- 1050 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
HASİBİN NASİBİ
HASİP’İN NASİBİ
Mustafa, kendisine teklif edilen gece kulübündeki işi, o kadar çok sevmişti kİ.. “Tam bana göre bir iş,” demişti.
Mustafa’ya bu sözü söyleten, fizik gücünden daha ziyadesi cesaretiydi. Hani “Adamda mangal gibi yürek var” derler ya, işte o. Mustafa’da fazlasıyla vardı. Korku nedir bilmez, gözünü budaktan sakınmazdı. Bu cesaretin yanına atletik bir vücut, heybetli bir duruş, keskin bakışlar da eklenince, hasımlarından her zaman bir adım önde bulunuyordu. Dostlarına karşı ise alabildiğine şefkatli, sempatik, babacan ve hoşgörülüydü.
O’nun bütün özelliklerini iyi bilen ağabeysi; bilgisiz gücün bir işe yaramayacağını, müşterilerle iyi ilişkiler kurabilmek için bilgili ve kültürlü olunması gerektiğini, Almancayı da acilen öğrenmesinin şart olduğunu etraflıca anlatmıştı kendisine. Mustafa aynı zamanda büyüklerine karşı da son derece hürmetliydi. Ağabeysinin bu önerisine hiç itiraz etmedi. Vakit kaybetmeden iki kardeş birlikte gidip dil kursuna Mustafa için kayıt yaptırdı.
Mustafa, dil öğreniminde kısa zamanda görülmemiş bir ilerleme kaydetti. Üç ay içerisinde yeter miktarda Almanca konuşur olmuştu. Fakat o yine de kursa devam ediyordu. Amacı Almancayı en iyi şekilde öğrenip, okur- yazar hale gelmekti. Dili geliştikçe insanlarla daha iyi diyalog kurmaya başladı. Çalışırken Almanlardan en çok duyduğu söz:
“Siz yabancılar, ülkemizi işgal ettiniz, her şeyimize sahip oldunuz,” cümlesi oluyordu.
Ufak tefek olumsuzluklara rağmen, renkli ve eğlenceli gece hayatı sürüp giderken bir cuma günü çok sevdiği bir arkadaşı O’nu Cuma namazına götürdü. Memlekette iken ara sıra Cumalara giderdi ama Almanya’ya geleli hepten unutmuştu. Namazdan çıktıktan sonra içine bir kıvılcım düştü. Bu kıvılcım, ilerleyen günler içerisinde büyüdü büyüdü, bedenini alev alev sarmaya başladı. Cevaplanmasını beklediği bir sürü soru, beynini kemirmeye başladı.
“Allah bizi kul diye yarattı, sayısız nimetler verdi. Biz ise bu kadar nimeti vereni hatırlamaktan bile aciziz. Bu dünya, oyun ve eğlenceden ibaret olmasa gerek,” diyordu. En çok da; “Niçin yaratıldığı, ne işe yaradığı” sorusu aklına takılıyordu.
Bir haftayı bu düşünceler içerisinde geçirdi. Ertesi hafta Cuma sabahı erkenden kalkıp arkadaşına gitti. İçinde kopan fırtınayı, beynini kemiren soruları ona anlattı. Arkadaşı Ömer, bildiği kadarı ile bir şeyler anlatmaya gayret gösterse de O’na yeterli bilgiyi veremeyeceğinin bilincindeydi. Biraz sohbetten sonra O’nu alıp sohbet grubuna götürdü. Mustafa aklına takılan soruları onlara da sordu. Sohbet gurubunun hocası olan Raif Abi, soruların cevabını Mustafa’nın anlayacağı şekilde basit olarak anlatmaya çalıştı. O’na okuması için bazı kitaplar verdi. Eğer isterse her hafta Cuma günleri sohbete katılıp bu sorulara ve daha başkalarına cevaplar bulabileceğini söyledi.
Mustafa, onların verdiği ve tavsiye ettiği dini kitapları iş harici ara vermeden okuyordu. Okudukça hayat felsefesi değişmeye başladı. Anlamadığı, çözmekte zorlandığı konuları sohbetlere katılarak sorup öğreniyordu.
O Cuma namazından tam bir yıl sonra kesin kararını verdi. Patronları olan ağabeysi ile amcaoğlunu bir araya getirerek bir toplantı düzenledi. Yaptığı işin ve yaşadığı hayatın, inancıyla bağdaşmadığını detaylı olarak onlara anlattı. Sözün sonunda;
–Ben işi bırakıyorum, siz kendinize başka birisini bulun, dedi.
