KARA YUSUF-VII
..............
***
Gün, öğle vakti. Dışarıda hafiften bir rüzgâr esiyor ama sürekli değil. Buna rağmen güneş, kendini göstermektedir. Bulutlar, yeterince hareketli...Sadece beyaz bulutlar var. Güneşin önünden aralıklı geçiyorlar. Bulutlar, geçit töreni yapan askerler gibi...
Odanın önünde iki genç, sırtlarını duvara yaslamış, öylece bakıyorlar.
-Hava bozacah mı, ne?
-Bulutlar kaçıyo. Bahsana!..
-‘O zaman ortalıh, birazdan toz duman olacah’ desene!...
-Yoh canım! Bunlar normaldir, oğlum!
-Ne yani?.. Şindik bunnar yağmur, fırtına olacana mı delâlet?..
-Hee, öyle tabi!..
-Valla, insanın ahlı almıyo, böyle şeyleri!
-Mevsimidir oğlum! Olur da, olmaz da... Sen her gordüğün bulutun arhasından yağmur, fırtına mı beklen?
-Yoo...
-İşte, ben de onu diyom, aslanım. Guz mevsimi... Şu güneşin çıhması bile bi başka gozel... Bahsana!..
-He. ya! Ben de havıya bahıyodum, Yusuf!
Bir yanık türkü sesi geliverir birden. Odanın içindeki gençlerden biri kaptırıverir. Yusuf’la Aslan irkilirler. Bakışırlar ve gülümserler. Yusuf sırtını duvardan çeker.
-Hadi, biz de içeri girek, Aslan.
-Kim coştu gine?..
Sessiz bir şekilde salona girerler. Ayakta durup dinlerler.
“Gel ha gönül havalanma
Engin ol gönül, engin ol
Dünya malına güvenme
Engin ol gönül, engin ol.
Şu dünyanın hali böyle
Yalan yahşi geçer şöyle
Söyledikçe engin söyle
Engin ol gönül, engin ol.
Göğde uçar huma kuşu
Bilmeyenler atar taşı
Enginlik gönülün işi
Engin ol gönül, engin ol.
Teslim abdal özüm haktır
Sözümün yalanı yoktur
Engin söyle büyüklüktür
Engin ol gönül, engin ol.”
Oda doludur. Zaten oda bir salondan ibarettir. Oturacak yer yoktur. Yusuf ve Aslan yer olsa bile oturmayacaklardır. Çünkü, kendileri ev sahibi sayılmaktadırlar. Yani oda Yusuf’un babasının ve muhtar emmisinindir Aslan’da çok yakın akrabadır. Hep gençler vardır odada. Askere gidecek gençlerdir bunlar. Ancak onların yanı sıra başka gençlerden de aralarında var. Gelecek senelerde onlar da aynı şekilde askere gidecekler, onlar da böyle dâvet edileceklerdir. Neşeli bir biçimde herkes birbiriyle konuşurlar, gülüşürler, şakalaşırlar... Odanın içerisindeki oturma yeri sedirdir. İki duvara sedir yapılmıştır. Odanın tek penceresi vardır. Karşı duvarında da bir ocak kurulmuştur. Ocak, büyükçe bir baca ile yukarı açılmıştır. Odanın üzeri damdır. Dam, çorak toprakla örtülüdür. Tavan, kırma ağaçlarla ve tahtalarla döşelidir. Ocağın bulunduğu yerin üstünde, içinde gazyağı dolu bir lamba asılıdır. Akşamları bu lamba kullanılır. Oturmak için yapılmış bulunan sedir, toprak yapılıdır. Yerden otuz, otuz beş santim yüksekliktedir. Oturanlar genellikle bağdaş kurar ya da bir dizini kendilerine doğru bükerek otururlar. Birbirlerine sıkı bir biçimde sokulurlar adeta. Sanki diz dize, omuz omuza...Bu durum hepsini oldukça samimi, birlik ve beraberlik içinde gösterir.
Yüksekçe bir ses, bütün konuşanları kısa bir an susturur.
-Yusuf, oğlum! Ne oturuyon burda, sen? Yemek ne zaman gelecek? Acıktıh, be!
Kapının hemen eşiğinin yanında çömelmiş vaziyette oturan Yusuf kalkar.
-Yahu, arkadaşlar! Aha, gediyom istiyosanız...
Durur ve devam eder konuşmaya:
-Osman Ağa ile Arif Ağa ‘Biz ilgilenirik. Sen get, arhadaşlarınla ilgilen...’ dediler.
Bir başkası araya girer:
-Yahu, otur Yusuf! Sen Çolak Duran’a bahma. Biz yemek için burda daalik. Böyle bi arada, bi daha nerede buluşuruh?
Büyük bir kalabalık ses, ortalığa karışıverir birden:
-“Tabi ya!..”
-“Bırah yema, canım!...”
-“Benim için muhabbet önemli, arhadaş...”
-“Otur Yusuf gardaş, otur hele...”
-.............!!!
Hemen herkes bir karşılık verir. Yusuf yerine oturur. Arkasından bir türkü tutturulur. Odanın tek penceresinin bir kanadı açılır. Sanki dışarıdakilerin, bütün köylünün, bütün dünyanın duymasını isterlercesine...
Duran, bir elini kulağına atmış, yüzünü hafiften pencereye dönmüş vaziyette gözlerini yumar, asılır türküye. Herkes susar. Susar ki tam susarlar; türkü tâ bitene kadar...
