyuşu, şu minik karıncaların yılmazlığı…hepsi gerçek… hepsi…
...
mektup- 5/13 temmuz 2012