BİŞEK KALSIN YURDUMUZ-II
* * *
Daha yerlerinde dumanlar tütüyor, hâlâ bir kısım yerler ve evler kor halinde bulunuyordu.
Bir insan dolaşıyordu ağır ağır, elinde bir odun parçası ve durup durup bakıyordu etrafına. Küçük İstanbul’da gezip duran bu insan bir ihtiyardı. Gitmemişti. Gitmeyi istememişti. Köyünü bırakmamıştı, vazgeçmemişti yurdundan.
Gezerken yıkılmış, yanmış olan evini bulur ve bir kenarda oraya oturuverir. Başını ellerinin arasına koyar, virane olmuş bağlara, bahçelere ve hâlâ yanıp tüten evlere doyasıya bakar. Virâne olan sanki kendisidir. O tüten dumanlar kendi tepesinden çıkıyor gibiydi. Dışarısı gibi içindeki bütün aletleri kor halindedir. Daha birkaç ay evvel torunuyla bağlara, bahçelere gittiğini düşünüyor ve ağlamaya başlıyordu. Durmadan ağlamıştı ihtiyar. Hayli kıpırdayamamıştı yerinden.
Akşam olmuş hâlâ öylece oturup kalmıştı ihtiyar.
-Ben de ölseydim, bunları görmeseydim, diyordu.
Bir çocuk gibi hıçkırmaya başlıyordu. Bir çocuk gibi kollarıyla gözlerinden akan yaşları silmeye çalışıyordu. Hıçkırıklar boğazına düğümlenmişti. Çok dermansızdı. Ağlamaya bile sanki gücü yetmiyordu.
Karanlık… O gece iyice basmış, sanki ay bile gizlenmişti. İhtiyar kendi kendine:
-Karabulutlar, yoksa ayada mı izin vermediler?.. diyordu.
Sanki biraz önce ağlayan kendisi değilmiş gibi gülmeye başlıyordu. Hem gülüyor hem de başını hafifçe sallıyor, ağzıyla da bir şeyler mırıldanıyordu. Kalktı, virâne olmuş köyünün içinde yavaşça yürümeye başladı,. O karanlıkta nerede yürüdüğünü bilmiyordu. Bildiği tek şey köyün içinde olduğu idi. Bir ara durur gibi yaptı. Bir elini yukarıya, göğe doğru kaldırarak kendi kendine bir şeyler konuşmaya başladı. Sanki yanında bir dostu, bir tanıdığı vardı… Bu arada yine hem gülüyor hem de sakince konuşmaya başlıyordu.
-Beni nasıl unutursunuz? Yoksa uykudan mı uyandırdım? Rahatsız ettim seni değil mi? diyordu.
Daha sonra ihtiyar aniden sesini yükselterek;
-Biliyorum. Beni de alıp götürmek istiyorsunuz, diyordu. Titrek sesleriyle devam ediyordu;
-Onlar yetmedi, doymadınız değil mi? diyor ve böyle bir süre kendi kendisiyle konuşuyordu.
Birden o karanlık, bir sesle yankılanıyordu adeta. İhtiyar, birdenbire karanlıkta bir bomba gibi patlayıverdi;
-Bura senin değil, benimdir! Benim yurdumdur… Vermeyeceğim sana, gitmeyeceğim buradan… diyerek karanlığa doğru haykırıyordu.
O haykırışla birlikte karanlığa sanki meydan okuyor ve ardından da dermansız olduğu yere oturuveriyordu. Aslında yorgundu. Bütün damarları sızlıyordu. Eline baston ettiği bir sopayı sıkıca tutamıyordu. Titriyordu elleri ve ayakları. Atacak bir adım gücü bile kalmamıştı. Bütün vücudu acı içindeydi. Kalacak sağlam bir evi bile yoktu. Onun için şimdi her yer evi idi. Ve her yer onundu.
Kopmuştu kıyamet. Hem de iki köyün kıyameti. İki İstanbul’un kıyameti kopmuştu. İki İstanbul sanki birbirlerine çoktu. Adeta yeryüzüne sığmamışlardı. Ne acı bir gerçek ki öyle oldu. Sonu gelmeyen bir karanlığı içine girmişlerdi. Bir kör dövüşü olmuştu. Neye, kime karşı olduklarını bilmeden… Boşlukta dolaştıklarının farkında değillerdi. Gözü ve gönlü kör olanlar, karanlığa nasıl hükmedebilirler ki?.. Bu nedenle nereye gittiklerini ve nereye varacaklarını bilmiyorlardı. Kendi kıyametlerini yine kendileri koparıyorlardı.
Neyin savaşını veriyorlardı ki?.. İki gencin birbirlerini sevmesi kıyamete sebep miydi? Sevmek ve sevilmek; iki köy için suçtu bunlar. En büyük suçtu ve savaş etmek için en büyük sebep oluyordu. Öyle ya… Görmeyen gözler ve duymayan gönüllere başka ne yaraşırdı ki?..
Aradan aylar geçmişti. İhtiyar, kendi evinin yerini bulmuş, kendi kendine başını sokacağı küçük bir odacık yapabilmişti. Ömrünü burada tamamlamaya karar veriyordu. Hiçbir şey düşünmüyor gibiydi. Artık onun için yaşamak sadece ve sadece ölümdü. Yani ölümü burada beklemekti. Ölüm onun için bir can simidi olacaktı. Aslında yaşına göre çok geçmiş değildi ihtiyar. Onu acılar, çileler yıpratmış, yaşlandırmıştı. Onun bedeni değil, gönlü yaşlanmıştı.