“Ben de gittim bir geyiğin avına
Geyik beni çekti kendi dağına
Tövbeler tövbesi geyik avına.
Ben giderken kaya başı kar idi
Yel vurdu da erim erim eridi
Ak bilekler taş üstünde eridi.
Siz gidin gardaşlar kaldım burada
Aman aman burada
Siz gidin avcılar kaldım burada
Urganım kayada asılı kaldı
Esbabım sandıkta basılı kaldı
Nişanlım sılada küsülü kaldı.”
Duran, türküsünü bitirir.
-Yahu, arhadaşlar! Şöyle neşeli bi şeyler bilen varsa söylesin de hep birlikte katılalım.
Birisi heyecanla ileri atılıverir:
-Ben, ‘Bitlis’te beş minareyi’ biliyom.
-Hadi, ohu da dinniyek, oğlum!
Birisi, komiklik olsun diye yüksek bir sesle bağırır:
-Bahın... Herkes katılacah. Katılmayanın kaynanası ölsün...
Bir başkası karşılık verir ona:
-Benim kaynanam yoh, nasılsa...
Gülerler hep birlikte. Kısa bir an sessizlik olur. Herkes o gence doğru bakar. Genç, oturduğu yerde şöyle bir kıpırdanır, bir iki defa yutkunur. Başlar okumaya;
“Bitlis’te beş minare
Beri gel oğlan beri gel
Yüreğim dolu yâre
Beri gel cânan beri gel
İsterem yanan gelem
Beri gel oğlan beri gel
Cebimde yok on pare
Beri gel cânan beri gel.
Tüfeğim dolu saçma
Beri gel oğlan beri gel
Kaçma vururum kaçma
Beri gel cânan beri gel
Dosan dokuz yarem var
Beri gel oğlan beri gel
Bir yare de sen açma
Beri gel cânan beri gel.”
Türkü başlar başlamaz hemen herkes eşlik eder. İniler odanın içi. Bilen bilmeyen, isteyen, istemeyen herkes katılır türküye. Öyle coşarlar ki, devam ederler başka bir türküyle. Yine herkes, aynı heyecanla katılırlar. Gittikçe ses yükselir. Sanki hepsinin ağzı aynıdır, hepsinin sesi birdir... Birlikte başlayıp, birlikte bitirirler. Hem söylüyorlar hem de elleriyle tempo tutuyorlar. Herkes kendinden geçmiş gibi...Bu sefer daha neşeli bir türkü tuttururlar.
“Makaram sarı bağlar lo
Kız söyler gelin ağlar
Niye ben ölmüşmüyem lo
Asıyam karalar bağlar.
Lö perde lö perde
Zülfün yüzüme perde
Devriyeler sardı da bizi
Meğer kadereim böyle.
Makarada ipliğim lo
Asıya benim sevdiğim
Hiç aklımdan çıkmıyor lo
Tenhalarda gezdiğim.
Lö perde lö perde
Zülfün yüzüme perde
Devriyeler sardı da bizi
Meğer kadereim böyle.
Sarı gülü deren de lo
İnsaf senin nerende
Kabahat sende değil lo
Sana gönül verende.”
Dışarıda küçük, büyük çok insan birikmiştir. Askere gidecek gençlerin bu coşkulu, neşeli durumlarını izlerler. Türkü söylenmeye devam ede dursun yemekler iki sini halinde muhtarın bekçileri tarafından getirilir. Bir yandan sofra kurulur, bir yandan da türkü söylenir. Hızlarını kimse kesemez onların. Bekçi Bekir, o tiz sesiyle seslenir:
-Hadin bahalım, gençler! Önce şu yemanizi bi yeyin.
Gençler öyle kaptırmışlardır ki, Bekçi Bekir’i hiç sanki duymazlar. Devam ederler söylemeye. Bekçi Bekir, şaka ile tekrar seslenir:
-Yemani yemiyeni dışarı atarım, ha!
Gerçekten Bekçi Bekir’in bu davranışı gençleri durdurur. İki ayrı yerde kurulu olan sofranın etrafında yavaş yavaş dizilirler.
Birisi Bekçi Bekir’in şakasına karşılık verir:
-Aman arhadaşlar! Bekir Ağanın şakası olmaz...
Bir başkası araya girer ve sorar:
Ne ki oğlum? Nesini gordün Bekir Ağamın?
-Sopasını gordüm, oğlum! Sopasını...
Birisi hemen takılır:
-Eli datlı mıydı Bekir Emmimin?
Bekçi Bekir karşılık verir:
-Ulan, oğlum Ahmet! Daha unutmadın mı? Gucücük çocuhtun, canım! Gıçına iki deynek vurmuştum sadece...
-Emme, tohadın okkalıydı Bekir Emmi. Daha dadını unutamadım...
Bekçi Bekir tekrar araya girer. Konuyu değiştirmek ister.
-Hadi, bırahın zevzekliği de, yeman dadına bahın.
-Eline sağlık Bekir Ağa, çok eyi etmişsin valla!
Bir başkası devam ettirir konuyu:
-Bekir Emmim bi tanedir, canım! Bekçinin vurduğu yerde gul biter, oğlum!
Bir başkası tasdik eder hemen:
-Tabi, canım!..
Birisi arka taraftan söze katılır:
-Benim bildiğim, hocanın vurduğu yerde gül biter, aslanım!..
