Sormalar Atlasından / Erdem
"Erdem, bilgidir, öğrenilir," diyor Sokrates." O, " Kişiler bilmedikleri için kötüdürler. Erdem birdir, bölünmez, ayrılmaz; insanın kendini bilmesi, tanımasıdır," dediği yerde, Mevlanaların, Yunus Emrelerin gelişini haber veriyor gibidir. Kendisinin "devletin tanrılarını tanımama suçu ve gençlere kötü örnek oluşturduğu” gerekçesiyle, İ.Ö399’ da idam edilmesi, yazıya dökülmemiş felsefesinin ayrı bir güzelliği gibi geliyor bana. Söz güzelse -ki güzellik çirkinliğin örtüsünden başka birşey değildir- yazılmasa da uçmuyormuş, dedirtiyor.
Sokrates’in öğrencisi Platon, namı diğer Eflatun ise "Duyular dünyasına ait olan her şey, zamanın yok edeceği maddelerden oluşmuştur. Ama her şey, aynı zamanda "mutlak" ve "değişmez" bir biçimden doğmuştur," deyip, sözü ve beraberinde tözü bir sonraki kuşağa devredecektir. Eflatun’un felsefe bayrağını gelenlere devrederken, öncüllerinin hava, su, ateş toprak dörtlemelerini de harca karmak gerekir ki binanın tuğlaları üst tura sağlam çıksın. Çıkmazsa ne olur? Felsefe dedik ya bir kere; bunun azının inkara, hasının inanca varacağını unutmamalı.
Klasik Felsefenin sonlarında Platon’un talebesi, aklıma bela Aristo ise "Bilgi doğuştan akılda yoktur, ama akıl bilgiyi üretecek kapasitededir," diyecektir. Aristoteles’in benim dilimde belalığı, kendinden sonra düşünenlerin aklını, dört kavşaklı bir yerde bırakıp gitmesiyle alakalı biraz. Bu yazıyı felsefe aranjmanına çevirmek gibi bir niyetim yok, ancak zamanın akışı içerisinde, siyasetten ahlaka, dinden bilime, sosyolojiden psikolojiye, matematikten şiire kadar, insanı kapsayan her alanda fikir üretenlerin, yolun sonunda değilse bile önünde Aristo’ya dokunmadan geçemeyeceği de bir gerçek.
“Erdem, bir içgüdü işi değil akıl işidir” diyen E.Kant"ı anıp, “Erdem bir zorunluluktur şu halde erdemsizlik mümkün değildir,” diyen Leıbnız’e uğrayıp, aklıma belalıkta kendisine öncüllerinden genişçe yer ayırdığım "Erdem düşünce ölçüsünü kullanmaktır. İyi sandığımız şeyleri işlemekte gösterdiğimiz karardan ibarettir," diyen Descartes’e de çocukluğumdan yadigâr "Cilalı İbo" selamı vererek, konuya dönmek istiyorum.
İhlali halinde cezai yaptırımından kurtulamadığımız hukuk kuralları, çiğnendiklerinde ayıplamadan öte bir yaptırımı olmayan ahlak kuralarına ne kadar yaklaşıyorsa, kültür ve gelişmişlik kavramlarının sarılmaları o kadar samimi, inandırıcı olur. Günümüz Avrupa Hukukunun, ahlak ve hukuk kurallarını birbirinden net çizgilerle ayırıyor olması, o topraklarda filizlenmiş düşünceleri ne kadar tırpanlar ya da sulamaktadır bilmem, ama benim ülkemde ahlakın hukuku yönlendirmesi, ondan daha akıllıca gelmiyor bana. Mesela oy kullanırken, çek senet işlerinde imzasını reşit saymadığım bir çocuğun tecavüze uğradığında rızasının sorulmasını çok manidar buluyorum. Hayır, gazete manşetlerine, hastane dehşetlerine bağlamayacağım sözü. Erdem üzere başlattığım konuyu erdeme bağlamakta ısrarlıyım.
Mal dolaşımından beyin göçüne, güneşin doğuşundan batışına, yer kürenin tam ortasında bir yerlerdeki coğrafyadan beslenen doğrularım, erdem denilenin, "kaybetmeye en haklı olduğum durumlarda " koruyabildiklerimden ibaret olduğunu biliyor. Dolayısıyla, ahlaklı, ahlaksız sınırının, mutlaka çoğunluktan geçmesi gerektiği yargısı bana çok da makul bir öçlümlemeymiş gibi gelmiyor. Dilimin fikrimce dönebildiğini, fikrimin dilimce işlediğini anlayalı, tuttuğum kalem susmanın her zaman erdeme yaslanamayacağı gerçeğini dayıyor beynime. Beyin dediğimde, edebi lisan ile tül çektiğim kelimelerin, beyliğin hangi sınırlı alanından sürülüp, hangisine taç edileceği hiç derdim olmadı. Bir zamanlar ilim Çin’de idiyse bile şimdilerde bilim denilince Çin patentli metaların güvenirliliğine inanıyor olmam, realizme sırtımı dayayıp, romantizm sularında balık avlamaktan başka bir şey olamazdı doğrusu. Ya da dağlarda güvercin olmayı dilemek şairane br söylem sayılmazdı. Zamanın ırmağında, doğru sürüklenmeseydi de keşke yerinde çakılı dursaydı deme de dur şimdi. Ne kolay olurdu insanlık.