Patronları, Mustafa’nın düşüncesini saygı ile karşıladılar. Ağabeysi, kardeşi işten ayrılmadan Opel Fabrikasında ona bir iş ayarladı.
* * *
Mustafa, her işinde olduğu gibi fabrikadaki işine de canla başla sarıldı. Yeni bir işi, yeni bir hayatı olmuştu. Kısa sürede bu işe de adapte oldu. Çalışması, dürüstlüğü, efendiliği ile kendisini tüm personele sevdirdi. Tek bir eksiği vardı. Bol para ile yaşamaya alışık oldukları için, aldığı maaş az geliyordu. Mustafa, girişimci ruhu ile çok geçmeden ona da bir çare buldu. Boş zamanlarında ve hafta sonlarında besi çiftliklerinden canlı hayvan alıp keserek, Türk ailelere satmaya başladı. Bununla da yetinmeyen Mustafa, eşine de bir çiçekçi dükkânı açtı. Gelirleri hayli yükselmişti. Hatta kulüpten aldığı ücretin bile üstüne çıkmışlardı.
“Memleketi terk edip, yâd ellere geldiğimize göre bari bir işe yarasın.” diyordu eşine.
Helal dairesi içerisinde kazanıp harcadıkları için gönülleri huzurlu, kazançları bereketliydi. Yedi sene içerisinde gece kulübünde kazandığı paranın hiçbir hayrını görememişti. Haydan gelen huya gitmişti. Şimdi kazandıklarının önemli bir kısmını tasarruf edebiliyorlardı. Mümkün olduğunca kitap okuyor, sohbetlere katılmayı ihmal etmiyordu. Çocuklarının eğitimi için her fedakârlığa katlanıyordu. Öğrendikleri bilgilerle çevresindekileri de aydınlatmaya çalışıyordu.
Üç yıldır tatile gidememişlerdi. Bu yıl tatil için memlekete gitmeyi kafasına koydu. Yaz gelmişti. Yıllık iznini aldı. Çiçekçi dükkânını bir hemşerisine emanet edip, çocuklarını da alarak özel arabasıyla memleketin yolunu tuttu. Kapıkule, İstanbul, Ankara derken Kahramanmaraş’ın Çağlayancerit ilçesi sınırlarına girmişti. Helete’ye az kalmıştı. Memleket hasretini gidermek amacıyla arabanın camlarını açtılar. Hem manzarayı seyretmek, hem de havayı teneffüs etmek için olabildiğince yavaş gidiyordu.
Sarı başaklı buğdaylar biçilmişti. Mor koyunlarla sığırlar, anızlar arasında kalan kırıntılarla karınlarını doyurmaya çalışıyorlardı. Bağlardaki, bahçelerdeki ve kırsallardaki meyve ağaçları birbirlerine nispet edercesine meyvelerini teşhir ediyordu. Rengârenk çeşitleri, mis kokularıyla görenlerin iştahını kabartıyorlardı.
–Hey benim Güzel Allah’ım, dedi Mustafa. Şu manzaraya bakın çocuklar, ne muhteşem bir tablo. Allah (c.c) bizim için ne kadar zengin, ne kadar renkli bir sofra hazırlıyor. Bu kadar nimete sahip olup da yaratana şükretmemek nankörlüktür, aşağılıktır, dedi.
Çevredeki bu güzellikleri temaşa ederken yol kenarındaki tarlada öküzün yanına eşeği koşmuş bir adamın çift sürdüğünü gördü. Bütün ilgisi, birden bire adama yöneldi. Süratini iyice düşürdü. Çiftçinin hizasına gelince durdu. Arabadan inmeden bir süre adamı izledi.
“Bu aradığım adam olabilir.” diye düşündü.
Arabasını yol kenarındaki bir ağacın gölgesine çekti. Eşine ve çocuklarına:
–Siz biraz oturun. Ben şu tarlada çift süren adamın yanına uğrayacağım, dedi.
Arabadan inen Mustafa, çevreyi inceleyerek çiftçinin yanına kadar varıp selam verdi, kolay gelsin dileğinde bulundu. Adam, işine devam ederek;
“Ve Aleyküm Selam, sağ olasın,” diye karşılık verdi.