Hemen yanındaki karşılık verir:
-Kim diye onu, oğlum?
-Oretmen Bekir diye...
Bir başkası araya girer ve son noktayı kor:
-Ne farh eder aslanım! Ha Oretmen Bekir, ha Bekçi Bekir!...
Herkes bu lâfın üzerine, sanki koro halinde gülüşürler. Sofraya yeni oturmuş gibi bazıları, yeniden besmele çekerek başlarlar yemeğe. Yemekler yenilir. Sonra sedire çekilirler. Bekçi Bekir tekrar konuşur:
-Hadi, biriniz dua edin bahalım.
Herkes birbirine bakar. Kimseden ses çıkmaz. Birbirlerine işaret ederler sadece. Birisi dayanamaz ve usulca konuşur.
-Ne hocayıh, ne hoca çocuyuh Bekir Emmi. İş gine sana galdı...
-Ee, yemek içmek golay. Bi de bunun duası var... Eh, n’apalım? Biz de galsın hocalıh.
Bekçi Bekir dizlerinin üstüne çöker be başlar okumaya:
-Âmiin!(Arkası hemen gelmez. Sonra birdenbire) Lillail tealel fâtihâ!..
Bekçi Bekir’de yemek duasını bilememektedir. Ama adet yerini bulsun diye bu kadar yapabilir. Gerçekten de adet yerini bulmuştur. Herke ellerini açar, sessiz bir şekilde içlerinden dua ederler. Duasını bitirenler sonra değişik biçimlerde teşekkür ederler.
Bir ağırlık çöker bazılarının üstüne. Belli ki bu, yemeğin verdiği ağırlıktır. Ahmet seslenir:
-Arhadaşlar! Böylece biraz sona bize gidecik. Kimse dağılmasın. Tamam mı?
-Oğlum, neremize yiyecik?
Ahmet birden ayağa kalkar:
-Hadin arhadaşlar! Şöyle bi Kazmalı’ya kadar gedip gelelim.
-Doğru söylüyon Ahmet! Ancah eritirik canım!
Aslan araya girer hemen:
-Arhadaşlar! Aşama bizdeyik. Heç kimse bi yere sapmasın...
Bugünkü dâvet sıraları alınmıştır. Hiç kimse itiraz etmez. Hep beraber dışarı çıkarlar. Üçerli, beşerli düşerler yola. Ağır ağır yürürler Kazmalı mevkiine doğru. Köyün içinde bir pınar vardır. Pınara gelir gelmez birisi sapar. Hemen müdahale eder Ahmet:
-Yoo arhadaş biz ne dedik?.. Suyumuzu Kazmalı’dan içecik...
Kolundan tutar, yola devam ederler. Hiç kimse bir yere sapmaz, yürürler. Hamza Kâyânın evinin önünden geçmek üzeredirler. Bir tarafında da köyün câmisi vardır. Kalabalık bir şekilde giderlerken köylünün dikkatini çekerler. Leylâ Hanım ve yanında da başkaları, evlerinin önündeki bir gezintiden gençleri izliyorlar. Gençlerin içinde kendi oğlu da vardır. Bu Aslan’dır. Tam Leylâ Hanımın bulunduğu hizaya gelirler. Leylâ Hanım gençlere seslenir:
-Aşam yemande bize dâvetlisiniz. Herkes gelsin. Emi, uşahlar?
Gençler zaten Aslan’a söz vermişlerdi. Birlikte karşılık verirler:
-Tamam Leylâ Abıla. Gelecik akşama.
Gülüşerek, konuşarak, neşeli neşeli giderler. Küçük Öz’ü geçer geçmez Duran yine tutturur bir türkü. Bir elini Ahmet’in omzuna atar ve sıkıca sarılır:
“Süt içtim dilim yandı, Amanın amanın
Döküldü kilim yandı, Kız sana hayranım
Cendermeyim cenderme, Amanın amanın
Beni yoldan dönderme, Kız sana hayranım
Cenderme çavuşuyam, Amanın amanın
Yol verin savuşuyam, Kız sana hayranım
Ben kilimde değilem, Amanın amanın
Bahçede gülüm yandı, Kız sana hayranım
Ben bir izinliliyem, Amanın amanın
Canıma kasteyleme, Kız sana hayranım
Beni çavuş sanmayın, Amanın amanın
Bölüğün başkanıyam, Kız sana hayranım”
Arkasından biraz durur. Şöyle bir sağına soluna bakar. Hatta döner bir arkaya da bakar. Nasıl olsa herkes de katılıyor kendine; devam eder söylemeye:
“Kurban olam ben o kaşı karaya
İnce uzun yollar girdi araya
Ben deyemem kendi gelsin buraya
Deyip, deyip elden ele kaçan yâr.
Bayram olsun kına yakam destine
Yüzün göster yâr eline dostuna
Gelme tabip sen yaramın üstüne
Gelsin bana bu yarayı açan yâr.
Yeter oldu dolandırdın sen beni
Demesinler sana yalan dolan yâr
Kaş göz ettin dolandırdın sen beni
Getme güzel bu gönlümü çalan yâr.”
Türkü bittikten sonra devam etmez. Birden yolun ortasında herkesi durdurur;
-Durun bahıyım!.. Öyle yoh, arhadaş!
Herkes şaşırır. Bir şey anlamazlar. Birkaç kişi birden seslenir:
-“Niye durduh?..”
