18
Yorum
0
Beğeni
0,0
Puan
2521
Okunma
Geçenlerde okuduğum bir yazıda diyordu ki;
’Kadını götürüp mutfağa ya da yatak odasına kapatıyor, sonra da ufkunun darlığına şaşıyoruz. Kanatlarını kesiyoruz, sonra uçamıyor diye yakınıyoruz.’’’
Simone de Beauvoir
Günlerdir bu cümleyi düşünüyorum. Kadınların sakınıldığı erkek egemen hayatların devasalığını, sığlığını...
Söz hakkı denilen şeyin (-ki, hakkın verilen değil alınan bir şey olduğunu hepimiz biliyoruz) kime ve neye göre değiştiği muamma. Onlara hakkı olan ’hakları’ teslim etmeyi lüks görenlerin, dar penceresindeki açıyı genişletmek gerek. Birine ait olan bir şeyi ondan çalıyorsanız, siz hırsızsınız demektir...
’Kadının Adı Yok’ derken Duygu Asena, bana kalırsa yanlış anlaşıldı. Anlatmaya çalıştığı şey bambaşkaydı. Oysa anlattıklarından çok feminist kimliği masaya yatırıldı. Kadının adından, sanından çok işlevselliği öne çıkarıldı her zaman. Bir erkek evleneceği kadında evvela marifet aradı. İyi yemek yapması, titizliği ve yataktaki hünerleri kadının özbenliğini solda sıfır bıraktı. Kadın dişe dokunur yanlarını bir yük gibi taşıdı sırtında. Olmak istediği ve olmak zorunda bırakıldığı kişilik her zaman çakıştı birbiriyle. Çocuk bakıcısı değil, anne olduğunu söyleyemedi.
Kadın, üzerine yapıştırılan yaftaları sökemedi. Putların bile devrildiği bir dünyada, zihinlerdeki tabuları deviremedi. İsteklerini istediği biçimde yaptığında hırpalanılarak ödüllendirildi. Fikirleri, kullanılmamış bir diş fırçası gibi rafta; kullanılacağı o büyük günü bekledi.
Kadını, bilhassa yine kadınlar bu hale getirdi. Erkeklerden önce kadınlar eleştirdi hemcinslerini. Onlar yakıştıramadı, onlar benimseyemedi, onlar sevemedi. Sürekli yerden yere vurdu, eleştirdi, kınadı, belki kıskandı...
Kadının öyle çok düşmanı vardı ki. ’Ben de varım’ demeyi suç bildi.
Sesi kısıktı; bağırmak istediğinde.
Yüzü asıktı; gülmeyi dilediğinde.
Gözleri bağlıydı; görmek istediğinde.
Kanatları olup uçmayı bilmeyen bir kuştu kadın. Kırıktı, döküktü, yaralıydı. Ama aciz değildi, muhtaç değildi. Onu bir istiridyenin içinde muhafaza edenlere inat, inci kolye olmak gibi doğal arzuları vardı. Kadın bastırılmış hislerini, hissizlerin ayakları altında dümdüz etti kimi zaman. Kimi zaman, göz ve söz ve köz yaşlarını meze etti masalarda. Masalar tanıktı hüsranlarına. Tabaklar, bardaklar, kaşıklar, ve duvarlar tanıktı buhranlarına.
İsyan etmek istedi, boğazında bir düğüm. Konuşmak istedi, dillerinde ısırgan otu yetiştirenlerle; canı yandı. Dinledi, dinledi, dinledi; birikti... Öyle çok birikti ki, tüm dünyaya yetecek kadar hüzün, özlem ve bir yerlerde yaşanmayı bekleyen mutlulukları, sevinçleri bekletti içinde. Kin tutmadı, kaygılandı sadece geleceğe. Biteviye hayatların eksik ezgilerini aradı ruhundaki ritimde. Hiçbir nota uymadı üzerindeki kedere...
Kadının tadı yoktu bugünlerde... Acılı günlere katık olan hayatı, körelen gençliği, yeni yetme saflığıydı onu ayakta tutan. Baki kalan tek şey, umuduydu kadının; uzayan yolların üzerinde dövünen taşların sıcağı kadar, sıcacıktı hala. Güneş olmaya müsait bir buluttu; ertelenmiş heveslerde...
fulya/temmuz2012