- 713 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Ateş
Gözlerini kısa bir anlığına hafifçe aralıyor, tavandaki flüoresan lambanın ışığına fazla direnemeyerek hemen kapatıyordu. Sürekli kapalı tuttuğu gözlerini açtığında, tüm dünyanın ışığını, salt kendi bedeni üzerinde topluyormuş hissine kapılıyor, buna dayanamıyordu. Annesi ya da babası “Mehmet, mehmet”, “Oğlum, aç bi gözünü” dediğinde bir anlığına gözünü açıyor, içinde bulunduğu hayal dünyasının karmaşıklığından ve bulanıklığından sıyrılabilirse, karşısındaki silik siluetleri bir iki saniyeliğine seçer gibi oluyor, sonra yine dalıyordu. Bu dalma anlarında annesinin “Ateşi otuz dokuz, hemen acile götürmemiz lazım” dediğini duyuyor, ama hiçbir tepki veremiyordu. İşin ilginci bu durumdan hiçbir rahatsızlık da duymuyor, üzülmüyordu. Aksine, ona bakan insanlar ve çevrelerindeki eşyalar, bir hayal dünyasının kahramanları gibi garip ve masalsı görünüyordu.
Her gün dibine oturarak, üzerine koyduğu kitap ve defterlerine ödevlerini yazdığı kırmızı kırçıllı mavi koltuklar, odanın köşesinde çapraz bir vaziyette duran ve ilk günlerde, derslerini anlayamadığından dert yanarak kapattırdığı, daha sonra nasılsa alıştığı ve yazılılarına bile onu izleyerek çalıştığı televizyon, uzandığı koltuğun çapraz yukarısında, babasının arada sırada kocaman anahtarıyla kurduğu, jacob marka, antika büyük duvar saati, bembeyaz tavanın kenarlarındaki süsler, duvarlardaki çiniler ve ayna, başka bir gezegenden gelmiş nesneler kadar yabancı görünüyordu gözüne. Yüksek ateş anlarında, bu yabancı dünya içerisinde kendisini kaybeder, büyük bir zevkle derinlerde bir yerlere doğru seyahat ederken, başındakilerin konuşması ve onu hafifçe sarsması sonucu ürpererek kendine gelirdi. Biraz bakınır, sonra tekrar dalar ve bu döngü, ateşi normal seviyeye düşene kadar devam ederdi. Durumun vehametini kavrayamadığı, vaziyetini dışardan göremediği, görse bile çocuk aklıyla idrak edemediği için, bu hastalık anları zevkli bir oyun saati olurdu onun için.
Ayda bir iki kere böyle ateşlenirdi. Kendisi alışmıştı artık ama nedense ailesi bir türlü alışamamıştı. Her defasında ilk kez oluyormuşçasına korkarlar, kendilerini kaybederler, başında kaygılı ve telaşlı konuşmalar yaparlardı. Bu anlarda, tüm aileye bir birlik havası hakim olur, alttan alan tavırlar ve kadirşinas yaklaşımlarla bu sorunu atlatmaya çalışırlardı. Her şey bitip Mehmet tamamen iyileştiğinde ise, hastalığın sebebini birbirlerine yükleyen hırçın tartışmalar yaparlardı. Annesi; “Yanına alıp maç izlemeye götürdün, açık sahada güneşin altında saatlerce dikilttin çocuğu, ondan sonra ateşlenince ben uğraşıyorum böyle”, “Arabaya bindirip camı açtırıyorsun, kafasını çıkarıyor, kolunu çıkarıyor, teri sırtında kuruyor, yuttuğu rüzgar da cabası”, “Götürüp çarşılarda şımartıyorsun. Benden gizli dondurma yemeler, anneme söylemeyeceğim diye söz verdirmeler, sonra böyle hasta” diyerek, duruma göre birkaç farklı şekilde suçlardı babasını. Babası da “Asıl sen yanına takıp, gezmelere götürüyorum diye saatlerce güneşin altında yürütüyorsun, başına güneş geçiriyorsun” ya da “Sokakta oynarken hiç bakıyor musun bu oğlan ne yapıyor diye? Koşup terliyor, soğuk su içiyor, çeşmede kafasını yıkıyor, işte sonuç ortada” diye üste çıkmaya çalışırdı. İşin ilginci, Mehmet üzerinden yürütülen bu kavgalar, bir süre sonra mecrasından sapar, artık Mehmet’ten hiç konuşulmamaya, anne ve babası ve onların aileleri ve arkadaşları çekiştirilmeye başlanırdı. Bu anlarda taraflar, o ana kadar bir şekilde içlerinde tuttukları öfkelerini kusmaya başlarlardı. Mesela annesi “Her hafta maça götüreceğine bir gün de maaile bizi bir yerlere götür, ama nerdeee. Annen olsa koşarsın hemen” der, babası da “Bıkmadın gezmeden tozmadan. Gez gez otur, homini gırtlak ye. Haftanın kaç günü annenin evindesin, sonra ay ben yemek yetiştiremedim, ay ben senin gömleğini ütülemeyedim bilmem ne” derdi.
Hastalık anlarından en çok aklında kalan; başına, boynuna ve koltuk altlarına koyulan, soğuk ve sirkeli suya batırılmış mendillerdi. Annesi duruma göre bazen sirkeli suyun içine aspirin de eklerdi. Bu karışımdan yoğun ve kesif bir sirke kokusu çıkar, vücudundaki mendillerden her tarafına akıp damlayarak, bütün hastalık süresince üzerinden çıkmayacak bir koyulukta üzerine sinerdi. Öyle ki bazen, bir kez yıkandığında bile bu kokudan kurtulamadığı olurdu. Ama daha kötüsü; soğuk mendil vücuduna ilk kez değdiğinde oluşturduğu üşüme ve ürperti duygusuydu. Bu ürperti sonucunda Mehmet, içerisine daldığı hayal aleminden bir şokla uyanır, sıtma nöbeti geçiriyormuşçasına titremeye başlardı. Tüm bezlerden kurtulmak ve evdeki en kalın yorganların altına girip ısınmak isterdi. Bereket ki; mendiller vücudunun yüksek ısısıyla çok kısa bir süre içinde sıcacık olur, titremeleri hafiflerdi. Mendiller iyiydi, mendil olsun da buz gibi olsundu. Zira mendiller rahatlama anları yaşatırdı. Hülyalara dalınan anlar. Yeter ki soğuk suyla yıkamasalardı bedenini. Zira son birkaç ateşlenmesinde, daha önce hiç yapmadıkları bir şekilde soğuk suya sokmaya başlamışlardı Mehmet’i. İşte, hasta olduğu şu anda ve sonrasında, en korktuğu şey buydu. Büyük bir şok geçirerek, akan suyun altından kurtulmaya çalışmak ve kaçarken ailesi tarafından tutulup, yeniden soğuk suyun altına girmesi için yüreklendirilmek ve hatta zaman zaman itilmek istemiyordu. Aklını başından alan bir üşümeyle sıçrayarak kendine geleceği duşa gitmemeliydi evet, aksine buz gibi mendillerle, Müge’nin eline sadece bir kereliğine, kazara olmuşçasına dokunduğunda yaşadığı titremeyi tekrar tekrar yaşamalıydı.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.