-Ben söyliyecam, siz dinliyecaniz! Oh, ne gozel!..
Birisi seslenir arkadan:
-Oğlum Duran, biz de eşlik ediyoh ya sana!
-Tamam, ediyonuz da, benim bi istaam var hepinizden...
Hep birden sorarlar.
-Nedir istan?..
-Arhadaşlar! Gaytarmah, Guytarmah yoh. Herkes bi türkü söyliyecek! Ben annamam...
Bir uğultu olur hemen. Kimi güler, kimi elini atar yukarı doğru ‘boş ver’ der gibi. Yürümek isterler. Birkaç kişi hareket eder. Duran, inatla ısrar eder ve bir yandan da önlerinde durur hâlâ.
-Yoh arhadaş! Söz veriyosanız verin; yosam ben yoom...
Duran, kenara çekilir. Ahmet sert bir şekilde karşılık verir Duran’a:
-Tamam la tamam! Ben söz veriyom herkesin adına.
Duran, isteğini bir daha tekrarlar:
-Bah, herkese söylettiririm, haa!..
Ahmet bir daha karşılık verir:
-Tamam dedik ya, oğlum!
Yürümeye devam ederler. Kazmalıyla köyün arası tahminen bir kilo metre vardır. Köyden bakınca görünür. Konuşarak, gülüşerek, çeşitli şakalar yaparak; üçer beşerli gruplar halinde, kimi sesli, kimi sessiz, konuşarak varırlar Ören mevkiine. Arkadan biri yüksek bir sesle konuşur:
-Arhadaşlar! Gelin bağlara gadar gidaan.
Bu teklifin üzerine herkes fikir yürütmeye başlar. Kimin ne söylediği belli değildir. Anlaşılır, anlaşılmaz bir takım sesler çoğalıverir. Ahmet sabredemez ve konuşur:
-E hadin! Gidecasek gidan, yahu! Aşam olacah, nerdeyse..
Ahmet’in bu sert çıkışı üzerine bazıları susar. Bazıları da onu desteklemek maksadıyla bir şeyler konuşurlar. Ahmet tekrar konuşur:
-Peki, ne diyonuz?.. Gediyoh mu Bağlara?..
Birkaç kişi birden karşılık verir:
-“Gidaan be!”
-Hem baharıh, üzümler yetmiş mi?
-Üzümler yetmemiş daha, oğlum. Dün emmim yohlamışdı...
-Yetsin yetmesin, canım!.. Gayemiz gezmek daal mi?
-Gine de bi baharıh dadına ,canım!
-Şurda ne galdı? Bi hafta...Bilemedin iki hafta sona üzümler yeter, oğlum!
Duran ve yanındakiler bu sözün üzerine gülerler. Bir başkası sert bir tavırla Duran’a yönelerek konuşur:
-Neye gulüyon Çolah Duran?
Duran, gülmeye devam eder ve bir eliyle de soru sorana işaret ederek konuşur:
-Ulan oğlum! Sen de mi annamadın? Yahu, ne saftirikler varımış!.. Ulan saflar, iki gun sona ‘pırrr, uçacanız’...Yoh, bi hafta sona üzüm yetermiş, yoh iki hafta sona üzüm yetermiş...Düşünüzde gorürsünüz üzümü, oğlum!..
Duran’ın alaycı ve birazda acıklı konuşması üzerine kimisinde bir sessizlik, kimisinde de onu tasdik eder sözler , davranışlar görülür. Aslan sessizliği dağıtan bir hareket yapar.
-İki adım yer, Bağlar. Hadin, yörüyün o zaman! Bence, yenebilecek üzüm de bulabilirik belki. İki gun önce de ağam gelmiş. ‘Üzümler de olgunlaşmıya başlamış’ demişti. Herkes sapmadan doğruca Bağlara yürürler.
*
Şafak üç... Yusuf hâlâ evinde. Beş gün yol izni var. Cuma günü birliğine teslim olacak. Yol uzun. Şubeden tirenle gidileceğini söylemişlerdi. Tiren Yerköy’den hareket edecektir. Birlik İstanbul-Topkapı... Tam iki günde varabileceği söylenmişti.
Bugün son gündür köyde. Yusuf, sabahın erken vaktinde hazırlanmış, kamyonu beklemektedir.. Herkesten önce kalkmıştır. Heyecanlı ve aynı zamanda da üzgündür. Onun bu durumunu anlamak hiç de zor değildir. Durgunluğu, sessizliği, hele bir aşağı, yukarı gidip gelmesi; içeri girip çıkması her şeyi belli etmektedir.
Gün daha doğmamıştır. Şafak yeni sökmektedir. Herkes, hatta Musa amcasının bütün ailesi de kalkmıştır. Yusuf, askere uğurlanacaktır. Herkes ayakta ve onlar da heyecanlı... Herkes, sanki bir şeyler yapmaktadırlar. Dünden ‘Gilik’ dedikleri çörekler yapılmıştır. Özellikle bir tanesi diğerlerinden çok farklıdır. Biraz daha büyükçe, daha parlak, üzerine yağ ve yumurta sürülerek özenle pişirilmiş, tam bir ‘Ay’a benzemektedir. Rabia Hanım bu Gilik çöreği alır mutfağa götürür. Kimsenin uzanamayacağı ve dikkat etmediği bir köşesine, yükseğe bir iple bağlar tavana. Gilik çörek orada asılı kalır. Yusuf askerden gelinceye kadar Gilik çörek asılı kalacaktır. Hiç kimse onu oradan almaz, alamaz. Bu, bir adettir.