Erdem mi diyordum… Düne baktığımda, erdem dediğim şeyin, hiç bir devirde, insanın aklının ve dilinin kalıba vurulduğu sistemlerde boy atabilen bir çiçek olmadığını görüyorum. Bir kuşağın kendi kabullerini, ardından gelen kuşağın iteleye öteleye güne getirdiği topyekûn bir insanlık dilidir ahlak. İnsanlığın dilidir ve tıpkı insanın gelişimini durdurmayacağınız gibi dili de belirli bir noktada donduramazsınız. Yarınların dilini kendi kabullerimize istesek de sığdıramayız. Kuşak çatışmalarının sebebi, hemen her yerde, büyüklerin bu büyüklüğü unutmasıyla başlar. İnsanın kendi içinde yaptığı seyahatlere bile alanındaki disiplinlerce, yüzyıllardır yön belirlenmiş, güzergâh çizilmiştir. O güzergâhlar herkesi aynı doğruya götürmedi, götürmez. Götürmeyecek de. Her yaşam, kendi özdeyişini kendi yazacak. Ne yazık ki ya da iyi ki. Nereden kabul buyurulursa o tarafından tartılacak bir değerlendirmedir bu.
Özgür birey olarak, hata yapma hakkımdan vazgeçtiğim gün, çoğunluğun uygun adımıyla yerimde çok da güzel sayabileceğimden eminim, ancak zamanın trafiğinde zincirleme kazalara sebebiyet vermemek için, trafik işaret ve levhalarına bakarak akıyor, yol ortasında duraklama yapmıyorum. Hele ki okur ve yazarken. Öyle bir hata yaparsam, başıma geleceği anlatmak için, edebiyata sığınmam kaçınılmaz ve o edibi dilin çok da edepli kalabileceğinden hiç emin değilim.
Soruların tazesinden, cevapların doğruluğuna ulaşmak, bilinene çivilenerek mümkün değildir. Yazarken de okurken de sadece dünkü doğrusuna sarılıp, gözünü zamana kapayanlar,önce kendilerine tutunamazlar. Doğru denen kavram sizin erdiğinizdir, hazır bulduğunuzsa üzerinizde durur evet ama eğriti durur. Yani, doğru denenin bile kalibresi gerekir. Gerekirse yanlış ile dâhi sınanmalıdır.
İnsanın doğru diye bastığı noktanın yanlışı olmadığı, ancak bir adım sonra netleşir. Bastığım yerden eminim diyenlerin ihtimal hesaplarından korkmasına gerek yok elbette. O hesapların kitaplara sığmaz sorgusu beni ya da benim gibi düşünenleri yoracaktır, en fazla. Peki, soranlar biliyorken bilmediğini, sormayıp bilenlerin telaşı ve soranlara tahammülsüzlüklerinin nedeni erdemlilikleri olabilir mi?
YORUMLAR
Erdemlilikten değil!.. Eminim buna da kendilerince mantıklı ve açıklama getirecek özlü sözler bulup hayretler içerisinde bırakacak erdemli geçginler,,, azınlıklar bulunur ve var elbette..
Asıl soru şu: bildiğini susan bilmediğini konuşan erdemlilere ne yapmalıydı?
Misal ben, sallandıracaksın tahammülsüzlüğün kuyusuna bak siddin sene oradan çıkıyor muyum!
Başını kuma gömen ve etrafı inatla görmezden gelerek susmaya duymamaya devam etmek gerekir..
Kuyunun başına da. 'çok iyi susardı rahmetli' diye yazmak gerek..
Usta psikolojik ve felsefik açıdan çok iyi irdelemiş ve harika bir yazı ortaya koymuşsun..
En büyük şansım daha önceden de okumuş olmamdır..
Sanki içgüdümle öğrenmedim, sanki öğrendim erdemliliği.:)
Çocukluktan belleğimize kazınan ve aile büyüklerimizin öğretileriyle bir ön tanı oluşuyor kafalarda.. Sonrası bilgiyle ve kültürle güçlenen ahlaki etik değerler olgusu..
Bu yazıyı çok beğenmek erdemliliktir mesela:) çok beğendim, favorilerimden..
Biraz aristo ve kant'la laflayayım ben..
Yüzmeye çağırıyorlar..;)
Çok değerliydi, yüreğine sağlık usta..
Saygım ve sonsuz sevgim hürmetlerimle...