KARA YUSUF-VI
..................
**
Yıllar ne çabukta geçivermiştir. Çocukluğu, evliliği, delikanlılığı her şeyiyle daha taptazedir Yusuf! Yusuf askere gidecektir. Bir yıl önce Ağustos ayında muayeneye gitmişlerdi. Ne çabuk geçti bir yıl?..Köye son kez ihbar gelmiştir. Askere gidecek olanların isimleri ve ihbar kâğıtları muhtardadır. Muhtar, Yusuf’un amcası olduğundan ilk haberi de Yusuf almıştır. Diğerlerine de teker teker köyün bekçileriyle haber iletilir. Yusuf’la beraber tam altı genç sülüs almaya gidecekler. Altı genç hemen bir araya gelirler. Konuşurlar, birlikte gitmeye karar verirler. Muhtar Musa’nın her şeyden haberi vardır.
Kararlaştırdıkları gün gelir. Kamyon Çatalkaya’da bekliyor. Acı acı düdüğünü öttürüyor. Çatalkaya’da hemen her sabah erkenden bir kamyon bekler. Yusuf’un elinde sülüsü vardır.Yusuf, çatal kapının ağzında beklemektedir. Bir karayel bütün hiddetiyle eser; yol üzerindeki toz, çöl çöp, kâğıt, ne varsa aldığı gibi havaya kaldırır. Her şey birbirine karışır. Kısa bir süre sonra yavaş yavaş her biri tekrar yere inerler. Çünkü bu, o kadar büyük bir rüzgâr değildir. Sanki gelecek fırtınaların habercisi gibi... Birden kesiliverir. Eylül ayıdır. Sonbahar yüzünü göstermeye başlamıştır. Bu karayel de sanki bir habercidir.
Her şey maalesef bir habercisini yolluyor. İşte Yusuf için de kamyon, düdüğünü öttürerek haber vermektedir. "Askerlik başladı Yusuf, çabuk ol, gel..." der gibidir. Yusuf geriye döner ve evlerine bakar. Neler neler düşünür! Aniden eve doğru tekrar yürür. Dört ya da beş basamaklı merdiveni hızlıca çıkar ve içeri girer. Onu gören sanki;
"Yusuf gitmeyecek, gidemeyecek...”
“Yusuf ayrılamayacak karısından...”
“Yusuf’a zor geliyor gitmek..." gibi düşüncelerde bulunurlar.
-Hadisene Yusuf! Gamyon gahmak üzere, aslanım!.. Herkes seni bekliyo...
Bu ses, çatal kapının arkasından gelmektedir. Bu, kayınbiraderi Ali’dir. Yusuf’la beraber o da askere gidecektir. Muayene olmak için Yozgat’a gidiyorlar. Yusuf, kayını Ali’yi duymuştur. Ancak karşılık vermez. Sessiz ve yavaş hareketlerle çatal kapıdan dışarı çıkar.
-Geldim Ali.
-Enişte, emmin ‘çabuh olsun’ diyo. Herkes bindi gamyona. Seni bekliyo millet.
-Hadi, gidek...
Ali, gülümser ve tekrar Yusuf’a döner.
-Yosam vedâlaşma töreni mi yapıyodun, enişte? Hemen askere getmiyoh ya!..
Muayeneye gediyok, enişte!
Yusuf, başı yerde, küçük bir gülücük atar:
-Yoh, be gayınço! Anam çağırdı da...Bi şeyler ısmarladı. Onnnarı dinnedim. Derken gecikmişim işte.
Konuşa konuşa Çatalkaya’ya varırlar. Yusuf ile Ali, kamyonun arkasından, yukarıdakilerin de yardımıyla çabucak binerler. Kamyon onların binmesiyle hareket eder.
Kamyon dolu değil, çünkü bugün Salı değildir. Salı günleri Bişek köylülerinin pazarıdır. Bu alış veriş pazarı şehirdedir. İşte o nedenle kamyon dolu değildir. Kamyon bugün
sadece askere gidecek olan Bişekli gençler için şehre gitmektedir. Kamyonda şoförle tam on beş kişi var. Bunun üçü kamyonun şoför mahallinde, diğerleri ise kasasındadırlar. Köyün muhtarı ve komşu köy olan Dağboymul Köyünden bir yaşlı adam şoför mahallinde oturmaktadırlar. Kamyonun kasasında on tane asker olacak genç vardır. Bunlar; Aslan Dikmen, Ali Bek, Duran Yahşi, Ahmet Seçkin, Özdemir Müldür ve Yusuf Gürer. Altı tane de Dağboymul Köyünden gençler...
Hepsi de ayakta giderler. Yol, sitebilize bir yoldur. Yer yer çukurlar vardır. Kamyon her esik ve çukura düştüğünde kasa sert bir şekilde sarsar herkesi. Herkes ya birbirlerine tutunmuş olarak ya da iki elleriyle kasadan tutunurlar. Ayakta, sırtlarını kasaya vererek dururlar. Kamyon beş kilometre kadar gayet yavaş bir hızla ana yola çıkar. Sarsıntı birden kesiliverir. Hani sancısı olan birisine ilacını verirsin de, bir süre sonra ağrısı kesilir ya...Birden rahatlayıverirler. Bir uzun yolculuk başlamıştır. Şehre kadar sadece yirmi yedi kilometredir. Gel gör ki, on iki gencin birbirlerine bakışları, uzun bir yolculuğa çıkar gibidir.
“Yeşil ayna takındın mı beline
Gelin kurban olam tatlı diline
Aman diline
Sen düşürdün beni âlem diline
Benim ile mercimeği daşlı da yâr
Sen sefa geldin.
Çarşıdan aldırdım yeşil aynayı
Boşa çiğnemişim yalan dünyayı
Aman dünyayı
Ne İstanbul koydum ne de Konya’yı
Kendime münâsip yâr bulamadım
Sen sefa geldin.”
Sanki birlikte eğlenmeye gidiyorlar. Sanki bir daha köylerine geri gelmeyecekler...Sanki sevdiklerine bir daha kavuşamayacaklar...Bir sessizlik olur birden, türkü başlar başlamaz.
Türkünün bitmesiyle yerini, sert ve acı bir ses alıverir. Bu, kamyonun sesidir. Kamyon Köklü’nün yokuşu çıkmaktadır. Çok emektar bu ‘Bedford’ marka kamyon, dağ taş, dere tepe, kar çamur demez çalışmaktadır. Kamyonun motoru öyle bir bağırıyor ki...Bir an herkes, bulundukları yerde taş kesilmişler gibi olurlar. Kiminin bakışları karşıda... Kiminin başı öne eğik... Kiminin sırtı dönük... Kiminin elleri ve kolları birbirlerine girmiş vaziyette... Donmuşlar gibi...
Kamyon olanca gücüyle bağırmaya devam ediyor, sonsuzluğa gider gibi...Hem dik ve
yokuş çıkıyor hem de kısa mesafeli virajları dönüyor. İşte, bu virajları dönüşünde kasadakiler, türkü söylerken yeniden kendilerine geliyorlar. Kaptırıveriyor gene birisi:
“Bir yiğit gurbete gitse
Gör başına neler gelir
Garip sılayı andıkça
Yaş gözüne dolar gelir.
Bağrıma basarım taşlar
Akıttım gözümden yaşlar
Yavrusunu yitiren kuşlar
Yuvasına döner gelir.
Evlerinin önü söğüt
Atalardan almış öğüt
Yârinden ayrılan yiğit
Sılasına döner gelir.”
Durulur mu? Hemen eşlik eder bazıları. Kimi yüksek sesle, kimi de mırıldanarak...Türkü bitince konuşma devam eder. Biri gülümseyerek konuşur:
-Gabahtepe’yi çıhtık mı, Yozgat’a geldik sayılır...
-Düşünduğune bah, be! Yozgat’ı mı düşünüyon, oğlum? Ben, cenderme olacam mı,
olmıyacam mı? Onu düşünüyom...
Bu karşılıklı küçük söyleşi, kamyonun acı sesine rağmen ortalığı hareketlendirir. Bir başkası araya girer:
-Valla, ben eyi bi yere çıhmasını istiyom. Başka bi şey istemiyom Allah’tan.