Sofra hazırlanmıştır. Büyükçe ve ağaçtan yapılı yer masası... Üzerinde ne ararsan var. Taze peynir, çökelik, kaynamış yumurta, bir tabak bal, süt... Bir zengin sofrasıdır. Köyde çokları bu masanın üzerindekilerden bir tanesini bile kahvaltılarında görememektedirler. Sofra öylece kurulu durmaktadır. Çünkü hâlâ büyükler sofrada değillerdir. Dışarıdan, çocuklar tarafından çağırılırlar. Büyükler gelmeden Rabia Hanım, dışarıda hemen yanı başındaki pencerede duvara yaslanmış vaziyette dikilen Yusuf’a seslenir:
-Yusuf! Sen gel. Bi bardah süt iç hele. İstersen içine bal da goyum...
-Olmaz ana. Ağamla emmim çatal kapının ağzındalar. Gelirler şimdi.
-Aman oğlum, onlar bek aldırmaz. Onlar misafirsiz gelmez. Sen gel hele içeri. Bi şeyler atıştır.
Anası ısrar eder, Yusuf ağırdan aldırır. Zaten hem canı istemiyor heyecandan hem de babası ve amcası varken sofraya oturmak Yusuf’a göre hoş değildir. Bütün çocuklar böyle yetiştirilmişlerdir.
Gerçekten Rabia Hanımın düşündükleri doğru çıkar. Hasan ile Musa yalnız değillerdir. Çatal kapıdan girdiklerinde yanlarında başkaları da var. Yusuf, usulca başını pencereye yaklaştırır ve gülümseyerek anasına seslenir:
-Geliyolar ana. Misafir de var.
-Ee, ben sana demedim mi oğlum.
Hasan ve Musa yanlarında misafirlerle gelirler. Biri Gurunun Mehmet, diğeri kamyonun hem sahibi hem de şoförü Boğazköylü Mehmet. Yusuf, misafirleri güler yüzle karşılar.
Şoför Mehmet Efendi, Yusuf’un yanından geçmektedir. Yusuf, hemen elini uzatır.
-Hoş geldin Memmet Abi.
-Hoş gordük yiğenim. Nasılsın? Heyecanlısın belli. Olur o gadar yiğidim. Sana vız gelir askerlik. Sayılı gun tez gelir geçer, aslanım.
Mehmet Efendi, Yusuf’un omzunu eliyle sıvazlar ve geçer. Yusuf, hemen arkasından Gurunun Mehmet’e elini uzatır.
-Hoş geldin Memmed Emmi.
Mehmet Emmi yüksek sesle ve gülerek Yusuf’a karşılık verir. Elini de sıkıca tutar Yusuf’un:
-Oo, vay aslanım! Demek eskere gediyon, ha! Gule gule get, gule gule gel, aslanım! Deden de İstanbul’da yaptıydı... Biliyon mu?
-Biliyom Memmed Emmi.
-Vay aslanım, be! Şindik, Yusuf Çavuş gorecadi seni. Nasıl sevinirdi, be?..
Yusuf, bu övgü karşısında tatlı tatlı gülümser ve başını sallar sadece. Mehmet Emminin bu sözleri herkesi duygulandırır. Hele Yusuf’un heyecanını daha da artırır. İçeri girerler ve hemen sofraya otururlar. Beş kişi vardır sofranın başında. Odanın içi kalabalıktır. Kadınlar, diğer gençler ve çocuklar... Kimi ayakta, kimi sedirde ve yerlerde oturmuş vaziyetteler, öylece seyrederler. Sofrada Gilik çörek vardır. Bu, misafirlerin de dikkatini çeker. Boğazköylü Mehmet Efendi eline aldığı çöreği şöyle bir evirir çevirir ve merakla konuşur:
-Bizimkiler de çörek yaparlar sabahları. Ben ilk kez böyle Ay’a benzer çörek gorüyom!..
Mehmet Emmi hemen araya girer:
-Mahi Abılamın çoh çörani yedim. Epeydir de Gilik yemediydim, canım! Elinize sağlık!..
Hasan, Gilikten lâf açılınca başını geriye döndürür yavaşça. Gözlerini karısı Rabia’ya çevirir. Eline aldığı çöreği gösterir ve yavaşça seslenir:
-Astın mı?
Rabia Hanım bir önemli iş yapmış edâsıyla gülümser.
-He, astım.
-Eyi yere assaydın...
-Eyi yere astım. Gilarda...
İçerde Yusuf’un bütün ailesi, dışarıda şehre gideceklerle birlikte diğer eş, dost ve komşular... Büyük bir kalabalık...Dışarıdaki sesler tâ içeriye duyulmaktadır.
Sofradan ilk Yusuf kalkar. Heyecan giderek artmıştır. Sadece Yusuf’ta değil herkeste. Ama biri var ki hiç içeri girmemiştir. Bu, Hatice Gelindir. O sırada evinde bile değildir. Aynı avlu içerisinde Musa amcalarının evindedir. Hanım Bacı ile birlikte evin gezintisinde ve hemen dış kapının yanı başındadır. Kırmızı renkli ve kenarları işlemeli yemenisin kenarıyla öyle gözlerini siler. Hatice Gelinin bir yaşında ve İkbal adında kızı vardır. İkbal, Hanım Bacının kucağındadır. Hanım Bacı seslenir:
-Hadi, biz de gidek. Hem gendini elin içinde goyverme. Canı sağ olsun! Bi Yusuf mu?.. Herkes gediyo Hacca. Sayılı gun tez gelir geçer, yavrım. Ben de esker yolu bekledim. Alışırsın gızım...
