- 1896 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Yunus Emre’yi anlamak üzerine bir deneme…
Bir yunus geldi geçti Sarı köy’ den…
Ve bir Yunus geldi geçti yüreğimizden… Yunus bizim Yunus’ tu. Hani un eleyen ve toprak kokan ellerle ekmek pişiren kadının oğlu…
Peki, kimdi Yunus?
Ne istedi insanlardan? Neye davet etti? Neydi onun ömrünü böylesi renkli kılan?
Nasıl yaşadı ki sade Anadolu insanı değil bütün bir insanlık unutmadı onu?
Âdemoğlunun en çok ihtiyaç duyduğu şey neydi ki Yunus’ unda hayatının mihenk taşı oldu?
Neydi toplumu içten içe kemiren bu hastalık ki O’ nu kurtuluş reçeteleri sunmaya yöneltti?…
Hayata “Gelin tanış olalım, İşi kolay kılalım” penceresinden adımını atan büyük insan, şair ve mutasavvıf ne demek istiyordu.
“Mal sahibi, mülk sahibi,
Hani bunun ilk sahibi,
Malda yalan mülkte yalan,
Var birazda sen oyalan.”
Böyle başladı hayata, verimsiz çorak topraklı bostanlarını porsuk nehriyle sulayan, kıtlık üzerine kıtlık gören Sarı köy de.
Yokluk en acımasız şekliyle karşıladı onu. Umulmaz acıların üstü üstüne feveran ettiği bir demde tanıştı hayatla. Yokluğun harmanında yoğrulup savruldu. Bu bağlamda yunus fakirliğin edebiyatını yapan değil bizzat onu iliklerine kadar yaşayan biridir. Köşesine çekilip oturmayı hazmedememiş olacak ki menkıbeye göre başka illere varıp buğday bulmak istedi. İsteğine namı değer Hacı Bektaş-ı Veli; “buğday mı istersin himmet (nefes) mi?”diye karşılık verince şaşırıp kalmış;
— Himmet (nefes) ne ola ki? Diye sormuştu kendi kendine…
İşte onu Yunus Emre yapan bu himmetin ne anlama geldiğini bulma sevdasıydı.
- Ahaliye buğday gerek ben himmeti neyleyim? Demişti evvelce. Ama daha yolun yarısında pişman olmuştu da bu pişmanlık onu sonu gelmez bir gönül yolculuğuna çıkarmıştı…
Dünyanın tüm düzeninin onun üzerine kurulu olduğu, paylaşıldıkça değerlenen, harcandıkça çoğalan, bitmek tükenmek bilmeyen bir hazine idi aradığı… Zamanın gürültülü tezgâhında renk renk desen desen dokunan insanoğlunun ondan ne kadar habersizce yaşadığını iliklerine kadar ürpererek öğrendi. Tüm semavi dinlerin gönderiliş amacı insanın mutluluğuydu ve anahtarı o kelimede saklıydı.
“ Gelin tanış olalım,
İşi kolay kılalım,
Sevelim sevilelim,
Dünya kimseye kalmaz.”
İşte her şey onunla başlıyordu.
Hayat onunla renkleniyor, çile onunla çekilmezliğini yitiriyor,
insan onunla yaşıyor, güller onunla açıyordu.
İşte gizemli altı harften oluşan sır;
Sevmek… sevmek yine sevmek….
Sevmeyi öğrenmeliydi insanlar önce.
Karşılıksız, çıkarsız, riyasız ve hiçbir şey ummaksızın ve sadece Allah için sevmeyi. Tek kanatlı bir kuş gibiydi insanlık ve ancak birbirini kucaklayarak uçabilirdi…
”Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Hepiniz ırkları, renkleri farklı, dilleri farklı olmakla birlikte birbirinizin kardeşlerisiniz…” demişti Nebi. Gönüllere örülen taştan duvarlar yıkılıp sevgi tohumları ekilmeliydi yüreklere… Kin ve nefretin yerini anlayış ve hoşgörü almalıydı. Tahammül etmeyi, kabullenmeyi, katlanmayı, dahası birlikte yaşamanın o gizemli sırrını çözebilmeliydi insan. Farklılıklar kavga sebebi değil, güzellikti, zenginlikti, sünnetullah’tı… Allah böyle olmasını dilemişti…
Ömrü bunun mücadelesini vermekle geçti Yunus’ un. Doğrudan, iyilikten yana oldu. Değil insanın, yakacak niyetiyle kesilen odunun bile eğrisine razı olmayarak büyük bir ders verdi dünyaya. Yaratıldığın gibi dosdoğru ol. Ve öyle gel kardeşliğe, sevgiye, muhabbete. Hoşgörü sınırlarını yaşanan olumsuz olayların ve çekilen sıkıntıların oldukça daralttığının oda farkında idi. Olgunluk meyvesinden yemeliydi herkes ve o pencereden bakmalıydı hayata… Çünkü yaşadığımız hayat tümüyle bize ait bir hayat değildi. Paylaşıldıkça güzelleşen, karşılıksız verdikçe artan bir değerler manzumesiydi. Birlikte kirlettiğimiz bu dünya büyük bir ailenin oturma salonuydu adeta. Her birimizin eşit haklara sahip olduğu, zahmetini birlikte çekip nimetlerinden aynı oranda istifade ettiğimiz, sorunlarımızı konuştuğumuz, geleceğe dair planlar kurduğumuz, gülüp oynaştığımız bir mekândı.
Başkalarına iyilik yapmanın bir ruh zenginliği olduğunu ve bir akçe ile verilen sadakanın nasıl ömre ömür kattığını da ondan öğrendi zamanın zıpkın gençliği… Sevmeyi, aşkın en ulvisini de ondan öğrendi. Uçkur sevdası çekmekle yürek yarası çekmek farklı şeylerdi. Biri küçültüp, alçaltırken, diğeri olgunlaştırıp yüceltirdi. Sevmek sahip çıkmaktı, kol kanat germekti, diğerinin sahip olmak, kirletmekti adı, amacı. Sevmek ömrünü ona vermekti, onun ömründe hayat bulmaktı, diğeri köle etmekti ömrü ona…
Nimete tek başına konmak karın açlığını giderirken onu paylaşmak ruhun açlığını giderirdi. İç huzuru verirdi gönle.
Ömrünü insanlığa vakfeden Yunus böyle ulaştı çağlar ötesine. Sevgi, hoşgörü, kanaat, tahammül, vefa denince o geldi akıla. Kavgaların, cinayetlerin, boşanmaların, sahtekârlığın, paragözlüğün ardı arkası gelmeyen bir çağda bencillik, hırs ve kapris soluyan bir toplumda; Yunuslara, Yunusça düşünmeye, Yunus gibi yaşamaya ne kadar da çok ihtiyacımız var…
05.09.2002 Lara – Antalya
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.