Çiftçi, işe mola vermediği için Mustafa ona refakat etmek zorunda kalmıştı. Yanında yürürken, bu yöre insanının ne ekip biçtiğini, ektiğinden bire kaç alabildiğini, kaç dönüm arazisinin olduğunu, kaç hayvana sahip olduğu gibi sualler sordu adama. Aldığı cevaplardan anladığı kadarıyla adam gariban, yardıma muhtaç birisi. Sohbet esnasında çifte koştuğu hayvanları da yakından inceleme imkânı bulmuştu. Zayıf, yaşlı, siyah bir öküz, en az öküz kadar kart, boz bir eşek. Toprağa saplanan sabanı çekebilmek için olağanüstü güç sarf ediyorlardı.
“Fakir olduğunu söylemesine gerek yok, durum ortada. Aradığım kişi bu,” dedi içinden..
Mustafa, çiftçi ile konuşurken çocuklar arabadan inip tarlanın ucuna kadar gelmişler, babalarını çağırıyorlardı. Çocukları bekletmemek için hemen söze girdi.
–Amca, ben Almanya’dan geliyorum, orada çalışıyorum. Memlekete varınca fakir birisine 1500 Mark vereceğime dair kendime söz vermiştim. Yoldan geçerken seni gördüm. Öküzün yanına eşek koştuğuna göre durumun iyi olmasa gerek. Eğer kabul edersen bu parayı sana vermek istiyorum. Öküzün yanına bir eş alırsın, kalanını da gönlüne göre harcarsın, dedi. Vermek için parayı cebinden çıkardı.
Yardım teklifine kadar işine devam etmekte olan çiftçi, teklifi duyunca hayvanları ohaladı. Övendireyi toprağa sapladı. Başındaki eski kasketin tereğini yukarıya kaldırıp, alnının terini boynuna bağladığı peşkirle sildikten sonra toprağa sapladığı övendireye tutundu. Güneşten yanmış kavruk yüzündeki gözlerini kırpıştırarak teklifi yapan Alamancıyı yukarıdan aşağıya süzdü.
–Allah niyetini hayra dönüştürsün evlat. Çok iyi düşünmüşsen. Düşüncen, inşallah hayra dönüşür. Bu parayı yardım olsun diye illa da birisine vermek istiyorsan (parmağı ile işaret ederek) şu ilerideki köy var ya, dedi.
Mustafa, ağaçların arasından işaret edilen yere baktı. Evlerin damlarını görmüştü.
–Evet, dedi Mustafa.
–Köyün hemen girişinde, sağ kolda bir çeşme vardır. O çeşmeyi geçince evler başlar. Birincinin degil, ikinci evin alt katı kahvedir. Oraya varınca kahvenin önünde oturan insanları görürsen. Onların arasında orta boylu, zayıf, çelimsiz kravatlı bir adam vardır. Adı Nasipsiz. Asıl adı, Hasip’tir emme köylüler ve civar köyler, onu Nasipsiz olarak bilir, öyle de çağırırlar.
Mustafa, hikâyenin sonucunu merak etmeye başlamıştı.
–Neden nasipsiz diyorlar ona?
Adam, alnından akan terleri elindeki peşkirle yeniden sildi.
–Bu uzun bi hikâye. Sana şu kadarını anlatayım. Bu bizim Nasipsiz, olabildiğince beceriksiz, beceriksiz oldugi kadar da inatçı biridir. Bi o kadar da kısmetsizdir. Neye el atsa kurur. “Ağustosta suya girmeye kalksam, balta kesmez buz olur.” Atasözü sankim bunun için söylenmiş bir söz. İşte onun için, köylü Hasip’in adını değiştirip, Nasipsiz kodu. Boynundaki kravat seni yanıltmasın. Garip, kendisini öyle avutur. Bu yörenin en fakir, yardıma en çok ihtiyacı olan adamı o dir. Ne tarlasi, ne tapani, ne bagi, ne bahçasi vardır. Eski, yıkık dökük bir evi, karısi ve bir ineginden başka hiçbir şeyi yoktir. Duydugume göre inegini de satlığa çıkarmiş. Sen bu parayı, git ona ver, dedi.
Çiftçinin cevabı Mustafa’yı şaşırtmıştı.
“Adama bak ya! Kendisi yardıma muhtaç, başkasına yardım havale ediyor.” dedi içinden.