Hatice Gelin, Hanım Bacının kucağından kızı İkbal’ı alır. Bir eliyle de ıslanmış yanaklarını yemenisinin kenarıyla silmeye çalışır. Sessizce beklemeye devam eder. Hanım Bacı birden durur ve döner:
-Dur Hacca. Ocağa çay suyu goymuştum. Bi bahıyım. Hem Sürme’ye tembih ediyim; evden ayrılmasın. Kedi kopek girmesin içeri...
-Tamam, Hanım Bacı...
Birlikte giderler. Dış kapının eşiğinden ilk adımlarını attıklarında iç kapı açılıverir. Büyükler kalkmışlar, dışarı çıkıyorlar. Şimdi daha hızlanır kalp atışları. Herkes bir şeyler konuşur çıkarken. Sadece büyükler konuşur. Gençler ve kadınlar konuşmazlar. Üzgün dururlar. Yüzleri gülmez onların. Yapılan teşekkürlere ve güzel temennilere Hasan ile Musa, arada bir Rabia Hanım karşılık verirler.
Musa yeni muhtardır. O, nasıl isterse herkes öyle hareket eder. Hatta yabancılar bile. Her seferinde gün doğmadan hareket eden kamyon, bugün gecikmeli gidecektir. Herkes sanki ağırdan aldırır. Ağırdan aldırmayan biri var, o da gün. Sanki herkese inat çok hızlı hareket eder. Şoför Mehmet Efendi kamyona binmiş, o meşhur sert, ürkütücü kornayı çalıverir. Bu ses köyün her tarafına yayılır. Uyuyup kalanlar, unutup ahıra gidenler hızlı ve telaşlı bir şekilde gelirler. Gelenlerin hepsi şehre gitmek için değil, uğurlamak ya da meraktan dolayıdır. Bu bir alışkanlıktır.
Bir Çarşamba sabahı. Yozgat’ın pazarı olmamasına rağmen yine dolar kamyonun kasası. Yanlarından, arkasından asılarak, tırmanarak ve bazılarına da yardım edilerek binerler. Kamyon muhtarın özel aracı gibi, ön tarafı yani şoför mahalli kendisine aittir. Başkaları binmeye kalksa bile şoför izin vermez.
İlk yolcularını alır pınarın başından. Herkes binmiştir. Hasan’la Musa önde yerlerini alırlar. Şoför Mehmet, başını camdan dışarı uzatır, arkaya doğru seslenir:
-Herkes bindi mi?
Birkaç kişi birden cevap verir:
-“Bindi abi.”
-“Tamam, Memmet abi.”
-“Çatalkaya’da da var Memmed abi.”
-Tamam, tamam. Annaşıldı.
Çatal kapının hemen ağzında Hatice Gelin bir gençle konuşmaktadır. Yanında babası Mustafa Efendi ve annesi Pambılı Hanım da vardır. Hatice, o gençle de vedâlaşır. Bu, Ali’dir. Hatice’nin erkek kardeşi... Ali’de Yusuf’la birlikte askere gitmektedir. Ali Kütahya’ya, Yusuf İstanbul’a...Hatice için iki büyük hüzün bir aradadır. Biri kocası, hem de daha yeni evli; diğeri de canı ciğeri kardeşi, ağabeyi. Hatice, çatal kapının arkasında başındaki keteninin kenarlarıyla göz yaşlarını sile dursun Ali’de en son bir hareketle kamyonun kasasına atıverir kendini.
Ve bir korna daha... Birbirini sevenlerin yüreklerinde çınlar. Birbirlerine sarılmış sevgilileri ayıran bir fırtına olur bu. O fırtına yerde ve hemen karşıdaki evlerde uzaktan izleyen sevenleri coşturdukça coşturur. Yukarısı aşağısı birbirine karışır. Bu karışan duygular okyanustaki dalgaların çıkardığı köpükler gibi arka arkaya dağılır, toplanır. Mahi Hanım, iki gelini arasında, çatal kapının önünde durmadan el sallar.Yusuf’ta kamyonun kasasındadır. Daha hareket etmemiş olmasına rağmen Yusuf’a el sallar herkes.
Acı bir gaz verir kamyon. ‘Çekilin yoldan’ der gibidir. O ağır gövdesiyle hareket eder. Kalkışı bile korku verir. Hırslı, sinirli birisi sanki. Son bir korna daha çalar Veysel’in evini dönerken.
Rabia Hanım, elinde hazır bir şekilde tuttuğu su dolu bakır sitili, kamyon hareket ettiğinde serper arkasından.
Kamyon Çatalkaya’da durur. Orada da kalabalık vardır. Hepsi yolcu değildir. Başka askere gidenler de vardır. Daha önceden burada kamyonu beklerler. Aslan’da askere gidecektir. Aslan’ın babası, anası, yakınları ve arkadaşları uğurlamak için Çatalkaya’dalar. Yusuf kamyonun kasasından aşağı iner. Aşağıda Aslan son kez anasının, babasının elini öper. Arkadaşlarıyla tek tek kucaklaşırken, Yusuf’ta gelir Aslan’ın babasının ve anasının elini öper. Onlar da Yusuf’u öperler. Bu arada Hamza , şoför mahalline yaklaşır;
-Musa, Hasan...