-Özdemir’i saymazsah dohuz kişiyik. İnşallâh, hepimiz aynı yere düşerik.
Bu içten temenni üzerine herkes "Amin! İnşallah" diyerek karşılık verirler. Bu arada bir başkası duygulu bir konuşma yapar:
-Arhadaşlar! İster cenderme, ister piyade... Ağrı’da da ossah, İzmir’de de ossah, bunlar önemli daal...Önemli olan sağ salim teskire almamız...Cenâb-ı Allah, hepimize, hayırlısıynan gedip gelmeyi nasip etsin!
Bu konuşma âdeta büyük bir moral oluverir. Arkasından gülümsemeler ve gülüşmelerle birlikte küçük şakalaşmalar başlar.
Kamyon Kabaktepe’yi çıkmaktadır. Ama gençlerin neşeleri şimdilik yerindedir. Söyleşi devam eder:
-Ahmet...
-Ne diyon Çolah?
-Senin eskerlik yarı oldu sayılır, oğlum!
Ahmet pek bir şey anlamaz. Duran’a köyde ‘Çolak Duran’ diye takılırlar.
-Ne demek yarı oldu?
-Oğlum, sen demedin mi? ‘Gabahtepe’yi çıhınca eskerlik biter’ diye...
-Bah oğlum! Ben öyle demedim, bi kere...
Bir başkası araya girer. Yanındakilere göz kırparak konuşur:
-Yahu, Ahmet! Sen aldırma Çolak’a... N’etsin garibim! Gabahtepe’yi yırah bi yer sanıyo!..
Ahmet, bunun bir şaka olduğunu gülüşüyle belli eder.
-Anlamıyanı da idare ederik, canım!
Duran, karşılık vermekte gecikmez:
-Hani, Gabahtepe’yi çıkınca, ben de askerlik bitiverecek sandım da!..
Bu tatlı şaka üzerine herkes birazcık daha eğlenirler ve üzerlerine çökmüş olan heyecanı dağıtmaya çalışırlar.
*
Şehrin içindedirler. Musa Kâyâ, yeleğinin cebinden köstekli saatini çıkarır.
-Daha çok erken. Saat altı...
Yanında ve çevresinde gençler beklemektedirler. Sanki ondan bir emir bekler gibi öylece dururlar. Çünkü tek işleri vardır, o da bir an evvel Askerlik Şubesine gidip muayene olmaktır. Ancak saat dokuzu beklemek zorundalar. Musa Kâyâ şöyle bir etrafına yavaşça döner:
-Hadi bahalım, gençler! Önce birer çorba içelim. Hem garnımızı doyururuz hem de vahit geçer biraz.
Bazıları, yavaş seslerle karşılık verirler:
-‘Ben aç dalim..’
-‘Evde bi şeyler atıştırdım ben yemiyecam.’
-‘Benim canım bi şey yemek istemiyo valla.’
Musa Kâyâ duruma el kor.
-Şimdi bırahın ‘yemiyecam, aç dalim’ lâflarını da... Hadi, hepiniz de benimle geliyonuz.
On iki genç, hiç itiraz etmez. Dağboymullu altı genci de yanlarına alırlar. Hep birlikte Musa Kâyânın peşine düşerler. Çarşıya doğru yönelirler. Musa Kâyâ çarşıda bir lokantanın önünde duruverir. Lokanta garsonlarından biri kapının ağzında beklemektedir. Kalabalığı görür görmez hemen yere iner, önlerine durur.
-Buyursunlar! Buyurun amca! Buyurun arkadaşlar! Sıcah sıcah çorbalarımız var...
Musa Kâyâ, iki basamaklı olan merdivenden yavaşça çıkar. Arkasından da gençler birer birer içeri girerler. Tek katlı bir yapıdan ibarettir lokanta. Musa Kâyâ içeri girer girmez lokanta sahibi, kırk yıllık bir dost gibi karşılar.
-Oo, Musa Çavuş! Hoş geldin, muhtarım. Hayırdır, sabah sabah! Otur şöyle...
Musa Kâyâ, ilk baştaki masaya varır, sandalyeyi çeker ve oturur.Yanına da kayını Aslan, yeğeni Yusuf ve Özdemir otururlar.
Lokantada tam beş masa vardır. Masalar odanın içerisine arka arkaya sıralanmışlar. Birisi lokanta sahibinin sürekli oturduğu ve para alıp verdiği masanın yanındadır. Buradaki masanın bir önemli özelliği de hatırı sayılır, eş dost, ahbap gibi kimseler için kullanılmasıdır. Tabi bu her zaman böyle olmaz. Masalar ağaçtır. Üzerileri naylon muşambalıdır. Her masanın üzerinde cam sürahiler...İçerisindeki sular görünür. Bazıları yarım, bazıları doludur. Çocuk denecek yaşta bir yamak gelir. Sessiz ve yavaşça yarım olan sürahileri alır, içerden dolu olarak getirip masalara koyar. Gençlerden bazıları boş durmazlar. Önlerinde ağzı çevrili cam bardaklardan alıp su içmeye başlarlar. Lokanta küçüktür. Ama tam bir Anadolu kültürü içindedir çalışanları. Tabi ki en başta da sahibi gelmektedir. Musa Kâyâ, gençlere merakla bakan Hali Efendiye döner ve seslenir.
-Bunlar yabancı daal Halil Efendi!..
Musa Kâyâ elini kaldırır ve diğer masalarda oturan gençleri de gösterir.
-Hepsi de benim yiğenlerim...
Halil Efendi sevinir bir eda ile başını öne doğru sallar.
-Maşallah! Maşallah! Çalışmaya mı gediyolar gençler?
Musa Kâyâ tatlı tatlı gülümser.
-Askere gidecekler Allah izin verirse!
Halil Efendi birden ayağa kalkar, sanki kendi yeğenleri gibi görmeye başlar gençleri.
-Oğlum! Asker yiğenlerime çorbalarını hemen getirin!...Senin yiğenlerin, benim de yiğenlerim... Senin askerlerin, benim de askerlerim, Musa Kâ!..Bu yiğitlerin çorbaları benden.
Halil Efendi, gururlu bir şekilde yavaşça sandalyeye oturur. Bu arada espri yapmaktan da geri durmaz.
-Muhtar! Yalnız senin çorbanın parasını alırım, ha!
-Halil Efendi, ben de çorba içirmekten zevk alırım. Bunu bilesin!..
-Bilmez miyim Musa Çavuş! Ben ‘şaka olsun’ diye söyledim, canım!
Çorbalar gelir. Yavaş yavaş herkes çorbalarını içerler. Halil Efendi çayları ısmarlattırmıştır bile. Çaylar da gelir, içilir. Musa Kâyâ, saati çıkarır ve bakar. Saat yediyi on beş dakika geçmektedir. Daha erkendir. Elini ceketine götürür. Cüzdanı çıkarır. Halil Efendiye eğilir ve gayet yavaşça seslenir:
-Halil Efendi! Borcumuz...
-Musa Çavuş!.. Bah Kâyâ!.. Senin çorban içilir de, bizimki içilmez mi?..
Musa Kâyâ, başını yana bir kere sallar ve gülümser.
-Çayları da ben veriyim...
Halil Efendi ona da itiraz eder.
-Yahu Muhtar, sen içirdiğin suyun parasını da mı alırsın?..
Musa Kâyâ, cüzdanını yavaşça cebine koyar. Ayağa kalkar. Onun ayağa kalkmasıyla herkes hareketlenir.
-Teşekkür ederiz Halil Efendi. Geçmişleriyin canına dasin!
-Âfiyet olsun! Lâfı mı olur muhtar.(Halil Efendi gençlere döner) Allah hayırlı teskereler versin yiğenlerim! Sağlıcakla gidin, sağlıcakla gelin!
Gençler hep birlikte karşılık vermeye çalışırlar:
-‘Allah razı olsu amca.’
-‘Teşekkür ederik...’
-‘Sağ ol, Halil Ağa...’
