- 745 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
YAR'AM
Mevsimler yalan söyler mi insana? Söylüyordu işte, yazı beklemekten usanan güneş tüm haşmetiyle parlıyordu şubat ortasında. Gökyüzü olabildiğince mavi, bulutlar güneşin mutluluğunu gölgelemekten korkarcasına ürkektiler. Tüm bunlara inat asi bir rüzgâr olmasa insan gerçekten de kaptırabilirdi kendini bu yalancı bahara…
Sabahtan beri sokağın köşesinde bekleyen arabanın şoförü sabrını tüketmiş olacak ki ağır adımlarla inip, hırsla kapattı arabanın kapısını. Düşünceli olduğu her halinden belliydi adamın, gözlerinde öyle derin bir keder vardı ki kim görse o an halini anlardı. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı kısacık bir an, derin bir nefes alıp kararlı adımlarla karşıdaki kafeye doğru ilerlemeye başladı.
Kafenin içindeki telaş ise bambaşkaydı… Mutfakta telaşla koşuşturan genç kadın bir yandan da emirler yağdırıyordu yardımcısına.
“Hadi ama Pınarcım geç kalacak siparişler senin yüzünden”
“Tamam, Selin Abla, getiriyorum paketleri”
İşte tam da o an çınladı dükkânın içinde kapının açıldığını haber veren zillerin sesi. Genç kadın sıkıntıyla gözlerini devirip bir müşteri eksikti o da tam oldu diye düşündü.
Adam dükkândan içeriye adımını atar atmaz hiç yabancılık çekmediğini hissetti, sanki daha evvel gelmişti, biliyordu, tanıyordu… Köşeye yerleştirilmiş büyük vazonun içindeki dallı aranjmanı görünce gülümsemeden edemedi. Yüzündeki tebessüm pencere önüne karşılıklı yerleştirilmiş berjerlerin ortasındaki büyük kadeh şeklindeki akvaryuma takılınca daha da genişledi. Gidip hemen o koltuklardan birine yerleşti; gözü akvaryumun üstüne serpiştirilmiş gibi duran üç nilüfere takılınca yüzündeki tebessüm dondu kaldı, gözlerine yer etmiş keder belirdi tekrar bütün karanlığıyla.
“Git de müşteriye bak sen Pınar, burayı ben hallederim” dedi Selin, tepsinin içindeki kekleri kutulara yerleştirirken. Çok geçmeden yüzünde kocaman şaşkınlıkla mutfağa dönen Pınar’ın sözleriyle şaşırma sırası ona gelmişti. “Selin Abla, gelen senin misafirinmiş; seni görmek istiyor”
Üzerindeki önlüğü çıkarıp mutfaktan çıktığında yüzündeki gülücük diğer her şeyle beraber dondu Selin’in; zaman durdu… Her şey gerçekliğini yitirdi; yalnızca bir çift bakışa takıldı gözleri. Ayakları da diğer tüm hücreleri gibi dondu kaldı, kaskatı kesildi genç kadın. Ağzını açtı, sonra tekrar kapadı; kelimeleri nereye gitmişti, sesi nasıl olup da kesilmişti… Geçen onca zamanın üstüne ne söylenecekti?