İkisi birden karşılarlar:
-“Buyur dayı.”
-Aslan’ın emaneti de önce Allah’a, sona size. Yusuf’la birlikte gonderin.
-Tamam ,dayı. Sen heç merah etme.
-Hadi, yolunuz açıh olsun!
Arkasından Leylâ Hanım, kocası Hamza’nın hemen ardından seslenir:
-Musa! Aslan’ımı Yusuf’tan ayırma... Gule gule getsinler gelsinler, yavrım!
-Tamam, nene! Ayırmam. Sen merah etme.
Hamza, Musa ile Hasan’ın öz dayısıdır. Musa’nın da kayınbabasıdır. Leylâ Hanım hüzünlenir ve sessizce ağlar. Hemen yemenisinin bir ucunu ağzına tutar. Bir elini kaldırır, hareket eden kamyonun ardından yavaş yavaş sallar. Kamyon hayli gider. Kimi, Yusuf Çavuşun Bağı geçer geçmez döner gider evlerine. Kimileri de tâ Sarısulak’ı geçene kadar ayrılmazlar Çatalkaya’dan.
İlk kez şehre geç bir vakitte gelirler. Kamyondan indiklerinde saat dokuza gelmektedir. Kamyondan ilk önce inen Hasan’la Musa olmuştur. Yavaş yavaş iner yolcular. Yusuf’la Aslan da inerler. Musa, seslenir Aslan’a:
-Aslan, gel yanıma.
-Buyur enişte!
-Bizden ayrılma. Tamam mı?
Aslan şöyle bir başını aşağı eğer;
-Peki enişte...
Hasan, Musa, Yusuf ve Aslan hep birlikte şehrin içine doğru yürürler. Hasan Musa’ya seslenir:
-Hemen gidek Musa. Yerköy dolmuşlarını gaçırmıyah.
-Tamam, Hasan Ağa. Merah etme, gaçırmah. Ben, Askerlik Şubesine bi varıp, bilgi alıyım. Daha vahtimiz çoh...
-Eyi de, ne bilgi alacan?
-Binbaşı çok eyi bi adam. “Yeğenini Yerköy’den tirenle gönderelim. Getmeden yanıma uğra. Tirenin o günkü İstanbul-Ankara gediş geliş saatlerini veriyim” dediydi.
Eyi öyleyse...
Şubeye varırlar. Musa, yalnız girmek ister. Diğerlerinin beklemelerini söyler. Musa yürür gider. Şubeye gelince nöbetçi asker durdurur.
-Buyurun Beyefendi!..
-Binbaşıyla gorüşecam.
-Bi randevunuz var mıydı?..
-Özel bir randevum yoh ama daha önce kendilerinin müsaadesi vardı.
-Sizi tanırlar mı, Beyefendi?
-Evet, tanırlar.
-Ben, Komutanıma haber veriyim. ‘Kim’ deyim, Beyefendi?..
-‘Bişek Köyü muhtarı Musa Gürer’ dersin.
-Peki, Beyefendi. Siz bekleyin...
Nöbetçi asker girer ve çok geçmeden gelir.
-Buyurun Beyefendi. Komutanım bekliyorlar.
-Teşekkür ederim asker.
-Bi şey değil, efendim!
İçerde, ayrıca bir asker daha hazır durumda salonda beklemektedir. Bu, çavuş rütbelidir. Musa, içeri girer girmez eliyle sessiz bir şekilde Binbaşının odasını gösterir. Binbaşının kapısı açıktır. Musa, kapının ağzında önce bir durur ve bakar. Karşıdan Binbaşı görür.
-Buyurun muhtar! Girin içeri. Gelin şöyle. Buyurun...
-Ayakta elini uzatır Musa’ya.
-Ee, nasılsın muhtarım. Askerleri dağıttın...
-Sağ olun, Binbaşım. Askerleri dağıttık. Bugün de yiğenimi gönderiyom.
-İstanbul’du, değil mi?
-Evet, Binbaşım.
Musa Kâyâ, hemen lâf çoğalmadan Binbaşının hatırını sorar.
-Siz nasılsınız Binbaşım?..
-Çok sağ ol muhtar. Bildiğin gibi. Teşekkür ederim.
Musa, lâf açılmışken İstanbul’dan konuya girer.
-Binbaşım! Değerli vaktinizi almak istemem. Yiğenimi Yerköy’den tirenle gönderecem. Siz, ‘Gitmeden bi uğrayın’ demiştiniz...
-Ha, tamam muhtar. Hatırladım. Dur bakıyım, şurada olacaktı...
Binbaşı, önündeki sümeni kaldırır ve içini karıştırır.
-Hah, buldum muhtar. Yerköy, İstanbul...
Listeyi bulmuştur ama Yerköy-İstanbul arası maddesini aramaya başlar.
-Evet muhtar... Bugün ve yarın sabah saat beşte tiren var. Bugün geçtiğine göre, yarın sabah beşte tirende olması gerekiyor.
-Teşekkür ederim, Binbaşım.
-Rica ederim. Bir de muhtar; tirende görevli askerlerimiz var... Teslim alarak birliklerine kadar götürecekler...
-Anladım Binbaşım. Çok sağ olun. Ben müsaade isteyim, Binbaşım. Tekrar teşekkür ederim, Binbaşım.