İçten ve samimi duygularla lokantadan çıkarlar. En son Musa Kâya çıkar. Halil Efendiyle usulca bir şeyler konuşurlar. Arkasından tokalaşarak ayrılırlar.
Musa Kâyâ kaldırımda durur.
-Gençler! Şubenin açılmasına daha iki saat gadar zaman var. İsterseniz dohuza gadar çarşıyı gezin. Saat tam dohuzda şubenin önünde olun. Ben de orda olacam.
İçlerinden biri karşılık verir:
-Tamam Musa Emmi. Tam dohuzda şubenin önünde oluruh.
Ayrılırlar. Musa Kâyâ, hemen yanında duran yeğeni Yusuf’a döner:
-Yusuf!
-Buyur, emmi!
Musa Kâyâ sol elini, Yusuf’un sağ omzu üzerine kor ve hafif bir biçimde başını eğer.
-Ben bi yere gadar gidecam. Birini görecam. Saat sekiz buçuhta şubenin önünde olurum...
Musa Kâyâ, biraz ileride duran Özdemir’le Aslan’ı işaret eder:
-Siz beraber gezin, dolaşın. Tam sekiz buçuhta şubenin önünde olun. Hadi bahalım...
-Tamam, emmi! Dediğin saatte orda oluruh.
Gençler, üçerli beşerli gruplarla çarşıda gezmeye başlarlar. Musa Kâyâ ise kendi başına Saat Kulesi istikâmetine doğru hızlı adımlarla yürür, gider.
Görenler, gençleri yabancı sanırlar. Öyle garip haldeler ki... Hiç görmemişler gibi bakıyorlar sağa sola. Sanki Yozgat’a ilk kez gelmişler. Hele vitrinlere bakışları...Her bir vitrinin önünde dakikalarca kalıyorlar. Bazı dükkân sahipleri müşteri sanıyorlar; gayet nazik bir biçimde sesleniyorlar:
-Buyurun, gençler! Yardımcı olalım. İçerde çeşitlerimiz var. Buyurun! Geçin içeri...
Gençlerin kimi gülümsüyor, kimi teşekkür ediyor... Kimi hiç karşılık vermeden hemen başını vitrinden çevirip, yürümeye devam ediyorlar.
Yozgat küçük bir şehir. Askerlik Şubesi şehrin göbeğinde. Çarşı, Lise Caddesi, Büyük Câmi ve çevresi bir seferde dakikada tamamlanır Bir tur, on beş, yirmi dakika kadar sürer. İşte bu güzergâh üzerinde Askerlik Şubesi saat dokuza kadar dört beş kez geçilir. Gençlerde öyle yaparlar. Zaten yapacak başka işleri olmadığı gibi, görecek ve gezecek başka yerleri de yoktur. İyiden iyiye usanırlar. Lise Caddesi ve Büyük Câmi arasında bazıları yedi sekiz kez tur atarlar.
Saat Kulesinin çanı çalar. Yusuf, Aslan ve Özdemir bu sırada Askerlik Şubesinin karşısındaki şehir kahvehanesinin önündedirler. Aslan ayağa kalkar ve Saat Kulesine doğru döner.
-Gordüğüm gadarıyla, saat sekize gelmiş.
Saat çanı bir dakika arayla bir daha çalar. Bu sefer oturdukları yerden çanın kaç kere çaldığını yarı sesli, yarı sessiz biçimde sayarlar. Yusuf, başını "evet, doğru"der gibi iki kez hafifçe sallar. Aslan, iyi okumuş bir tavırla konuşur:
-Yeter ki, bi gorüyüm! Hemen annarım, Yusuf.
-Sen ahıllısın, Aslan!...
Bu sırada olan bitenden hiç haberi olmayan Özdemir, hem Yusuf’a hem de Aslan’a döner. Arada elleriyle de dokunarak, anlaşılmaz sesler çıkarır. Yusuf, Özdemir’in dilinden gayet iyi anlar. Çünkü beraber büyümüşlerdir. Aslan, merakla sorar:
-Özdemir, ne diyo Yusuf?
Özdemir, sağır ve dilsizdir. Onun için hiçbir şey duymaz, duymadığı için de olanları anlayamamaktadır. Fakat ısrarla anlamaya çalışmaktadır. Aslan’ın ayağa kalkmasını, konuşmasını görmüş, ancak anlayamamıştır. Yusuf, Özdemir’in bu merakını anlar. Daha çok el ve dudak hareketleriyle konuşur.
-‘Saat sekiz. Vahit yahlaştı’ cümlelerini kurar, Yusuf. Bunun üzerine Özdemir sağ elini kaldırır. Baş parmağını işaret parmağına götürerek yarım kesik işareti yapar. Arkasından da yarı anlaşılır şekilde ses çıkarır:
-“Ta mam...”
Bu, Yusuf’un anladığına göre ‘Saat sekiz buçukta şubeye gidelim’ anlamındadır. Zaten Musa Kâyâ da ‘saat sekiz buçukta hazır olun’ demişti. Hem öyle bir yerdedirler ki bir gözleri Saat Kulesinde, bir gözleri de şubededir. Çünkü, tam şubenin karşısında otururlar.
Haftanın ilk günüdür. Saat sekizi geçmektedir. Okullarına giden öğrenciler başlarında şapkaları... Eleri ve kollarının arasında çantaları ve kitapları... Birer ikişer yollardalar. Öğrenciler, giyimleriyle birbirlerine benzemektedirler. Ancak bazıları şapkalarının renginden, dikkatlice bakıldığında, farklıdırlar. Bu, onların ayrı ayrı okullar da okuduklarını hemen belli ediyor. Kimilerinin kasketindeki şerit sarı, kimilerinin yeşil, kimilerinin kırmızı, kimilerinin de beyaz...
Hareketlilik, öğrencilerle birlikte, her kesimden insanlarla kendini gösterir. Yusuf, Aslan’a döner ve seslenir:
-Bah Aslan... (Başıyla caddede yürüyen liseli gençleri gösterir.) Şu, hemen onümüzden geçen talebeler var ya...
-Hee...
-İmâm olacahlar. Yaa!..
-Nerden biliyon, imâm olacahlarını?
-Ben biliyom, işte!
-Bunnarın hepside mi hoca olacah?
-Yoh canım! Hepsi daal...
-Gardaşım, bunnar hep aynı! Gormüyon mu?
Yusuf hafifçe gülümser:
-Bizim oğlan, şindik İmâm Hatip Mektebinde ohuyo. Ya!..
-Sizin oğlan kim?
Yusuf, Aslan’ın anlamadığına hem güler hem de şakayla cevap verir:
-Bizim Çakmak... Burda ohuyo. Bilmiyon mu?
-Allah, Allah!.. Bilmiyom valla!
-Demek haberin yoh!..
-Haberim yoh, tabi. Emme, çok sevindim valla, Yusuf!..
Aslan daha meraklanır. Yusuf’a ha bire sorular sorar.
-Onu annadıh da...Bu çocuhların hangisinin imâm mektebinde ohuduhlarını nerden biliyon ki?..
-Bah Aslan! Ben koyde, evde gormüştüm. Bizim Çakmak’ın şapkası var...
-E gardaşım, bunnarın da şapkası var.
-Var. Emme şapkalarının bi yerlerinde guccük bi fark var.
-Nasıl, yani?.. Ben, bi fark goremedim. Hepsinin şapkası da aynı.
-Aynı da, şeritleri var ya... Dikkat ettiysen başka başka irenkde...
-Burdan annaşılmaz ki...
-Ben biliyom, işte. Bizim Çakmak’ın şapkasının şeriti biyazdı. Bah, şu onümüzden geçen talebelerinki de biyaz...Ondan biliyom, işte!
-Diğerlerini biliyon mu?
-Tam olarak bilmiyom. Emme kimi Sanat Mektebi talebesi, kimi de başka okulların talebeleri, herhal...
-Çakmak nasıl? Eyi ohuyo mu? Vay be! Bizim Çakılı da ‘imâm’ olacah, desene!
-He ya! Ohur, inşallah! Gendi de gurtulur; bize de faydası olur elbet.