Biraz evvel garsonun kaybolduğu kapıdan gelecek adım seslerini beklerken bile kendini böylesine hazırlayamamıştı genç adam. İnsan buna nasıl hazırlayabilirdi ki kendini? Acıların vurgun gibi bir anda hapsedildikleri o yerden baş göstermesinin etkisi, hele hele karşısında aynı buruk tebessümü bir kez daha görmesi… Nasıl hazır olunabilirdi ızdırabın can acıtan taarruzuna? Selin kapı ağzında belirir belirmez bildik bir özlem sarıp sarmaladı Leon’u… Elini uzatsa hani tutabilirdi… Onca zaman hiç geçmemiş, başka başka hayatlar aralarına girmemiş ve kabuk bağlayan yaralar edinilmemişti sanki. Selin bıraktığı gibiydi, bulmayı umduğu gibi… Gözleri ayrıldıkları günkü gibi mahzun, gülüşü o günkü kadar buruktu. Onu görür görmez Leon için de zaman durmuştu… Bir tek Selin vardı, kırgın bakışları, şaşkınlıktan donakalan vücudu…
Birbirlerinin gözlerinde ne kadar süre kayboldular ikisi de farkında değildi… Aralarındaki suskunluk uzadıkça bakışları kucaklaşıyor, aralarındaki özlem çığ gibi büyüyordu. Kendini ne kadar hazırlarsa hazırlasın Selin’i gördüğü an kuracağı tüm cümleler uçup gitti Leon’un aklından. Niye gelmişti ki zaten buraya, ne değişecekti bundan sonra? Boynu bükük bir veda bile düşmemişken paylarına, şimdi ne işi vardı burada?
“Leon!”
Selin kelimenin dudaklarından dökülüp dökülmediğine bile emin değildi, tıpkı yaşadığı şu anın gerçek olup olmadığına emin olmadığı gibi.
Selin’in dudaklarından kendi adını duymak anında gerçeğe döndürmüştü Leon’u… Ayağa kalkıp elini uzattı genç kadına; “Merhaba!” dedi sesinin titremesine engel olamadan. Selin kendisine uzatılan ele baktı birkaç saniye, saçlarında gezinen, elini sahiplenircesine kavrayıp bırakmayan, yüzünün her bir santimini dokunuşlarıyla ezberleyen o ele baktı… Kısa bir tereddüdün ardından o da uzattı elini; iki yabancı gibi tokalaştılar…
İki yabancı nasıl selamlaşırdı…? Onların da içi tek bir dokunuşla dağlanabilir miydi? Tek bir dokunuş… İkisinin de hiçbir hücresi unutmamıştı dokunuşlarının sıcaklığını. Gözlerinden sonra elleri buluşmuştu işte mahzunca. Başka bedenlere dokunan elleri ne kadar günahkâr olsa da o an vücutlarına yayılan özlemden gayrısı yalandı işte. Ah, özlemin böylesi mümkün müydü? Ne kadar geçmişti aradan… Elleri en son ne zaman böyle buluşmuştu?
Sekiz yıl, beş ay, on dokuz gün… Biliyordu işte Selin, her bir hücresi ayrı ayrı hesap etmişti geçen zamanı. Dakika dakika, saniye saniye ezilmemiş miydi içi; aldığı her nefes can çekiştirmemiş miydi ona? Ya Leon… Gözleri bir çift bakışta kaybolup gitmişken pişmanlık kor gibi, paslı bir hançer gibi çöreklenmemiş miydi içine?
“Ne işin var burada…?”
Bilmek hakkı değil miydi Selin’in? Araya giren başka başka hayatların ardından ansızın karşısında beliren geçmişin, geçemeyen o yarasının sahibini karşısında bulmuşken sormak hakkı değil miydi?
“Konuşmaya geldim…”
Konuşmaya… Neyi, kimi konuşacaklardı? Leon’un karısını mı, Selin’in kocasını mı yoksa çocuklarını mı; neyi? İkisi de farkındaydılar ya, dillendiremediler yine de… Selin’in eli hala Leon’un avuçlarındayken sorulması gereken, hatırlanması gereken tonlarca gerçek dururken yutkunup kaybolmayı seçtiler birbirlerinin bakışlarında.
“Otursana” dedi Selin elini Leon’un dokunuşundan kurtarırken. Leon yutkunup derin bir nefes aldı ve geçip arkasındaki koltuğa oturdu. Selin de karşısına… Aralarında gittikçe büyüyen, büyüdükçe ikisini de geçmişin girdabına sürükleyen uzun bir sessizlik hüküm sürüyordu. Ne konuşacaklardı… Literatürdeki hangi kelimeler tercüman olabilirdi ki biriktirdiklerine?
