İŞTE BÖYLE HER GÜN(ÜM)
Uyanırım bir gölgenin eli omzumda, çekilirim ellerinden uzak bir tarafa. Yola çıkarken yüzüme işler güneş, yol nereye ben oraya....
Duruyordu araba, her zaman durduğu o köşede ki, yolda. Bindiğim zaman sıcak bir mazot kokusu ve tekerleklerin dönmesi yeterdi, yarım kalan uykularımı tamamlamaya. Her sabah aynı şeyleri yaşıyordum aslında. Tam belirli mesafeleri aşınca, belirli kilometrelerce uzaklaşınca evimden açıyordum gözlerimi.
Bu sokaklar benimdi. Benim çocukluğumdu bu sokaklarda büyüyen. Belki de, şu parkta oynardım hep, belki de, o park o zamanlar yoktu, bilemezdim ki. Şu mahallenin arkasında bir yerlerdeydi okulum. Benim o minicik ayaklarım gezinmişti orada. Belki şu durakta beklemişti, semtin merkezinde ki, okuluna gitmek için burdan binmişti arabalara. Belki şu çimenli arazide koşmuştu, belkide ilk uçurtmasını burda uçurtmuştu. Belki uçurtması olmamıştı çocukluğumun, bilemezdim ki, çok küçüktüm, hatırlamıyordum..
Şimdi yıllar sonra, kader götürmüştü beni tekrar oraya. Hafızasına yeni kavuşan insanlar gibi, hafızamı zorluyor, hatırladıkca maziyi heycanlanıyordum.
Ve duruyordu araba. Bırakıyordu beni, her sabah indiğim durakta.. Düşünce dolu beynimle, sıkıntılı günler yaşıyordum hep burada. Beynim bir boşalınca, hatırlamak istemediklerim geliyordu aklıma, söylemek istemediklerim bir şiir, bir roman cümleleri gibi akıyordu, içime, can damarıma.
Kendimi atıyordum adeta, binanın en yüksek alanına. Ordan daha çok kucaklıyordu beni şehir. Rüzgar bir uçurtma gibi savuruyordu, eteklerimi. Nefes aldıkca rahatlasamda, her rahatlama sonunda bir "of" çektiğim oluyordu mutlaka. Kafamı dağıtmak için, karşıdaki resm-i istanbul’un camilerinin minarelerini sayıyordum. Hep aynı sayı çıkıyordu, belki yeni yapılan bir tanesini görür gibi olsam seviniyordum. Arada bir on kat aşağıya bakıp, gün boyu çalışan insanları izliyordum.
Karşıda kaportacılar vardı. Biri arabanın idrar kesesinimi patlattı ne, su akarken kapadı ön kapağını. Sonra bir diğerinde gözlüklü bir adam arabasını kendi elleriyle parlatmaya başladı. Bir diğerinde ise, topluca gelen yunus balıkları misali polisler, sanki baskın yapacaklardı. Acaba içerde uyuşturucu tacirimi vardı. Yok, yok motorları arızalanmıştı. Hemen karşısındakiler, günlerce uğraştıkları gemiyi nihayet beyaza boyamışlardı. Ama üzerindeki mavi renk hiç olmamıştı, dün daha iyi görünüyordu, birde demiri takılmış, yavaş, yavaş tamamlanıyordu.
Karşı yoldan yukarı doğru yürüyordu bir çocuk, tanıdık olduğunu sanıyordum, tanıdık olmasınımı diliyordum ne? Evet o bizim büfenin elemanıydı, zavallım bu sıcakta her yere sipariş yetiştirme telaşındaydı. Ben çağırmazdım onu kendi ayağımla gider alırdım sıgaramı. Birkeresinde dönerken bizim köpek çetesiyle karşılaşmıştımda kendilerini sevdirmek için yarıştıklarından unutmuştum sıgaramı almayı.
Şimdi bu alandan bakınca görüyordum onları bile.. Birden kesildi rüzgar, alışmıştım eteklerime üşüşmesine. Dalmıştım derine. Hava nemli basık, bulutlar belirgin, ilerliyordular aheste, aheste. Aşağıda ki konfeksiyonda, birden sesler çoğaldı. Biri radyoyumu açtı ne? Tanıdık bir şarkı gibi gelsede, ilk defa duyuyordum tuhaftı sözleri "radyoda sezen çalıyor" gibi birşey diyordu heralde. Bitmesine yakın ses azalırken, içimden "bundan sonra da sezen çalarsın sen" dedim ve başladı sezen abla damarımdan girip, içime işlemeye.
Konuşmadan anlaşıyordum şehirle, konuşmadan anlatıyordum halimi, konuşmadan anlıyordum insanları ve içlerindekileri. Kimin ne derdi var tam olarak bilemesemde, iyi geliyordu, insanlarla, şehirle konuşmadan dertleşmek..
İşte böyle her günde...
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.