-Sen ne diyon, Yusuf! Bütün ahrabalara faydası olur. Ağamın haberi yoh. Duyunca ne gadar sevinir!..
-Yoh mudur haberi, Hamza Dayımın?
-Yohtur tabi. Nerden haberi olacah. Ben bile şimdi duyuyom da...
-Aferin Hasan Dayıma be! Çok eyi düşünmüş valla...
Yusuf bu lâfın üzerine başını hafifçe bir yana sallar ve gülümser:
-Ağam mı yazdırdı sanıyon?
-Gendandine mi yazıldı Çakmak?
Yusuf, gülümsemesini giderek artırır.
-Yahu, Aslan, heç ağamın ahlına öyle şeyler gelir mi?
-Sen mi yazdırdın? Ben ne biliyim, gardaşım. Merahlandırma da söyle.
-Emmim yazdırdı...
Aslan, bunun üzerine kafasını şöyle bir sağa sola büker.
-Doğru ya! Başka kim düşünebilir ki?.. Yahu Yusuf! Şu eniştem var ya...
Yusuf, başını öne doğru bir iki kez yaylandırır. Tatlı gülümseyişine devam eder:
-Emmim çok ileri gorüşlü, Aslan!..
-Sen ne diyon, Yusuf! Eniştem, çok böyük adam olacah birisi, canım!..
-Evet, öyle Aslan! Öyle!..
Yusuf ve Aslan konuşurlarken, Özdemir eliyle Yusuf’a dokunur. Şubeyi göstererek bakmalarını sağlar. Özdemir gülümser. Bir elini diğer elinin avucuna dokundurur:
-“Möhür...’ der sadece.
Bu söz Özdemir’in dilinde Musa Kâyânın muhtar oluşunun simgesidir. Aslan ve Yusuf anlarlar ve şubeye doğru bakarlar. Gerçekten Musa Kâyâ girmek üzeredir.Yanında da birisi vardır. Paltolu, fötr şapkalı, Musa Kâyâdan yaşça büyük görünmekte. Hem de Musa Kâyânın kolunda, içeri girerler.
Kısa bir an sessizlik olur. Sonra birbirlerine bakışırlar. Özdemir, gidecekmiş gibi ayağa kalkar. Aslan eliyle Özdemir’e dokunur ve sandalyeye doğru çeker.
-‘Otur...’
Özdemir anlar veYusuf’a bakar. Yusuf’tan sanki işaret almış gibi sessizce oturur.
-Acep seslensek miydik, Aslan?
-Bilmem! Hiç sağa sola bahmadılar ki...
-Emmimin yanındaki kim ola?!..
-Bence, belli ki samimi bi arhadaşı...
-Arkahaşı olduğu belli de... Ne işin adamı acaba?
-Benim bildiğim eniştem, böyük adamlarla arhadaş olur.
-Demek o zaman ‘böyük bi adam’ desene, Aslan...
-Öyledir, canım! Hem bahsana; nöbetçi cenderme bile ‘durun’ demedi!
-Öyle mi? Bah, ben heç farhetmedim!
-Sanki oranın adamıymış gibi, içeri girdiler.
Yusuf, çok sevinmiş bir vaziyettedir. Hafifçe kafasını sallar ve gülümser.
-Biz, emmim gibi olabilir miyik acep, Aslan?
Aslan da Yusuf gibi gururlanmıştır.
-Gurban oluyum Allah’a! Herkesi bi çeşit yaratmış...Sanki eniştemi böyük adam olmah için yaratmış canım!
Saat Kulesinin çanı yine çalar. Hemen dönüp bakarlar. Çan bir kez çalmıştır. Saat sekiz buçuk olmuştur. Sanki onlar da kurulmuş saat gibi birden ayağa kalkarlar. Yavaşça yürürler. Yusuf kahvehanenin içine yönelir. Çünkü birer bardak çay içmişlerdir. Parasını ödeyecektir. Aslan hemen anlar.
-Yusuf bi dakka...
Hızlıca yanına varır. Yusuf yanına gelen Aslan’a gülümser. Sadece başını yukarı doğru "olmaz" der gibi kaldırır. Aslan itiraz etmez, durur. Yusuf, ocağa varır. Parayı öder ve sonrada Aslan’la beraber kahvehaneden çıkarlar. Kahvehanenin üç dört basamaklı merdivenlerini inerlerken köşe başında diğer arkadaşlarıyla karşılaşırlar. Bunlar, Ahmet Seçkin, Ali Bek ve Duran Yahşi’dir. Musa Kâyânın şubeye girdiğini onlar da görmüşlerdir. Ali Bek araya girer:
-Musa Emmiyi gordük. Şubiye girdi. Biz de burda bekliyoduh...
Aslan konuşur:
-Arhadaşlar!..Ne yapah, diyonuz?.. Ben, bekliyek, diyom...
Aslan, Yusuf’un kolundan usulca tutar ve yana doğru iki adım çeker. Kulağına eğilir bi şeyler söyler. Bu fısıldaşma hemen fark edilir.
Ahmet Seçkin araya girer:
-Gizli gizli ne gonuşuyonuz, aslanım? Sahlıyacah bi şey varsa biz uzah durah.
Aslan hemen karşılık vermek ister:
-Yannış annıyon Amet. İkimiz arasında bi şey...
Yusuf, Aslan’dan aldığı mesajı hemen düşünmüştür. Saklamaz ve herkese söyler:
-Arhadaşlar! Saat sekiz buçuh. Emmim bize, ‘sekiz buçuhta şubiye gelin’ demişti. Aslan da bunu hatırlattı. İsterseniz birimiz girek... Ona gore hareket ederik.
Duran Yahşi konuşur:
-Doğru söylüyo Yusuf! Hadi, Yusuf gardaş! İçeri girmek sana düşer. Biz, aha burda beklerik seni.
Yusuf ağır ağır yürür. Başı önünde tenha caddeyi geçer. Şubeye varır. Nöbet tutan asker karşılar. Yusuf bir şeyler söyler. Asker içeri girer. Yusuf dışarıda bekler. Arada bir, karşıdaki arkadaşlarına bakar. Çok geçmez asker gelir ve Yusuf içeri girer.
Beş dakika kadar bir zaman geçmiştir. Nöbetçi asker tekrar içeri girer. Çıktığında karşıda duran gençlere el işareti de yaparak seslenir:
-Bişekliler! Buraya gelin hepiniz!
‘Nereden biliyor bu asker bizim Bişekli olduğumuzu’ der gibi kısa bir an bir- birlerine bakışırlar. Sonra şubeye doğru yürürler. Şubenin önüne vardıklarında nöbetçi asker durdurur.
-Üzerinde silah, bıçak ve benzeri bir şeyi olan var mı?
Kimseden ses çıkmaz.
-Tabi olmıyacah. Şimdi, teker teker girin.
Herkes sırayla girer. İçeri girdiklerinde bir başka görevli asker, geleni giriş salonunun bir tarafında hizaya sokmaya çalışır. Yusuf’ta buradadır. Gelenler Yusuf’un yanından başlayarak, ‘hazır ol’ vaziyetinde, ayakta beklerler. Hiç kimsede ‘çıt’ yok. Birbirlerine bakmaya korkuyorlar sanki. Kimi şimdiden, ‘askerlik başladı’ düşüncesinde, başını dimdik tutmaktadır. Kimi de başını önüne eğmiş...Ama hepsi de aynı hizada, düzgünce dururular. Belli ki asker olduklarına inanmışlardır. Biliyorlardı...Duymuşlardı; ‘Askerlik, şubede başlar...’ Gerçekten öyle oluyordu. Artık askerlik başlamıştı. Öylece asker gibi beklerler.
İçerisi fazla aydınlık değil. Sanki akşam üzeri gibi. Tek açık yer binanın giriş kapısı. Kapı, odanın kuzey tarafında. Aydınlık olabilecek pek durum yok. Odanın güney tarafında bir kapı var. Ancak burada da pencere yok.
Bu sessizlik esnasında dışarıda yeni sesler duyulur. Kapı açıktır. İçeri nöbetçi asker girer. Koltuğunda bir dosyayla gençlerin yanında bekleyen görevli askerin yanına doğru gelir.