“Burası çok güzel olmuş” dedi Leon, sanki kilometrelerce yolu kafeyi görmek için gelmiş gibi. “Tam hayal ettiğin gibi her şey, hiç yabancılık çekmedim girdiğimde”
Kırık bir tebessüm gelip misafir oldu Selin’in dudaklarına. Tam hayal ettiği gibiydi ha… Ne ironik… İçinden neler neler geçiyordu da boğaz dediğin o kadar çok boğumdu ki çıkmadı kelimeler ağzından, çıkamadı.
“Teşekkür ederim” diyebildi yalnızca.
“Bebeğin olmuş…” dedi Leon belirli belirsiz. “Allah bağışlasın”
Neden söylemişti ki şimdi bunu? Kendisi de bilmiyordu ki… Selin’in suskunluğunu görünce devam etti, susmak istemiyordu; susarsa tekrar konuşamamaktan korkuyordu.
“Didem koymuşsun adını…” ağzından dökülen kelimelerin arasında derin boşluklar bırakıyordu. Hesap sormak değildi amacı, hakkı da yoktu zaten biliyordu; ama yine de içi acıyordu işte.
“Hep bir kızım olursa adını Didem koyacağım derdin. Allah sana Didem’ini bağışlamış işte”
Leon’un gözleri Selin’in gözlerinden hariç her yere bakıyordu, göz göze gelmek istemiyordu belli ki. Aksi gibi Selin tam da gözünün içine bakıyordu karşısındaki adamın. Bir şeyler demeli miydi, diyecekse ne demeliydi? “Hayallerimi gerçekleştirdim ama en büyük parçası eksik! Sen yoksun içinde… Didem’in babası sen değilsin, bir başkası…” içinden tam olarak bunlar geçiyordu geçmesine ya nasıl derdi… Şimdi bu konuşmayı yapmak kocasına ihanet değil miydi?
“Öyle…” Konuşmuş muydu gerçekten. Ağzından çıkabilmiş miydi kelimeler?
“Melisa, çocuklar nasıllar?”
Deminden beri kaçırdığı bakışları duyduğu soruyla odaklandı Selin’in gözlerine. Öyle ya ne demesini bekliyordu ki… “İyiler…” diyebildi yalnızca.
Karşısındaki adamın çaresiz, suçlu bakışları Selin’in kalbine dokunsa da aşktan başka kırgınlığını da su yüzüne çıkarıyordu genç kadının. Hangi yüzle karşısına çıkabiliyordu bu adam? Onu terk eden, aradan iki ay geçmeden başka biriyle evlenen, peşine hemen çocuk sahibi olan o değil miydi? Hiçbir telefonuna çıkmayıp, bütün köprüleri ateşe veren kendisi değil miydi?
“Evine dön…” dedi Selin. “Biz çok geç kaldık… Bu konuşma için de, harabeye dönen kalplerimiz için de geç kaldık. Çocuklarımız var, başkalarından olan çocuklarımız… Hala kan kaybetsek de, ayağımızdaki paslı bir pranga gibi taşısak da birbirimizi geçmişte kaldık biz. Yaktığın köprülerle beraber yandık, yıkıldık… Başka başka insanlara bağlılık yemini ettik, ellerimiz başka bedenlere değdi. Hayallerimizin üzerine süngerler çekip arda kalanlarla idare etmeyi öğrendik. Şimdi hakkımız yok başkalarının hayatlarını mahvetmeye. Bize bir adım dahi attırmayacak bir konuşma yapmanın lüzumu yok… Geç kaldık… Çok geç kaldık…”
“Keşke…”
“Sakın! Sakın keşkeyle başlayan cümleler kurma bana. Saptığın o yola karar verirken bunların olacağını biliyordun sen. Beni ardında bırakıp o yola girdiğinde bizi nelerin beklediğini biliyordun… Gözümün içine baka baka başka bir kadınla evlenirken dönüşü olmadığını biliyordun! Beni enkaza çevirip hayatına devam ederken kaybettin sen keşke deme şansını! Neyin pişmanlığı şimdi yaşadığın? Yazık değil mi karına, çocuklarına, benim kızıma, Aykut’a? Aramıza başka hayatları sokmadan neredeydi aklın?”