–Amca, ben bu yaşıma kadar senin kadar cömert birisine rastlamadım. Çoğu kişi tereddütsüz parayı alır, cebine atardı. Sen ise yardıma muhtaç olduğun halde, daha muhtaç durumda olan başka birisini düşünebiliyorsun. Fedakârlığın, tokgözlülüğün beni çok etkiledi. Elindeki paradan 150 Mark ayırdı. Hiç olmazsa şu ikramımı kabul et, harçlık edersin, diyerek parayı uzattı.
Adam, paranın yüzüne bile bakmadı. Övendireyi sapladığı topraktan çıkarıp, sabanın sapına yapışırken çok kişinin yüz kere yutkunarak söyleyebileceği, hatta söyleyemeyeceği bir sözü O, umursamaz bir ifadeyle:
– Begim, dedi. Sen o parayi de ona ver. Bir meseleden dolayı aramız biraz açıktir, benimle konuşmaz emme gerçekten çok fakir.
Çiftçinin son sözü Mustafa’yı iyice sarsmıştı.
“Aman Allah’ım, bu ne büyüklük, bu ne asalet?” dedi içinden.
–Ya amca, sen ne gözü gönlü bol bir adamsın. Yardıma muhtaç olduğun halde bu kadar parayı kabul etmiyorsun, üstelik bir de dargın olduğun birisine havale ediyorsun. Bu ne asil bir davranış, bu ne büyüklük? Senin bu yaptığını bu âlemde kaç kişi yapar bilemem ama sen heykeli dikilecek, eli öpülecek bir adamsın. Heykelini dikemem ama ver şu mübarek elini bari öpeyim, diye eline sarıldı.
Çiftçi ona da müsaade etmedi.
–Estağfurullah, deyip elini çekti.
Koca tarlanın içinde bir nokta gibi görünen adam, Mustafa’nın gözünde koca bir dev olmuştu. Çiftçinin bu davranışı karşısında donup kalan Mustafa, şaşkınlığını üzerinden attıktan sonra elindeki parayı cebine koydu. Ne diyeceğini, bilemeden adamla vedalaşıp yanından ayrıldı ama ayakları tarladan ayrılmak istemiyordu. Çiftçinin asaletine, insanlığına hayran kalmıştı. “Dargın olduğu birisine yardım elini uzatmak…” Bir an kendisini çiftçinin yerine koydu. “Böyle bir fedakârlığı yapabilir miyim? diye sordu kendine. Kafası allak bullak olmuştu. Tarladan arabasının yanına gelene kadar, dönüp dönüp arkasına bakarak, insanlık abidesi, ufak tefek adamın büyüklüğünü izledi.
Arabanın yanına geldiğinde tamamen bitmişti. Kapıyı güçlükle açıp yerine oturdu. Gözü hala tarladaki çiftçideydi. Çocuklar da gelip yerlerine oturdular. Mustafa’nın şaşkın, perişan hali eşinin gözünden kaçmadı. Pürüzsüz esmer yüzündeki üzüm karası gözlerini sonuna kadar açarak:
–Mustafa’m, ne oldu, bu ne hal? Adam, sana kötü bir söz mü söyledi?
Nilgün Hanım, eşine hep Mustafa’m derdi. Gözü Mustafa’dan başka bir erkeği görmez, onun bir dediğini iki etmezdi.
Mustafa, soruyu duymuştu ama gözünü de aklını da tarladaki adamdan alamıyordu. Eşi soruyu tekrarlayınca:
–Sorma bi tanem, dedi. O da eşine bi tanem diye hitap ederdi. Adam bize öyle bir ders verdi ki, şahsen ben kendi insanlığımdan utandım, dedi.
Bu cümleyi söylerken boğazı düğümlendi. Bu ifadeyle eşinin merakı daha da arttı.
–Ne dedi, ne dersi? Anlatsana, dedi heyecanla.
Mustafa, gözlerini sabanın peşindeki adamdan ayırmadan soruyu cevaplamaya çalıştı.