-Bi şey değil muhtar. Güle güle.
Musa, şubeden çıkar ve Ziraat Bankası önünde bekleyen Hasan, Yusuf ve Aslan’ın yanına gelir.
-Hadin gidelim şimdi.
-Nereye gidiyoh?
-Şöyle bi gaveye gidan önce.
-Ne dedi Binbaşı, Musa?
-Hele bi gidek, annatırım Hasan Ağa. Daha vahtimiz çoh.
Sayarlar’ın dükkânının arkasındaki kuytu bir kahveye girerler. Çaylar içilmeye başlanır. Musa, binbaşıyla konuştuklarını özetle aktarır. Hasan, araya girer:
-Ben, çocuklarla Yerkoy’e gediyim. Sen istersen koye dön, Musa.
Musa gülümser. Biraz gecikmeli karşılık verir:
-Yo Hasan Ağa! Sen koye dön. Koydeki işlerin ancah sen hakkından gelirsin. Hem ben Tüfekçioğlu’nu bi gormem lâzım. Onunla bi işim var.
-Peki, tamam.
Bu arada konuşulanları dinleyen Yusuf ile Aslan birbirlerine bakışırlar ve göz kırparlar. Bu, anlaşılan sevinçlerinin işaretidir. İkisi de Musa’nın Yerköy’e gideceğine sevinmişlerdir. Musa, saate bakar;
-Saat onu geçiyo. Hadin galhalım...
Musa, doğruca çay ocağına gider. Ocağın hemen yanında küçük bir ağaç masa, ardında şişmanca birisi oturuyor. Musa, adamın yanına varır;
-Ne kadar veriyoh, patron?
-Gaç çay, efendi?
-Sekiz...
-Kırk guruş, efendi.
Musa, avucuna aldığı paraların içinden iki yirmi beşlik verir. Kahve sahibi adam masanın çekmecesini çeker. Çekmece zorlanır çekilirken ve demir paralar şıngırdar birden. On kuruş geri verir.
-Hayırlı işler patron.
-Sağ olun, efendiler. Gene beklerik. Güle güle...
Kahveden dışarı çıktıklarında Musa kenara çekilir ve durur.
-Şu elinizdekileri gezdirmeyin böyle. Gelin, bizim Osman Özer’in dükkâna goyalım. Oradan da dolmuş ‘ne zaman galhıyo Yerköy’e’ ona bahalım!..
-Olur, emmi. Valiz de ecik ağırlaştı, emmi.
-Tabi, ya! Valizin gendisi bile ağır, yiğenim. Bi de içinde neler var gor ki...
Yusuf, güler.
-He, emmi. Eyi bildin valla. Ebemle anam, evde ne varsa goymuşlar herhal.
-Oğlum, çamaşırdan başka ne olabilir ki?..
-Anam, ‘yağlı Gılik çörek koydum’; ebem ‘bal, peynir’ diyodu. ‘Sarı üzüm, leblebi...’ söyleyip duruyolardı, emmi.
-Annaşıldı...’Giyecekten çok, yiyecek var’ desene.
Osman Özer’in dükkâna varırlar. Musa ve Hasan önden girerler. İkisi de selâm verir. Osman Bey selâmlarını alır ve ayrı ayrı toka yapar.
-Hayırdır, benim gardaşlarım! Ne bu? Gençlerdeki kocaman valizler... Hele hoş geldiniz. Durun, ben size çay söyleyim.
-Zahmet etme Osman Bey!
-Ne zahmeti Musa Çavuş! Biz bundan zevk alırız.
Osman Bey, yanında çalışan çocuğa seslenir:
-Hadi oğlum! Git, bize beş çay söyle. Çabuk ol.
-Ee, işler nasıl Osman Efendi?
-Buna şükür. İyi be, Hasan Kâyâ. Geçinip gidiyoruz. Sizin işler nasıl? Köylüyle aranız nasıl gidiyo?
Osman Bey ve Musa gülerler. Soruya Musa cevap verir.
-Şimdi, iş güç bek yoh, Osman Bey. Muhtarlık da bildiğin gibi işte... Biz idare edersek, bi de almaz yedirirsen, senden eyi kimse yoh!
-Bilirim muhtarım! Bilirim. Ama köylü ne yapsın be, Musa gardaş? Fakir fukara çok. Bir senin köyün değil, her köy böyle! Aha, şehirde bile istemediğin kadar fukara var. İnan, sanki dükkânı benimle açıyor dilenciler, canım. Görüyorsun, Büyük Caminin içi, dışı tesbik tanesi gibi dizili garipler. Allah’ıma çok şükür... Sende, bende var da veriyoruz. Akşama kadar onu geliyo, yirmisi gidiyo. Kimini de maalesef göremiyok!
-Hahlısın Osman Bey, hahlısın! Biz eyi niyetimizi her zaman gostermeliyik elbette.
Bu sırada çaylar gelir, içilir. Osman Bey, bir daha ısmarlamak ister. Musa, hemen kalkar oturduğu yerden engel olur.
-Çok teşekkür ederiz Osman Bey. Biz şimdi Yerköy’e gidecez. Hasan Ağam köye gidecek. Şu valizler, bir iki saat gadar durabilir mi acaba? Şöyle bi dolaşacaz da...
-Ne demek Musa Çavuş... Dükkân benim değil, sizin!
________ romanın devamı var ________ EKREM GÜRER