-Birkaç genç daha var. Bekliyorlar, Komutanım!
-Onlarda mı muayeneye gelmişler?
-Evet, Komutanım!
Bu esnada, Özdemir dışarıdaki gençleri görmüştür. Anlaşılmaz seslerle ve tebessüm ederek dışarıdakileri eliyle gösterir. Nöbetçi askerin ‘komutanım’ dediği çavuştur. Çavuş, çok hızlı bir dönüş yapar ve Özdemir’e müdahale eder:
-Şışşşt (Bir elinin baş parmağını dudağına götürür, sus işareti yapar).
Özdemir, Çavuşun ‘sus’ işaretini anlar. Ancak kendi kendine ‘Tamam... Sustum..’ anlamında sesler çıkarır. Çavuş bu sefer, sert bir biçimde iki adım ilerisinde olan Özdemir’in yanına varır. Yavaş ama kızgın bir biçimde bakar;
-Sus!Konuşma!..
Sanki Özdemir’i dövecek gibidir. Bu sırada dışarıdaki gençler de içeri girmiştir. Çavuş hemen döner ve onları da hizaya sokmaya başlar. Özdemir içlerinde en uzun boyludur. Çavuş, Özdemir’e bakar; eliyle işaret eder:
-Sen!.. Buraya gel!
Özdemir gelmez. Çavuş yanına gelir. Gayet kızgın bir biçimde ama yavaşça seslenir:
-Sen, geri zekâlı mısın? Yoksa sağır mısın, be?..
Yusuf, hemen yakınında olan çavuşa, usulca karşılık verir.
-Çavuşum! O saar. Duymaz...
Diğer gençlerden de Yusuf’a destek gelir.
-"Evet, o saardır."
-Sağırın, sakatın burda işi ne?
Kendi kendine söylenir çavuş. Yusuf, şube komutanının odasını gösterir.
-Bu arhadaşın emmisi içerde. Gomutanla gorüşüyo.
-Öyle mi?.. Peki, anlaşıldı...
Çavuş, gerçekten her şeyi anlamıştır. Özdemir’in yanına tekrar varır; kolundan tutar ve çeker. Özdemir’i sıradan çıkarır. Kapının kenarında durdurur. Yarı işaretle seslenir:
-‘Burada dur!’
Çavuş döner dönmez yeni gelenlere konuşur:
-Sizler nerelisiniz?
En sondaki cevap verir:
-Bişekliyik!
Hemen yanındaki de karşılık verir:
-Hepimiz de Bişekliyik, Çavuşum.
-Ekip tamam, desene. Siz hepiniz Bişek Köyündensiniz... Anlaşıldı.
Çavuş saatine bakar. Arkasından da üzerini düzeltir. Şube komutanının kapısının yanındaki duvarda bir ayna vardır. Aynaya bakar. Saçını, yakasını kontrol eder. Kapıyı vurur ve İçeri girer. Kapı açıktır. Komutan görünmese de makam masasının bir kısmı görünmektedir. Çavuş, içeri girer girmez sesli bir şekilde selâm verir. Ayaklarının topuğunun sesi bile ta salona duyulur.
-Evet, Çavuş! Neler yapılıyor?..
-Muayene olacak gençler hazırdır, Komutanım!
-Hemen işlemlere başlayın.
Komutan bir binbaşıdır. Hem şubenin komutanı, hem de şehirdeki alayın Albaydan sonra ikinci büyük subayıdır. Çavuş, ‘hazır ol’ vaziyetini bozmaz.
-Komutanım! İçlerinden biri sağırmış...
-Ya! Öyle mi?.. Siz gereğini yapın!
-Emredersiniz Komutanım!
Çavuş, tekrar sert bir selâmla düzgün bir şekilde döner ve yavaşça kapıdan çıkar. Tam kapıyı kapatacakken albayın yanında oturanlardan birisi konuşur.
-Musa Kâ, bu sağır çocuk senin yeğen değil mi?
-Evet! Benim yiğenim, Reisim!
-Şu güreşen çocuk! Pehlivan yiğenin...
-Evet Salim Bey! Öyle...
Binbaşı merak eder ve söze karışır:
-Aslan gibi genç hem sağır, hem de bir pehlivan...
Sonra Binbaşı ayağa kalkar:
-Bi göreyim şu genci...
Musa Kâyâ ile Salim Bey de ayağa kalkarlar. Hep birlikte odadan salona geçerler. Binbaşı daha salona çıkar çıkmaz çavuş, gür bir sesle bağırır:
-Dikkâât!
Başta kendisi olmak üzere salondakilerin hepsi, hemen hazır ol vaziyetine geçer ve öylece beklerler.
-Kimmiş bakıyım benim pehlivanım!
Hiç kimsede çıt yok. Binbaşı hemen döner ve çavuşa bakar. Çavuş, binbaşının ne istediğini pek anlayamaz.
-Emret komutanım!
-Oğlum, konuşamayan genç hangisi?
Çavuş, hemen kapı tarafını gözleriyle işaret eder ve cevap verir.
-Kapının yanında duran gençtir, komutanım!
Binbaşı hemen Özdemir’in yanına varır. Onunla konuşmak ister.
-Adın ne, aslan yeğenim? Nerelisin?..
Özdemir’den ses çıkmadığı gibi binbaşının kapısının hemen yanında duran Musa Kâyâya bakışlarını kaydırır. Binbaşı, kendine göre Özdemir’i bir çeşit incelemeye almıştır. Elini, Özdemir’in omzuna dokundurur.
-Hakikaten ‘aslan gibi genç’ be!..
Binbaşı, içeri tekrar girer. Arkasından da Musa Kâyâ ile Salim Bey girerler. Çavuş, hemen hızlı adımlarla, binbaşı ve misafirler içeri girer girmez yavaşça kapıyı çeker, kapatır.
Çavuş, tahta merdivenlerden yukarı kata hızlı adımlarla çıkar. Çıkarken sanki ayaklarının ucuna basar; hiç ses çıkarmaz. Merdiven iki dönüşlüdür. Çavuş, merdivenin tam ortasına geri gelir ve durur. Elinde bir dosya vardır. Dosyaya şöyle bir bakar.
-İsmini okuduklarım yukarıya çıksın.
Yavaş bir sesle okumaya başlar:
-Aslan Dikmen, Ahmet Seçkin... Hadi bakalım yukarıya çıkın!
Hemen yukarı çıkarlar. Diğerleri aşağıda bekler. Yukarıya çıkanlar çeşitli test ve muayeneden geçerler. Yukarıda da görevli askerler var. Kimi gelenlerin soyunmasını istiyor. Kimi soyunanları yer kantarına çıkartıyor, tartarak elindeki bir deftere yazıyor. Kimi duvara yaslandırıyor ve dik durdurarak boylarının ölçüsünü alıyor. Bütün bunlar yapılırken biri var ki, eli bazen koynunda, bazen arkasında ve gözünde gözlük öylece izliyor. Omzunda sadece bir yıldız var. Onunda elinde bir defter ancak hiç kullanmıyor. Sadece izliyor. Hatta arada bir çavuşa emir veriyor:
-Çabuk olun biraz, Çavuş!
-Emredersiniz Komutanım!
-Kaç kişi var Çavuş?
-Altı kişi var, Komutanım.
-İyi. Azmış...Ha, bak Çavuş! Ben içerdeyim. Bir olumsuzluk sezersen haber ver.
-Komutanım, bir olumsuzluk var!
-Öyle mi? Nedir?..
-Binbaşı Komutanımın haberi var, Komutanım!
-Peki, nedir olumsuz olan çavuş? Söylesene!..
-Biri sağır ve dilsizmiş, komutanım! Amcası da şu anda Binbaşı komutanımın yanında oturuyor, Komutanım!Binbaşı Komutanımın yanında biri daha var, Komutanım.
-Kimdir o?
-Tanımıyorum, Komutanım. Fötr şapkalı...Sağır olan gencin amcasıymış öbürü. Bişek Köyünün de muhtarıymış. Beraber gelmişler, Komutanım.
