Ev
Aynı günün tortusu. Çok derin ve karanlık olmadan evvel. İri dallı ağaçların görkemli halleriyle güneşe yönelişi gibi her şey, biraz eksik. Ayva ağaçlarının toprağı sıkı sıkıya kavrayan sağlamlığı da belki bununla ilişkili. Işığa duyulan o büyük tutku her şeyi sağlamlaştırıyor. Belki bunun için uzaklaştım evden. Bilmiyorum. Hafızam sisli. Her gün üstüne düşündüğüm şeyler var: Düzensiz camdan duvarlar, serpiştirilmiş koygun gölgeler, kurumuş otlar…
Anılar yine soluk ama canlı. Karanlıkta yürümeye çalışmak gibi. Bir şeyi seçmek imkânsız. Her şey imkânsız!
Durup da çarpmak, çarpıp da durmakla aynı şey değil. Ağır sağanak halinde basan adımların bir izleği olduğunu umut etmek, delilikle aynı şey. Bir kayboluş anı!
Tüm sokaklar özgün olma halini yitirdiğinde asıl kayboluş başlar. Dönemeçlerin ardı sıra beliren darlığı yaşamın. Gidilebilecek olası hayatlar arasına sıkıştırılmış coşkunun tehlikeli sıçrayışları bitirebilir insanı ansızın.
Belki ben bunun için döndüm eve. Gecenin karanlığına rağmen etrafta çırılçıplak bir bilinmişlikle görünebilen hayaletlere yeniden dokunabilmek için. Parlak mumların alevlerini takip ettim. Aynı sanrının başka türlü hallere bürünüp nasıl şekil değiştirdiğini gördüm. Görüyorum. Göreceğim. Belki ben bunun için kaçtım evden.
Kafasının iki yanında iri gözleri olan bir kirpi var. En ufak bir hareketlilikte, serzenişinde yaprakların ve hışırtısında tırtılın içeriye, daha da içeriye kaçan gözler! Bu grilikte, her şeyin silikleştiği bir zemini görmemiştim daha önce. Tüm titreşimler sönüyor. Gerideki kapıların birer birer kapandığını duyuyorum. Tak! Tak! Tak!
Çok korkuyorum. Sayısız parmaklar her yanda. Ve sayısız kirpiler üstüme üstüme geliyor. Varoluşun korkunç tarafıyla yüz yüzeyim. Burada her şeyin düşmanca olduğunu biliyorum. Sezinlediklerim hiç de makul ve mantıklı şeyler değil. Şaşırtıcı. Biri beni izliyor gibi. Kirpilerin, gecenin, düzensiz camdan duvarların haricinde bir şey beni takip ediyor. Ve ben bunu düşünürken başımı çevirdiğim her yer kirpilerle kaplanıyor. Onlar dört bir yandan geliyorlar. Belki ben bunun için geri döndüm eve.
Aynı karanlık koridorun tam orta yerindeki karanlıkta o tuhaf sesi duyuyorum yine: “Ağlıyor musun?” diye soruyor.
Hatırlamıyorum. Ağlayıp ağlamadığımı bile bilmiyorum. Elimi yanağıma doğru götürdüğümde ıslak olduğunu fark ediyorum. Gözlerimden yaşlar sicim gibi boşalıyor. Garipsediğim yaşlar tastamam bana ait. Tıpkı hangi yana gideceğimi kestiremediğim bu hayatın bana ait oluşu gibi. Belki bu yüzden sayısız kere ev değiştirdik.
Evlerimizden biri yokuşun üzerindeydi. Alabildiğine büyük odaları vardı. Odaların büyüklüğüne zıt oranda daracık ve karanlık hol birleştiriyordu odaları. Kışın soğuk aylarında, ancak ısınabilen tek odanın içine tıkışırdı herkes. En güzel tarafı da buydu. Kışın ve soğuğun yarattığı gizil bir sıcaklık olurdu yüzlere çöken. Bakışlar daha bir sevecen kucaklardı bir diğerini. Herkesin uyuduğu o saatler ise bambaşkaydı. Kalın, el yapımı yün yorganların ağırlığı altına saklanırdık. Beni uyku tutmazdı böyle durumlarda. Yorganın içine sokardım kafamı. Sanki orası benim küçük cennetimmiş gibi… Sonra aniden karanlığın orta yerinde bir şeylerin hareket ettiğini hissederdim. Ve kabus böylece başlardı. Darlaşırdı hava. Buhar buhar tüterdi hayaletler ortalıkta. O zaman gözlerimi açmaya korkardım.
Düşündüğümü hatırlamıyorum. Bazı sabahların insanı ağlatabileceğini biliyorum. Titremeyen ellerin ne türlü cinayetler işlediğine şahitlik etmek her şeyi yıkıp geçiriyor. Beni görmüyorlar, ben ise onları görüyorum. Hastalıklı hallerinin ne denli bir çaresizlikle hepsini nasıl intihara sürüklediğini biliyorum.
Eve ben niçin gelmiştim? Unuttum…