- 633 Okunma
- 2 Yorum
- 0 Beğeni
Sefil
Yıldızların şahit olduğunu kim söylüyor? Sadece insanlar mı? İnsanlar kendilerine gönderilmiş peygamberlerin sözleriyle mi bu kadar uzak da bulunan cisimleri birbirlerine şahit tutabiliyorlar? Ya yalnızlıklar? Onlarda mı yıldızların şahit olması gibi anlatılması ve kanıtlanması güç hallerdir insanlar için?
-Sefil-
Yalnız olmadığını bildiği için, Sefil istediği gibi şımarabilirdi. Gökyüzünü inceliyordu. Köpeklerin istediği bir şeyi Tanrı kabul edebilir miydi? Atlar ölebilir miydi acaba? Cioran kadar müşfikti bakışları. Ay’ı görebilirim umuduyla bir binayı daha geçtik. Sokak bitmiyor gibiydi.
‘Hiçbir şeyi keşfetmedim. Ben sadece kendi hislerimin sekreteri olmaya devam ettim.’ diyordu Cioran. Müşfik, babacan bakışlı Romen! Karpat’larda çırılçıplak soyunmuş, tatilini ne kadar da güzel geçirdiğini düşünen bir Rus kızının diri memeleri kadar Sefil’in fikirleri keskindi.
‘Saat kaç?’ diye sordum. Siyah imitasyon deri montunun içine elini atıp, tekrardan mavi Lark sigarasından bir dal çıkardı. ‘İçme!’ diyordum. Lark içince, insanın bir daha sigara içme isteği kalmıyordu çünkü. Gülümsedi. ‘Devam edelim mi diye?’ sordu titrerken. Devam edebilirdik, yalnız Sefil’in bir kızı sevip, sevemeyeceğini merak ediyordum. ‘Var’ dedi, ‘esmer bir Kürt kızı’ dedi. Güldüm. ‘Kesin benim sevdiğim, kutsalım gibi onun da teni bembeyazdır’ diye düşündüm. Aşkı tadamayan sefillerden daha bir yüce gözüktü Sefil gözüme! Süleymaniye’de yatsı namazından sonra ne kadar da sessiz oluyordu sokaklar! Korkuyordum. Sefil benim hatıralarıma dokunamayacak kadar kendinleydi. Mırıldanışlarını zihnime mandallamak istiyordum. Uçup, boşluk da kaybolan çok kayıplarım oldu.
Karşıdan karşıya geçmek zorundaydık. Eninde sonunda bitecekti bu kaldırım. Hiç bitmeyen kaldırım olabilir miydi ki sanki? Günlük gazete hiç görmemiş, okumamış biri gibi, kendini akıllı zanneden bir kadın tecavüz olaylarının dile getirilmesinden, bu kadar açık yazılıp, okunmasından rahatsız olan bir kadının odasının lambası açıktı. Kendisinin de pek çok defa tecavüze uğradığını söyleyecek kadar da, insanların duygu ve düşünceleriyle alay edebilen bir insandı. ‘Ruhsal tecavüz’ diye de ekliyordu. Bedenine hiç erkek eli değmemiş gibi, kendini bir anda ‘Meryem’ zannediyordu. Sefil ‘siktir et onu’ dedi. Böyle anlarda küfür gerekli miydi ki? Zorlanmıştım. Karşıya geçmiştik. Geçerken yine de içimde bir korku vardı. Albert gibi karşıdan karşıya geçerken, bir araba bize de vursaydı ve biz ölseydik? Ne utanmaz bir ölüm hevesi var içimizde, değil mi Sefil?
Sefil?
‘İzbe bir çayevinde erken demlenmiştik. Sigaramın ucu sönecek gibiydi. Arkadaşım dikkat et dedi. Nefes almam gerektiğini biliyordum. Nefes aldım. Uzun bir cümleydi her zaman ki gibi:
-Sigarayı titrek ellerinde altıncı bir parmakmış gibi rahat tutuşunu hatırlıyorum, üzerindeki kendisinden bile bıkkın eski tişörtü, çayı şekersiz kendi tabiriyle sek içişi, yan masada tavla atan otuzluk yeni erginlerin gülüşleri, küllüğe yaslanmış yorgun çay kaşığını, başımızı kaldırıp bakmak yerine hayal ettiğimiz geceye düşen ilk yıldızları, şehrin korna seslerini, acele acele hayatlarındaki en büyük zevke evde televizyon karşısında uzanmaya koşan yorgun memurları, sevgililerine tatlı görünmeye çalışan genç kızları, sevgililerine ağırbaşlı görünmeye çalışan kocaman erkek çocuklarını, o anın fotoğraf karesine girmiş her şeyi hayal meyal hatırlıyorum.
Ölmediğimiz için şanslı mıyız?’