-Allah, Allah! Kimdir acaba?..
Kendi kendine başını yanlara büker. Dudağını büzer. Usulca konuşur.
-Herhalde hatırlı birisi! Çok kaldığına göre...
Sonra tekrar çavuşa döner ve seslenir:
-Başka olumsuz yok, değil mi?
-Yok, Komutanım!
Teğmen sessizce çavuşa ‘gel’ işareti yapar. Çavuş, hemen yanına gelir. Sessiz bir şekilde konuşurlar. Teğmen, elindeki defteri çavuşa verir. Çavuş, defteri alır ve kendi elindeki dosyanın arasına kor. İçeri girmeye yönelir ama aniden geri döner:
-Çavuş!
Çavuş, daha iki adım atmıştır; hemen dönüp bakar.
-Emret Komutanım!
-Bu ikisinden sonra, diğerlerini de buraya al!
-Emredersin, Komutanım!
Bu konuşmalar olurken üç kişinin muayene işi de bitmiştir. Görevli erlerden biri seslenir:
-Bunların işi bitti Zihni Çavuş. Başkası gelebilir.
-Çok hızlısın Bahtiyar. Ne çabuk soydun, tarttın oğlum?
Espiri yapar çavuş. Er Bahtiyar, usulca dönüp teğmenin odasına bakar.
-Öyle istemediniz mi oğlum? ‘Çabuk’ dediğin böyle olur, işte! Beğenmedin mi?..
-Beğendim Bahtiyar. Sen işini bilirsin zaten!
Çavuş, bu samimi konuşmanın arkasından gayet neşeli ve tebessüm eder vaziyette aşağıya iner. Yavaş bir sesle konuşur:
-Hepiniz yukarı gelin. Sakat arkadaşınızı da getirin.
Yusuf, Özdemir’in yanına varır. İşaret ederek beraberce yukarı çıkarlar. Yukarıdaki iki kişi daha yeni giyinmektedirler. Yarı giyinmiş yarı giyinecek vaziyette karşı duvarın yanına çekilirler. Orada yarım kalmış elbiselerini giyerler. Elbiselerini giyinen iki kişiye çavuş seslenir:
-Siz ikiniz! Aşağıda, salonda bekleyin!
Bu iki genç, yavaşça aşağıya inerler. Sessizce beklerler.
Çavuş, Teğmenin odasına girer. Teğmen gelir. Gayet sakin ve güler yüzlü bir tavır içindedir. Yumuşak bir ses tonuyla konuşur:
-Kim konuşamıyor içinizde?
Yusuf cevap verir. Hemen yanındaki Özdemir’i işaret eder:
-Bu, Efendim! Benim emmimin oğludur!
Teğmen, Yusuf’a yarı sert bir şekilde karşılık verir:
-Bak oğlum! Bugünden itibaren askerlik başlamıştır. Efendim, emmi oğlu, dayı oğlu yok. Ne var? Komutanım var! Tamam mı, asker?
-Tamam, Komutanım!
-Tamam komutanım da yok, asker. ‘Emredersin komutanım’ var...
Yusuf, öyle sıkılmıştır ki, birden benzi kapkara kesilir. Zaten esmerdir. Ama yüzünden ve şakağından küçük küçük terler akmaya başlamıştır. Zayıf bir sesle karşılık verir:
-Emredersin, Komutanım!
Teğmen gülümser. Neşeli jest ve mimikler yapar.
-Bak oluyor. Şimdi asker gibi oldun işte!
Arkasından bir elini omzuna koyar.
-Adın ne senin?
-Yusuf, Komutanım!
-Aferin Yusuf! Sen çok zeki bir askersin. Çok çabuk kavradın.
Yusuf, bütün olanlardan sonra, teğmenin bu son davranışı karşısında az da olsa rahatlar. Teğmen, çavuşa döner:
-Bu sakat olan genci dosyaya not et. Boy ve ağırlık ölçülerini alın. Diğerlerinin de işlerini hızlandırın. Bitince bana haber verin.
Teğmen, döner ve kendi odasına girer. Odasının kapısı hep açıktır. Çalışma masası kapının tam karşısındadır. Sanki geleni gideni görmektedir. Bu, iki önemli durum için böyledir. Biri dışarıdaki çalışmaları takip etmek...Diğeri, albayın gelişini görebilmek ve hemen kalkıp karşılayabilmek içindir.
Çavuş yine elinde dosya, öylece beklemektedir. Gençler soyunmaya başlarlar. Soyunurlar. Sadece külot ve donları kalır. Bazıları uzun uzun don giymiştir.
Görevli bir er seslenir:
-Donları da çıkartın!
Kimi elini donuna götürür ama hemen yanındakine bakar. Bir türlü karar veremezler. Bir şey de söyleyemezler. Anlamsız bakışır dururlar. Sonra aynı er tekrar seslenir:
-Çıkarsanıza oğlum! Ne bahıyonuz aval aval!
Ahmet, cesaretlilik gösterir:
-En son bu!.. Başka bi şeyimiz yoh!..
Görevli er Bahtiyar, biraz gırgır olsun niyetiyle takılır:
-Ben anlamam! Net kilonuz ortaya çıkacak... Başka yolu yok!
Bu arada çavuşa bir göz kırpar. Çavuş, bütün olanların bir şaka olduğunu bildiğinden Bahtiyar ere yavaş bir sesle çıkışır gibi yapar.
-Oğlum, dalganın sırası değill! İşine bak sen, hadi!
Çavuş, yerinde duramaz ve Bahtiyar erin yanına varır. Yine usulca kulağına eğilir:
-Teğmen bizi dinliyo, oğlum!... Anlarsa dalganı... Anyayı, Konya’yı gösterir sana.
Bahtiyar er bir elini yukarı atar ve kafasını çavuştan döndürür. Yavaşça karşılık verir.
-Tamam tamam! Anladık!..
Bahtiyar er, en başta duran Özdemir’i işaret eder. Özdemir, Yusuf’un da itmesiyle yerde kurulu duran kantara çıkartılır. Bahtiyar er yeniden seslenir:
-Seksen beş kilo...
Çavuş, Yusuf’a döner:
-Adı neydi, bu arkadaşın?
-Özdemir Müldür.
Bu sırada Bahtiyar, Özdemir’in boyunu ölçmektedir. Birkaç saniye geçer.
-Bir seksen sekiz...
-Tamamdır.
Arkasından Yusuf işaret edilir. Yusuf kantara çıkar. Kantar aynı zamanda bir yük kantarıdır ve el ile çekilip ayarlanabilen kantardır. Bahtiyar er, kiloyu hayli beriye çeker.
-Yahu arkadaş, ben mi eyi göremiyom. Yoksa, sana anan heç bakmadı mı?..
-Muhabbeti bırak. Kiloyu söyle!
-Elli beş...
Çavuş da merak eder ve bir daha tartmasını söyler:
-Çavuş, tekrar tarttım. Elli beş kilo, tamı tamına.
Çavuş, başını hafifçe bir sağa , bir sola büker.
-Arkadaş kalıplı da görünüyo ama...
-Boyu da bir altmış yedi...
Yusuf’tan sonra diğerleri de sırayla tartılırlar ve boy ölçüleri alınır. İçlerinde en hafifi Yusuf’tur. Yusuf göründüğü gibi kilolu çıkmaz. Dağboymul Köyünden gelen üç genç de aynı şekilde muayeneden geçerler. Onlara da sülüsleri verilir. Birlikleri çavuş tarafından tek tek okunur. Tartı ve ölçü işi bittikten sonra çavuş, hemen giyinmelerini ister. Herkes hazır vaziyettedir. Çavuş yavaşça seslenir:
-Gençler! Tek sıra halinde aşağıya inin. Bir hizada bekleyin.
Kendisi önden gider. Salona inen gençler yine sessiz bir şekilde beklerler. Zihni Çavuş, merdivenin dibinde hazır bekler. Bir taraftan da yukarı doğru bakar. Hızlı ama yumuşak bir inişle, teğmen görünür. Gelir gelmez Zihni Çavuşun elinden dosyayı alır. Tek eliyle, aynanın karşısında kıyafetini kontrol eder. Binbaşının kapısını vurur ve içeri girer. Kapı açıktır. Girer girmez ‘hazır ol’ vaziyetinde selâm çakar.