– Garibin bacağındaki pantolonu, sırtındaki yeleği, başındaki kasketi her şeyi anlatıyor. Hepsinden vazgeçtik, öküzün yanına eşeği koşmuş olması fakir olduğunun en büyük delili. Ama adamda öyle bir onur var ki, değil Almanya Avrupa’ya, dünyaya bedel. O kadar yardıma muhtaç olduğu halde verdiğim parayı kabul etmedi. Köyde daha fakir birisi varmış, beni ona gönderiyor. Hiç olmazsa bir harçlık vereyim dedim, onu da kabul etmedi. O parayı da o adama vermemi istedi. İşin daha da enteresan olanı ne biliyor musun?
– Daha enteresanı da mı var?
– Var ya, dedi Mustafa. Parayı vermemi istediği kişi var ya.
– Eee.
– O kişiyle araları bozukmuş, konuşmuyorlarmış.
– Ne diyorsun? Olamaz, dedi, eşi Nilgün.
Bu son cümleden sonra Nilgün Hanım, otomobilin kapısını açıp dışarı çıktı. Adamı yakından görmek, onu tanımak ister bir arzu oluşmuştu içinde. Bu amaçla tarlanın kenarına kadar gitti. Kenardaki tümseğin üzerine çıktı. Sabanın arkasında devrilerek yürüyen ufak tefek görünüşlü, o asil adamı izledi bir süre. Böyle bir adamı uzaktan da olsa görme duygusu içerisinde göz pınarlarında yaşlar birikti. Dokunsan ha ağladı, ha ağlayacaktı. Arabaya dönerek çocuklarını yanına çağırdı. İnsanlık abidesi olan bu adamı onlarında görmesini istemişti. Çocuklar, kalkıp annelerinin yanına vardılar. Annesi, adamın durumunu ve göstermiş olduğu büyüklüğü onların anlayabileceği bir dille yavrularına anlattı. Mustafa, arabasının içerisinde hem çiftçiyi hem de eşi ve çocuklarını izliyordu. Adam, işine dört elle sarılmış, toprağın altını üstüne getirmek için olağan üstü bir çaba gösteriyordu. Nilgün Hanım, göreceğini görmüş olarak çocuklarını alıp arabaya döndü. Yerine otururken;
–Vay be! dedi. Gözleri dolu olarak.
Mustafa’nın gözü hala adamın üzerindeydi.
–Vay ki, ne vay, diye mukabelede bulundu.
Kontağı çevirip yavaştan yola koyuldu. Ağaçların tünel yaptığı yoldan geçerek tarif ettiği üzere çeşmeyi geçince kahveyi gördü. Arabasını kahvenin hemen karşısındaki ceviz ağacının gölgesine park etti. Yedi kişi, iki ayrı masada oturuyordu. Aralarında çiftçinin tarifine uygun birisi yoktu. Ortaya bir selam verip arabaya yakın bir masaya geçip oturdu. Kahveciden kendisine bir ayran istedi, üç tane de arabaya götürmesini söyledi. Hasip’i sordu. Kahveci;
- Bizim Nasipsiz’i sorarsın sen? Buralardadır, gelir gelir,dedi. Alaylı bir ifadeyle.
Mustafa, kahvecinin alaycı tutumu üzerine ona öyle bir nazar attı ki, bu bakışla, kahveci sorduğu soruya pişman oldu. Başka bir şey demeden içeri girdi. İki – üç dakika içerisinde üzerleri bol köpüklü maşrapalar içerisindeki yayık ayranlardan birisini Mustafa’nın önüne bırakıp, üçünü de arabaya götürdü.
Mustafa, bardağından iki yudum yeni almıştı ki, eski takım elbiseli, kravatlı biri gelip yolun kenarındaki uç köşedeki masaya oturdu. Mustafa, bardağını eline alıp, yanına vardı.
– Selamun Aleykum, Hasip Ağa, dedi.
Adam, selam verene şaşkın şaşkın bakarak;
– Ve Aleykum Selam, dedi. Karşısındaki sandalyeyi gösterdi.
– Buyir, otur.
Mustafa, ayran maşrapası elinde, geçip karşısına oturdu. Hasip Ağa, adamı tanımak için daha bi dikkatlice baktı.
–Kusura kalma begim, çıkaramamışam. Kimsen, kimlerdensen?
–Beni tanımazsın, yabancıyım. Almanya’dan geliyorum. Eğer kabul edersen sana misafir geldim.
– Hoş gelmişsen, sefalar getirmişsen. Başım gözüm üstüne. Mademki bana misafir gelmişsen, buyur eve gideh, dedi hiç tereddüt etmeden.
Mustafa, otomobili göstererek;
–Arabada çocuklar da var.