“Selin…”
“Ne Selin! Nasıl yaptın ya? Nasıl vazgeçebildin bizden? Madem vazgeçtin şimdi ne arıyorsun burada? Tam ben kabullenmiş yeniden başlamışken ne hakla hayatıma tekrar girmeye çalışıyorsun? Gözlerimi kapattığım her an yüzün zihnimde belirirken başka biriyle evli olmak ne zor biliyor musun? Onu aldatıyor olduğunu bile bile buna engel olamamak ne zor… Üstüne kalkıp bir de karşıma çıkıyorsun, elini kolunu sallaya sallaya merhaba diyorsun! Sen ne yapıyorsun Leon ya? Sen ne yaptığını sanıyorsun?”
Selin gözlerinden sicim gibi süzülen yaşların farkında değildi, tıpkı Leon gibi. İkisi de ağlıyorlardı… Geçemeyen, kalplerinde mühür gibi taşıdıkları o aşka ağlıyorlardı; pişmanlıklarına, keşkelerine, ihanetlerine, vazgeçişlerine ve daha nicesine.
“O kadar aptalım ki… Durup düşünüyorum ben ne yaptım, nasıl yaptım diye… Cevabı yok; öyle öfkeliydim ki gözüm hiçbir şey görmedi. Ne yaptığımı fark ettiğimde artık çok geçti… Ama inan ne seni, ne yaşadıklarımızı, ne de yaşayamadıklarımızı hiç unutamadım. Hayallerimde hep seninle yaşadım… Bunu bize ben yaptım! Lanet olsun, farkındayım… Şimdi konuşmanın faydası yok biliyorum; ama Selin içim öyle acıyor ki sana anlatamam. Bize ne yaptığımı gördükçe, geri dönüp çocuklarımı düşündükçe… Öyle çaresizim ki…”
“Evine dön Leon! Bunca sene nasıl yaşadıysan öyle yaşamaya devam et… Bizim geçmişimiz hiç geçemeyecek; öyle kabul et! Önüne bak… Yüreğinin sesine kapat kulaklarını, ben öyle yapacağım çünkü. Yüzüm gözünün önüne her geldiğinde dönüp çocuklarına bak! Çıkma bir daha karşıma… Yapma bunu bana, bana da kendine de. Çok geç kaldık biz, çok geç…”
Leon dükkândan çıkıp arabasına bindiğinde hala ağlıyordu, ardında bıraktığı Selin de öyle. Bitememiş, bitemeyecek, yarım kalmış bir aşka; her şeyden habersiz masum çocuklarına; ne yaparlarsa yapsınlar sevemeyecekleri eşlerine ağlıyorlardı. En çok da birbirlerine… Olanlar kader miydi yoksa kendi seçimleri mi? Yaşananların suçlusu kimdi? Hesapları kime kesmek makbuldü?
Ne yaparlarsa yapsınlar, nerden bakarlarsa baksınlar çıkmaz sokaktan ötesi değildi onların ki… İmkânsızlıklar ve gözyaşlarından öteye gidemiyorlardı ne kadar da çırpınsalar. Hani demiş ya Veysel Usta:
Seversin alırsın
Karın olur;
Seversin alamazsın
Karasevdan olur…
Onlar iki karasevdalı, başkalarının kollarında yarım kalan aşklarına ağlayarak, her geçen günü acabalara kurban ederek yaşamaya mahkûmdular. Sevdadan ölmek mümkün olsaydı, ah keşke olsaydı…
Not: Karakterler “Limon Çiçekleri” adlı öyküden ödünç alınmıştır Ama kelimeler ve kurgu bana aittir.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.