Oğuz Atay’dan konu açtı. ‘Tutunamayanlar gibi bir başka roman var, biliyor musun?’ diye sordu. ‘Başka derken, nasıl?’ dedim. ‘Ulysses’ dedi. Şaşırmıştım. ‘O da ne be?’ diyemeyecek kadar cahildim. Bekledim, nasıl olsa gerisini getirirdi sözünün. Hep gerisini getirmişti sözlerinin Sefil. Tatlı bir gülümseme belirmişti yüzünde. ‘James Joyce’ dedi önce mırıldanır şekilde ve sonra da ‘postmodern darbe’ diyebildi izmarite dönüşen sigarasına son kez bakarken. ‘I’ve put in so many enigmas and puzzles that it will keep the professors busy for centuries arguing over what I meant, and that’s the only way of insuring one’s immortality’ cümlesini, kırık İngilizcesiyle mırıldanmalarına ekledi. Anlamadım dedim, zor bir cümleydi. En azından içinde bilmediğim bir sürü kelime vardı. Tekrar gülümsedi. Sanki beynimi okuyordu Sefil. Cümleyi bir daha okudu. Aslında bütün kelimeler tanıdık geliyordu. İçine bir sürü bilmece ve enigma koydum diyordu James. Enigma neydi ki?
Doğaçlama yapmıştım. Enigma kelimesini bilmece, bulmaca kelimesi yanında kullanıyorsa, bu da esrarengiz gibi bir şey demekti sanırım. Sefil daha fazla beni yormak istemiyordu. Biliyordu beynimin bu söz için tüm çeviri mekanizmasını seferberliğe çağırdığını. ‘İçine o kadar çok bilmece ve zeka oyunu koydum ki, profesörler yüzyıllarca ne demek istediğimi tartışacaklar, insanın ölümsüzlüğü garantilemesinin tek yolu da budur.’ Hadi be sen de oradan dememek için kendimi zor tutuyordum. Sefil paketinden yeni bir dalı daha intihar için çağırıyordu. Elleri bu iş için uygundu ve elleri paketin içerisinden bir sigara dalını daha dudaklarına götürmüştü.
Canım sıkılmıştı. Sefil’in gözlerindeki derinlikten bu sıkıntının hadsiz ve hudutsuz ilerleyebileceğini anlıyordum. Yorum yapmadı fazladan. Eksiksiz olarak zihnime kancayı atmayı başarmıştı zaten. Oğuz Atay demek ki James’den esinlenmişti. En azından bunun yorumunu yapabilecek gücü bulmuştu. Binalar, onlarca bina geçmişti ki, yağmur gelecekti. Ay hâlâ görünmüyordu.
Bir bank da oturabilirdik, oturmadık. Yürüyorduk, ikimizin konuştuğu şeyler, bahsini açtığımız mevzular bu dünyadan değillermiş gibiydi. ‘Mükemmel’ olmaktan bahsediyorduk. Aslında Yaratanın dahi Mükemmel sıfatıyla sıfatlandırılamayacağını söylüyordu. Düşünüyordum. Ne kadar haksız veya ne kadar doğru diye değil, olabilir mi diye gerçekten. Zihnimin zindanlarında cüzzamlı hastaların suratlarını, kulesinde dünyadan habersiz yaşayan prensese gösterme vakitleri gelmişti. Üşüdüğünü anlamıştım. Üstümdeki montu ona verseydim, giymezdi. Hem de içinde rahat olmazdı, çok bol gelirdi. Titreyişlerinin devam etmesinin dahi bir manası olabileceğini düşündüğüm vakte kadar, mükemmel olmanın veya boka saplanmanın ne olduğunu kavramaya çalışıyordum. Boku temel de yaratan da Tanrıydı, mükemmeli de. Peki, mükemmel gerçekten her zaman mükemmel olabiliyor muydu, bokun her zaman bok olabildiği gibi?
James hangi duyu organıyla bilgiye ulaşıyordu, bilmiyorum ama şimdi ben boka saplanmış gibiydim. Sefil çok hızlı ilerliyordu. Ne diyordu, neden bahsediyordu ki beni böylesine dumura uğratabilmeyi başarabilmişti? Bir roman yazsaydı Sefil, (Klasik Türk Edebiyatı içinde kendini bulan cemiyet azalarının anlamayacağı türden ve haytalık, serserilik olarak nitelendirebilecekleri bir eser olurdu) herhalde bilgilerinden yararlanma fırsatı bulabilirdim. Benim ondan yararlandığım gibi, başkalarının da o kendine özgü, fikir diyalektiği süzgecinden geçmiş bilgilerden yararlanmalarını isterdim. O şimdi üşüyordu ve tam olarak nasıl bir şeye benzediğini bilemediğim dilini, sararmış dişleri arasına sıkıştırmıştı. Yürümemize bir kavşağın kenarında bulunan duvarın kenarında son vermiştik. Üşüyordu, ama duvarın soğuk zemini üzerine oturmaktan çekinmemişti. Yeni bir sigaranın vakti gelmişti.
YORUMLAR
Aleyna Altın tarafından 6/27/2012 2:45:12 PM zamanında düzenlenmiştir.
HakkınSesi
Allah için, okuyormuş gibi yapıp da yorum yapmayın...
Kalp kırmak istemem ama lütfen...