Adam, konukseverliğinden hiç ödün vermek niyetinde değildi.
– Onları da alalım, deyip yerinden kalkıp arabaya yollandı.
Mustafa, bu kadar fakir birisinin böyle misafirperver olmasının sırrının ancak Anadolu insanına has bir özellik olabileceğini düşündü. “Başka milletlerde böyle bir konukseverlik olamaz.”dedi, içinden. Ayranların parasını ödeyip adama yetişti. Arabadan karısı ve çocuklarını alıp, hep birlikte adamın peşine takıldılar. Elli metre kadar yürüdükten sonra dar bir araya saptılar. Üç ev sonra, ara bir yerde çiftçinin dediği gibi eski, yıkık dökük, virane bir evin önünde durdular. Adam, kart, çatal sesiyle kapıdan seslendi:
– Zeynep Kadın, konuklarımız var, dedi. Kapıyı tıklatıp açtı.
Evin hanımı, konuk sesini duyar duymaz sedirin üzerindeki minderleri düzeltmeye başladı. Renkleri solmuş, uç köşeleri ezilmiş, yer yer delinmiş olan içi hasır dolu yastıkları arkalarına dayadıktan sonra:
– Buyurasınız, hoş gelmişseniz, dedi. Yer gösterdi.
Konukları yukarıdan aşağı süzdükten sonra kocasına işaret ederek kapıya çıktı. Kocası da onun arkasından yürüyüp kapıyı kapadı. Onlar çıkınca Mustafa hemen gidip kulağını kapıya dayadı. Kadın yakınıyordu.
– Be adam, elin adamlarını alıp gelmişsen, şimdi onlara ne ikram edeceksen ha? Evde bir şey olmadıgıni bilmez misen? Ne düşüncesiz adamsın, diye sitemde bulundu.
Hasip, karısının haklı olduğunu bildiği halde yine de konukseverliliğinden ödün vermek niyetinde değildi.
–Adam Alamanya’dan gelirmiş, Alamancıymış. Kahvede otururken hususi olaraktan yanıma geldi. “ Sana misafir gelmişem,” dedi. Ne yapsaydım, ben misafir kabul ermiyorum mu deseydim? Sızlanmayı bırak da komşulardan biraz ekmekle çay iste. Evde çökelek peynir de var. Misafir umdugini degil, buldugini yer, dedi. Kadını gönderip kendisi geri döndü.
Mustafa, ondan önce gelip yerine oturdu. Hiçbir şey olmamış gibi etrafa bakınıyordu. Adam, ne kadar belli etmese de yüzü kızarmış bir halde içeri girdi. Dışarıdaki konuşmayı içeridekilere hissettirmemeye çalışarak kapının arkasında duran tahta oturağı alıp, misafirlerin karşısına geçip oturdu. Çocuklar, evdeki gördükleri manzarayı yorumlamakta güçlük çekiyorlardı. Kızları Sümeyra, Annesinin dizinin dibinde odanın içindekileri göstererek, kulağına bir şeyler fısıldıyor, annesi de aynı sessizlikle soruları yanıtlamaya çalışıyordu. Oğulları küçük Murat, sanki kamera çeker gibi odayı izlemekle meşguldü.
Mustafa ile ev sahibi köyden, köylüden, geçimden bahsederken, evin hanımı elinde küçük bir çıkınla içeri girdi. Köşedeki küçük tahta tezgâhın önüne geçti. Sırtındaki entari, kim bilir kaç yıllık. Renkleri solmuş, dirsek yerleri iyice üzülmüştü. Karşısındaki duvarda iki tahtadan ibaret olan terekte, üç beş tabak, iki tencere, iki tava, sekiz on bardak ile tahta bir kaşıklık vardı. Ocağın içine sokulmuş, eski kuzine sobanın içine birkaç odun atıp üfledi. Sobanın kapağını kapadıktan sonra, üstüne yüzü isten kararmış bir demlikle çay suyu koydu. Mustafa, bu fakir aileyi daha fazla sıkıntıya sokmamak için;
– Hasip Amca, diye söze başladı. Bizim için meşakkate girmeyin. Bizim karnımız tok. Biz yolcuyuz, gideceğiz. Sizde bir inek varmış, satıyormuşsun. Biz onu almaya geldik.