-Askere gideceklerin muayenesi tamamdır, Komutanım.
-Kaç kişi, Teğmen?
-On dört kişi komutanım. İçlerinden biri sağır ve dilsiz, komutanım.
-Biliyorum Teğmen. Yalnız, bu sakat çocuk için rapor gelecek hastaneden.
Binbaşı, bu arada oturmakta olan Musa Kâyâya bakar ve devam eder:
-Amcası burada.
Musa Kâyâ, sessiz bir şekilde hafifçe başını ‘evet’ anlamında sallar. Binbaşı konuşmasına devam eder. Binbaşı gözlerini yine Musa’ya çevirir:
-Sakat yeğenimizin raporu en geç Ağustos ayına kadar elimizde olursa, iyi olur. Belki burası Ankara’ya havale edebilir.
-Tamam, Binbaşım.
-Tabi biz sakat işlemi yapacağız. Ancak dosyasında sakatlığını ispat edici belge, doktor raporudur. Bu formaliteyi tamamlarsak, her şey tamamdır.
-Binbaşım! Raporu, yarın şubenize getiririm.
-Hayır. Yarın demedim, muhtar. Bir yıl kadar süre var...
Yusuf ve arkadaşları ilk muayenelerini olmuş ve bir yıl sonra yine aynı şubeden sülüslerini alacaklardır. Sessizce şubeden çıkarlar. Heyecanlıdırlar. Ama neşeli oldukları da yüzlerinden belli olmaktadır. Şimdilik hemen askere gitmeyecekler. Daha bir yıl kadar süre var. Köylerine neşeli neşeli dönerler. Artık büyümüşler ve adam olmuşlardır. ‘Evli olmak, nişanlı’ olmak meğer ‘adam olmayı’ göstermiyormuş...İlle de ‘Askerlik Şubesine’ girmek gerekliymiş... Gerçekten Askerlik Şubesine girdin mi, ‘adam olunduğunu’ anlıyorsun. Hele bir de, askerlik bitti mi, ‘tam adam’ oldu sayılıyor insan.
Binbaşı, hâlâ ‘hazır ol’ vaziyetinde duran Teğmene bakar.
-Çocukların sülüsleri hazır mı?
-Hazırdır, Komutanım.
-İyi. Çocukların ellerine verin sülüslerini.
Teğmen, yumuşak bir biçimde selâm çakar.
-Emredersin, Komutanım!
Teğmen, döner ve çıkar. Kapıyı yavaşça kapatır. Salonda heyecanla bekleyen Bişekli gençlere sessiz bir biçimde göz gezdirir. İçlerinde Özdemir, yine Zihni Çavuş tarafından ayrılmış, kapının ağzındadır. Diğer gençler, duvar tarafında hep bir hizadadır. En başta yine Yusuf durmaktadır. Teğmen, Yusuf’un durduğu tarafa doğru yanaşır. Elindeki dosyayı açar. Sağ eliyle dosyayı yavaşça karıştırır. Dosyanın arasından bir büyük sarı zarf çıkarır. Hemen sağ arka tarafında duran Zihni Çavuşa döner ve eliyle sadece işaret eder. Zihni Çavuş hemen anlar ve gelir.
-Emret Komutanım.
-Bahtiyar gelsin...
Çavuş hemen döner ve merdivenleri sanki ikişer ikişer çıkar. Bahtiyar erle beraber teğmenin yanına gelirler. Teğmen, çavuşa elindeki zarfı önce gösterir, sonra uzatır.
-Bu zarfta olanları biliyorsun. Herkesin kendisine veriyorsun sülüslerini. Sülüsler iki nüshadır. Bir nüshasını verdiğin kişiye imzalattırıyorsun. Tamam mı?
-Emredersin, Komutanım!
Teğmen diğer elindeki dosyayı da çavuşun yanında duran Bahtiyar ere uzatır.
Hem çavuşa hem de Bahtiyar ere bakarak konuşur:
-İmzalı nüshaları bu dosyada saklıyorsunuz. Tamam mı?
İkisi birden karşılık verirler:
-‘Emredersin Komutanım!
-Hadi başlayın!
Zihni Çavuş, zarftan ilk çıkan kâğıdı eline alır. İki sayfadır. Bir sayfasını ayırır.
-İsmini okuduğum buraya gelsin.
Herkes, pür dikkat kesilir. Beklenen an gelir. O birkaç dakika, hatta birkaç saniye çok uzun geçer. Çavuş, eline aldığı ilk kâğıdı okur.
-Ahmet Seçkin...
Ortalardan çıkar gelir Ahmet. Ahmet ilk sülüsü alır. Bakar; okur gibi yapar. Ama bir şey anlayamaz. Çavuş, Özdemir’in bulunduğu tarafı işaret eder. Yavaşça Ahmet’e seslenir:
-Sülüsünü alan, oraya geçip duracak.
Çavuş, konuşmasına devam eder:
-Birliğini öğrendin mi Ahmet Seçkin?
Ahmet, tekrar elindeki sülüsü kaldırır bakar; yine okuyamamıştır. Çavuş, yumuşak bir ses tonuyla, elindeki listeden okumaya devam eder.
-Ahmet Seçkin: Birliğin, Erzurum-Karaköse. Aslan Dikmen: Birliğin, Hozat- Tunceli (Jandarma). Ali Bek: Birliğin, Kütahya. Duran Yahşi: Birliğin, Erzurum- Karaköse. Yusuf Gürer: Birliğin, İstanbul-Topkapı. Bişek Köyünden bu kadardır.
Teğmen, sessiz bir şekilde olanları sadece izlemiştir. Sülüs dağıtımı biter. Zihni Çavuş, Teğmene döner ve yavaşça seslenir:
-Sülüsler dağıtıldı. Birer nüshaları dosyadadır, Komutanım.
-Anlaşıldı Çavuş. (Gençlere dönerek konuşmaya başlar)
-Evet, gençler! Bugünden itibaren askersiniz. Elinizdeki sülüslerde ilk katılacağınız birlikler ve yol süreniz yazılıdır. Sakın ola ki, birliğinize yazılı olan gününüzü geçirmeyin. Aksi taktirde cezalı duruma düşersiniz. Bu arada şunu da unutmadan söyleyim: Bugün öğleden sonra, saat on üç otuzda, tekrar buraya geleceksiniz. Size yol harçlığı vereceğiz. Şimdiden hayırlı teskereler. Teğmen, çavuşa döner ve seslenir:
-Çıkabilirler, çavuş.
Teğmen, merdivenlerden yukarıya çıkarken gayet yavaş bir şekilde, bir önemli görev yapmış rahatlığı içinde çıkar, odasına girer. Teğmen, ağır bir şekilde giderken, çavuş karşılık verir:
-Emredersin, Komutanım!
Arkasından gençlere o da yavaşça seslenir. Sanki konuşma sırası ona gelmiştir.
-Ee, sülüslerinizi aldınız. Askerlik başladı. Bugün ‘şafak’ kaç? Bilen var mı? Hadi, hayırlı olsun, arkadaşlar! Allah sevdiklerinize kavuştursun! Şimdi dışarı çıkın.
Tek tek dışarı çıkarlar ve doğruca karşıdaki şehir kahvehanesine yönelirler. Musa Muhtar, daha binbaşının yanındadır. Onu beklerler. Hepsi ayakta bekleşirlerken karma karışık konuşur dururlar. Hepsi de birbirinden heyecanlıdır.
Kapıdaki nöbetçi asker birdenbire hazır ol vaziyetine geçer. Halbuki daha önce nöbetçi asker ileri geri sürekli hareket halindeydi. Şubenin kapısı açılır. İçerden önce reis çıkar. Ardından Musa... Binbaşı kapının ağzında durur; dışarı çıkmaz. Salim Beyle Musa da dururlar. Salim Bey, elini tekrar binbaşıya uzatır:
-Çok teşekkür ederim, Binbaşım! Ben de beklerim...