İneğin satılma sözünü kadar arkası dönük bir vaziyette sofra hazırlamakla meşgul olan kadın, bu sözle birlikte öyle bir dönüş yaptı ki, yüzündeki bütün damarlar şaha kalkmış, gözleri alev topu gibi olmuş bir vaziyette:
–Ben inegimi sattırmam, diye kükredi.
Bu tepki karşısında kocası dâhil, odadakilerin hepsi korkuyla irkildiler. Hele çocuklar tamamen korkmuştu. İlk şoku atlattıktan sonra Mustafa ve ailesi, bir hanımına bir de Nasipsiz’e bakıyordu.
Nasipsiz, mahcup bir hal içerisinde, kısık bir ses ile duruma müdahale etmeye çalıştı.
–Sen onun sözüne bakma begim. Dogri duymuşsan, satmamız şart olmıştir, diyebildi.
–Ölürüm de yine sattırmam, diye ikinci kükreyişi yaptı, kadın.
Mustafa, karı koca arasındaki gergin havayı yumuşatmak amacıyla araya girdi.
–Teyze, canım teyzem, senin ineği çok methettiler. Ben ta Alamanya’dan hususi olarak sizin inek için geldim. Elim boş mu döneyim.
– Köyde inek mi yoktir, gidin başkasını alın. Ben inegimi sattırmam.
Mustafa yalvaran bir ses tonuyla:
–Teyze, ben onca yolu bu inek için geldim. Başka ineği ne yapayım.
Kadın, çaresizlik içerisinde mücadelesini sürdürüyordu..
–Bizim inegimizden başka heç bi şeyciğimiz yoktir. Tek varlıgımiz, tek dayanagımiz aha o inek. Onu da satarsak, alın, koyun bizi mezara, dedi. Ağlamaklı oldu.
–Teyze sizin ineğe çok para vereceğim. Tam 1650 Mark.
– Ben Marktan murktan anlamam. Ben inegimi sattırmam o kadar.
– İyi de teyze bu parayla dört beş tane inek alabilirsiniz.
Kadın, ineğinden başka bir şey düşünmediği için ne verilen parayı, ne de alabilecekleri dört beş ineği düşünebiliyordu.
– İstemem. Ben inegimi isterem.
Nasipsiz’in karısından çekindiği her halinden belliydi. Karısının yüzüne bakmadan istemeyerek de olsa yeniden araya girdi.
– Sen onun kusuruna kalma begim. İnegini çok sever, bilirim emme satmamız şarttir.
Mustafa, bu söz üzerine Nasipsiz’in elini tutup hayırlaştı. 1650 Mark’ı sayıp avucuna sıkıştırdı.
Adam avucunu açıp paraya baktı.
– Bu para çoktir. İnek bu kadar etmez, dedi. Mahcup bir hal ile.
–Sen parayı cebine koy, bana göre ediyor. Pazarlıkta anlaştığımıza göre, bize müsaade. Biz ineği alıp gidelim, diyerek ayağa kalktı.
Nasipsiz, karısının pazarlığı bozmasından korkuyordu.
– Siz arabanın yanına gide durun, ben inegi alıp gelem, dedi. Onlardan önce dışarı fırladı.
O kadar çabaya, o kadar karşı koyup direnmeye rağmen inek satılmıştı.
Kadın, Mustafa’dan umudu kesince, son bir umut, hanımına yanaştı. Evden arabanın yanına kadar ne diller döktü, ne yalvarmalar yaptı ama kadından çıt çıkmadı, sanki duvara konuşmuştu.
“ Ne ruhsuz, merhametsiz bir kadınmış.” diye kızdı içinden.
Onlar arabanın yanına vardıklarında Nasipsiz ineği alıp gelmişti bile. Kadın, Mustafa’nın hanımından da umduğunu bulamayınca ineğin yularına yapıştı. Bir yandan başını okşuyor, bir yandan ağıtlar yakarak ağlıyordu.
– Hasip Amca, dedi Mustafa. Bu ineği Helete’ye nasıl götüreceğim? Nereden baksan 10 Km yol. Arabanın arkasına bağlasak gitmez. Bana bir traktör bulsan da üstüne atsak.
Kadın, son bir umut yeniden Mustafa’nın yanına vardı. Ellerine sarılarak dizleri üzerine çöktü. İki gözü iki çeşme:
–Kurbanın olam begim, merhamet edin, acıyın bu garibe. Bizim tek geçimimiz bu inek. O da elimizden giderse ölürüz biz. Bari bir mezar kazın da öyle gidin, dedi. Öyle bir ağıt kopardı ki, yürekler dayanmaz.
Mustafa’nın yüreği de bu manzaraya daha fazla dayanamadı. Kadını yerden kaldırdı, ellerini ellerinin içine aldı. Yüzüne sıcacık bir tebessüm kondurdu.
–İneğini bu kadar çok mu seviyorsun?
Kadın hıçkırıklar arasında:
– Çoook, diyebildi.
– Adı ne bu ineğin, bir adı var mı?
– Sarıgız, dedi. Boynunu büktü.
–Mademki Sarıkızını bu kadar çok seviyorsun, ondan ayrılmak istemiyorsun, onu sana hediye ediyorum. Al, anamın ak sütü gibi helal olsun, dedi, ineğin yularını kadına teslim etti.
Kadın duyduklarına inanamamıştı.
–Essah mı diyon? dedi. Hıçkırıklar arasında.
Mustafa, yüzündeki tebessüm, gözündeki ifadeye ek olarak:
–Essah essah, dedi
Essah sözüyle birlikte kadının duyduğu sevinci anlatmak imkânsızdı. Bir eli Mustafa’nın elinde, bir eli havada, gözleri semada;
–Allah senden razı olsun yavruuum. Allah’ım ne muradın varsa versin. Gözel Rabbim yavrularını, yavuklunu sana bağışlasın.
Sevinç gözyaşları ağıt gözyaşlarına karışmıştı. Kadın, duanın arkasından ineğine döndü.“Sarıgızım beniiim!” diyerek ineğin yüzünü gözünü öpüp okşamaya başladı. Ortada öyle bir tablo vardı ki, sanki uzun seneler ayrı kalmış ana -kızın kavuşma sahnesiydi.
Kadın, ineğine kavuşmanın sevincini yaşarken, kocası pazarlığın bozulmasından dolayı sonsuz bir üzüntü içine girmişti.
“ Aksi kadın, aklı bi b… ermiyor” diye kızdı içinden.
Almış olduğu parayı cebinden çıkarıp, Alamancıya doğru yaklaştı.
–Buyur begim paran. Ne yapam, kadınlar böyle işte, dedi parayı uzattı.
Mustafa, Hasip’in elindeki parayı eliyle birlikte cebine sokuşturdu.
– Biz pazarlığımızı yaptık, ben ineği aldım, sen de paranı. Artık bu para senin. Ben aldığım ineği teyzeme hediye ettim. Hediyenin parası alınmaz. Sen o parayı gönlünce harca. Yalnız bol bulamaç harcayıp da teyzemi kimselere muhtaç edip el açtırma, emi! dedi. Sırtını sıvazladı.
Nasipsiz, mahcup, boynu bükük bir vaziyette;
–Allah senden razı olsun begim, Allah ne muradın varsa versin, iki cihanda aziz olasın, diye dua etti.
Mustafa, Almanya’da iken vaat ettiği 1500 Markla, çiftçinin hediye ettiği 150 Markı, ineği bahane ederek fakir aileye vermenin huzuru içinde, vedalaşarak arabasına atlayıp, Helete’nin yolunu tuttu. Hayatında hiç bu kadar mutlu olmamıştı. Hislerini çocuklarına da anlatma gereğini duydu.
–Çocuklar, yaşadığınız müddetçe gücünüz ölçüsünde birilerine yardım etmekten geri kalmayın. Yardım etmenin insanın gönlüne ne kadar huzur verdiğini anlatmak imkânsız.
Yol boyunca öküzün yanına eşeği koşmuş olan, o çiftçiyi düşündü. Kendi ihtiyacı olduğu halde başka bir ihtiyaç sahibini göstermesi; Yermük Savaşı’nda yaralanan sahabe askerin “Suuu!” diye inleyip, suyu getirenden testiyi alıp, tam tepesine dikeceği sırada, az ötede yaralı başka bir askerin; “Suuu!” diye inlediğini duyunca, suyu içmekten vazgeçip, “Al bunu ona götür.” demesi kadar asil bir davranış olduğunu hatırladı, gözleri doldu.
“Allah’ım bana senin hoşnut olacağın güzel işler yapmayı nasip et.” diye dua ederek yoluna devam etti.
S O N
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.