-Rica ederim Salim Bey! Kahvenizi içmeye geleceğim.
Muhtar Musa da teklifte bulunur Binbaşıya.
-Binbaşım! İlginize çok teşekkür ederim. (Yanındaki Salim Bey’e de bakar) Sizleri köyüme beklerim. Beni onurlandırırsınız.
Salim Bey, son kez binbaşıya seslenir:
-İyi günler, Binbaşım!
Muhtar Musa da aynı temennide bulunur:
-İyi günler, Binbaşım!
Yirmi metre kadar bir mesafe giderler ve dururlar. Durdukları yer Ziraat Bankasının önüdür. Konuşurlar ama konuşmalar duyulmaz. Tokalaşırlar. Salim Bey ayrılır ve gider.
Musa Kâyâ, gençlerin yanına gelir. Gülümser.
-Ee!.. N’aptınız bahalım, gençler?
Kısa bir an kimseden ses çıkmaz. Arkasından kahvehaneyi işaret eder.
-Gelin bahalım. Birer çay içaan. İçerken de gonuşuruh!
Hep beraber kahvehaneye girerler. Çaylar içilir. Her şey konuşulur. Heyecan biraz olsun dağılmıştır. Hepsinin yüzünde tebessüm var. Hatta gülüşürler. Arada bir şakalaşırlar. Çünkü hep birlikteler. Bu, onlara güç ve moral vermektedir. Birkaç gün sonra gerçi her biri ayrı ayrı yerlere gidecekler... Şimdilik mutlular ve neşeliler.
Musa Kâyâ bir ara, saatini yeleğinin cebinden çıkarır ve bakar:
-Oo... Vakit geldi sayılır. Saat yarım olmuş. Şimdi bana bahın, gençler!..
Gençler, dağınık bir şekilde oturuyorlardı; hemen kıpırdanırlar. Sandalyeler yavaşça çekilir. Musa Kâyânın etrafında kümelenirler.
-Bahın gençler! Boon koyümüze gidecik. Ben, Özdemir’in raporunu hazırlattıracam. Sizler, saat bir buçuktan sona şubeye varın ‘yol parası’ mı, ne; bi şey vereceklermiş...
Aslan, araya girer:
-Söylediler, enişte...
-Tamam o zaman. Benim asıl diyecam, işiniz bitince hepiniz Nalbant Emir’in dükkanının önlerinde bekleyin.
Duran Yahşi yumuşak bir sesle araya girer:
-Neyle gidecik, Musa Emmi?
-Nasıl geldiysek öyle gidecik, Duran! (Saate tekrar bakar) Beşe, altıya bizim işimiz biter. Erken biterse erken giderik. Tamam mı?
Birkaç kişi, bir ağızdan karşılık verir:
-“Tamam, Musa Emmi...”
Musa Kâyâ ayağa kalkar. Onun kalkmasıyla herkes kalkmaya başlar.
-Gel Yusuf. Özdemir’in yanında ol sen.
Yusuf, Özdemir’e işaret eder. Başını bükerek seslenir:
-Hadi...(Gidiyoruz işareti yapar)
Musa Kâyâ, Yusuf ve Özdemir kahvehaneden birlikte çıkarlar ve doğruca hastanenin yolunu tutarlar. Diğer gençler de arkalarından birer, ikişer dışarı çıkarlar.
Sessiz bir şekilde dört yola doğru inerler. Yusuf, amcasına seslenir:
-Emmi...
-Söyle Yusuf!
-İstanbul eyi, daal mi?
-En iyisi bu, Yusuf. Sağ olsun, Binbaşı bizim dediğimizi yaptı. Gırmadı Salim Bey’i. “Ya doğu, ya İstanbul” dedi. “Bunu da sadece bir kişi için yaparım” dedi. Ben de seni söyledim. Yuhardaki Teğmene iletti. Diğerlerini de ihtiyaca gore dağıttılar.
Bu arada Özdemir, tatlı bir gülücükle Musa Kâyâya bakar; el işaretleriyle konuşur:
-‘Hüüp...’
Gerçekten ‘su’ der gibidir. Avucunu çukurlaştırır, ağzına götürür; elini içer gibi yapar. Bunu yapması, Yusuf’un askerliğinin, İstanbul’da olmasını bilmesidir. Bildiğini Musa Kâyâya anlatmak ister. Musa Kâyâ da başını hafifçe sallar. Bu, “Evet. Doğru” anlamındadır. Yusuf, amcasına merakla sormaya devam eder:
-Özdemir’in işi çabuk biter mi, emmi?
-Salim Bey, Valilikten telefon edecadi, başhekime. İnşallah etmiştir. Telefon ulaştıysa, işimiz çabuk olur, Yusuf. Önemli daal. Olmazsa da n’apalım? Cumâya kadar zamanı var. Binbaşı öyle dedi ya...
-Bu adamı gırmazlar herhal... Daal mi, emmi?..
-Bence de öyle, Yusuf. Boone boon valiynen, herkesinen çok samimidir, Salim Bey.
Yusuf tekrar sorar:
-Emmi! Bu Salim Bey’in işi ne?..
-Salim Bey mi? Salim Bey, şu anda ‘il genel meclisi üyesi’. Senin annıyacan, Yozgat’ın hemen bütün işlerinde ‘gararı’ olan adamlardan biri. Böyle adamlar ‘he’ derse o iş olur; demezse olmaz. Annadın mı şimdi, Yusuf?
-Annadım, emmi. Hem de eyi annadım. Desene emmi; ‘bu adamın dediği olmıyacak da, kimin dediği olacak?..’
-Ee, öyle işte...Biz de ona güveniyoh, yiğenim.
Bir süre gittikten sonra Musa Kâyâ, Yusuf’a döner ve gülümseyerek seslenir:
-Sahi, kaç gun yol izni vermişler, Yusuf?
-Beş gun, emmi...
-Diğerlerine...
-Kimine üç gun, kimine de beş gun...
-Tabi, ya! Uzahlara beş gun, yahınlara üç gun vermişler... Olsun be, Yusuf! Desene; ‘askerlik başladı, boon!’
-He, emmi! Şubede de öyle dediler.
-Ee, öyle tabi, Yusuf! ‘Askerlik, şubede başlarmış...’ Hadi hayırlısı... Allah, Sağ selâmet gedip gelmeyi nasip etsin!
-He, emmi! (Yusuf, hafifçe gülüverir)
-N’o Yusuf! Niye guldün?..
-Anam ahlıma geldi de, emmi!..
-Anan mı?... (Musa Kâyâ da gülümser)
-Anam ya, emmi... (Yusuf gülümseyerek sözüne devam eder)
-“Sen, emmini sıhıla; erteletsin eskerliğini.”diye sıhıca tembih etmişti de...
-Ee, sen ne dedin?
-Ne deyim, emmi? Anam laf annar mı? ‘Tamam ana...’ dedim.
-Peki, şimdik sen ne diyon, Yusuf?
-Olur mu öyle şey, emmi? Anamın ahlıynan mı eskere gidecam? Ben onu üzmemek için, öyle dedim.
-Aferin, Yusuf! Askerlik hiçbi şeye benzemez. Her şeyden önemlidir. Borçtur, borç... Gutsal vazifedir, askerlik... ‘Namus, vatan, din, devlet her şey demektir’ askerlik. Sen kadınlara bahma. Anan da olsa, garın da olsa, aldırma onlara. ‘Bi işi ne gadar uzatırsan, o gadar kotüye varır sonu’ derler. Askerlik de öyledir, işte. Geciktirirsen, sona zor gelir adama. Hatta can sıhıcı bir sürü lâf, söz çıkarır, elin oğlu.
Musa, bu konuşmasının arkasından bir süre susar. Sonra tekrar gülümser;
-Sahi, Yusuf! Koye varıncah, ne diyecan anana?
Yusuf, bir an duraklar ve başını önüne eğer.
-Olmadı...Gabul etmedi binbaşı, derim...
-Onları boş ver de, bütün gençleri odada yema çağırah. Koye gettiğimizde senin ilk işin bu olsun. Tamam mı?
-He emmi.
_________ romanın devamı var _________ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.