İhtiyar kendi yapmış olduğu küçücük odası içerisinde bulunuyordu. Bir ara yattığı yerden yavaşça doğruldu. Sırtını yavaşça duvara yasladı ve kendi kendine;
-Ben ölmedim ha!.. dedi sadece.
Derin bir of çekti arkasından. İçinden birkaç dua okudu. Sonra yine kendi kendine bir şeyler mırıldanmaya başladı. Başını hafifçe sallayarak;
“-Beni bıraktı. Öldürmedi karanlık ha!..” dedi. Sonra;
-Yoksa benimle eğlenmek mi istiyor? Kedi fareyi öldürmeden önce oynarmış, o da benimle oynuyor. Keyfi yerine gelince de öldürecek beni… diyordu kendi kendine.
Sabah olmak üzereydi. Şafak yeni söküyordu. Etraftan daha hiçbir ses duyulmuyordu. Bu sıralar, eskiden horozlar öterdi. İhtiyar, iki çulun arasında yattığı yatağından yavaşça ve bir eliyle de duvara tutunarak, besmeleyle ayağa kalktı. Geçici olarak tutturulmuş yarı kırık, yarı çatlak bir kapıyı açarak dışarı çıktı. Güneş daha doğmamıştı. Fakat güneş her tarafa aydınlığını göndermişti. Her şey açık seçik görülebiliyordu.
İhtiyar hüzünlenmişti. Hep sakin olmaya çalışıyordu. Fakat ara sıra yutkunuyordu. Sanki bir şeyler söylemek istiyordu. Fakat kelimeler adeta boğazında düğümlenip kalıyordu. Ve hep suskundu. Virâne olmuş köyüne, dört bir yanını süzerek bakıyordu. Gözleri gizli gizli ağlıyordu. Sanki birisi görecekte; “çocuk gibi ağlama, ayıptır.” diyecekler diye aklından geçiriyordu. Gözlerini adeta yeni doğan sabahtan bile gizlemeye çalışıyordu.
Artık gün iyice doğmuş, büyük dağların ve tepelerin gölgeleri giderek küçülüyordu. İhtiyar, dışarıda kapının ağzında duran ve iskemle gibi kullandığı bir taşın üstüne oturmuştu. Besmeleyle kollarını sıvamaya başladı. Sonra sağ elini yan tarafa atarak bir şeyler aranmaya başladı. Birden gülümsemeye ve hatta sonra gülmeye başladı. Kendi kendine, dalgınlığını ve unutkanlığını anlatmak için başını hafifçe bir sağa, bir sola sallıyor, ellerini de dizlerine koyarak bütün gövdesini hafiften de sallıyordu. Belli ki abdest alacaktı.
Sabah namazını kılmak için hazırlık yapıyordu. Onun için aradığı suyu bulamamıştı. Kendi kendine gülümsedi. Aslında hiç bu zamana kadar kalmazdı. Hep vaktinde kalkar ve vakit gelmeden önce hazırlık yapardı. Başını yine hafifçe salladı ve eski günleri hatırladı. Eskiden aynı taşın üstüne oturur, abdestini alırdı. Önceden abdest suyu hazır olurdu. Oturduğu taşın hemen yanında bir testi, dolu olarak bulunurdu. İhtiyar, yine öyle sanmıştı.
İhtiyar, kalktığı yerden kolları sıvalı, eline aldığı kırık bir bastonla aşağıya doğru ağır adımlarla yürümeye başladı. Aşağıda, hemen elli metre kadar ileride bir dere vardı. Bu dereden çok az su akıyordu ama ihtiyarın işini rahatlıkla görüyordu. Dereden abdestini aldıktan sonra, hemen orada temiz bir toprağın üstünde, kıbleye dönerek namaza durmuştu. Daha ilk secdeye varmış ve ayağa kalkmak üzereyken bir ses duyulmuştu. Bu, bir insan sesi değildi, bir hayvan sesine benziyordu. Gerçekten de öyleydi. Çünkü ses çok yakından geliyordu. Bu ses bir at kişnemesiydi. Hatta atın ayak sesleri ve pıskırışları dahi rahatlıkla duyuluyordu. At belli ki dere boyu suyun içinden geliyordu. Atın, suda gelirken ayaklarının suya değdiğinde çıkardığı sesler öyle güzel, kulağa öyle hoş geliyordu ki ‘ben geldim’ diyen biri var gibiydi. İhtiyar, namaz kıldığı bu sırada bütün sesleri ve pıskırışları dahi rahatlıkla duyuyordu. Namazını bırakamazdı. Zaten çok sürmedi de. Namazını selamlar selamlamaz hemen arkasına dönüp baktı. Fakat bir şey göremedi. Sonra bütün gövdesiyle döndü ve etrafına iyice bakındı. Yine bir şey görememişti. Sesin nereden geldiğini bile tam olarak anlayamamıştı. Çünkü kendisini, yanılmamak için namaza vermişti. Hemen ayağa kalktı ve etrafına birkaç kez bakındı. Hâlâ bir şey göremiyordu.
Dere kıvrım kıvrımdı. Etrafı sık ağaçlıklarla çevriliydi. Derenin kenarlarında seyrek olarak söğüt ve kavak ağaçları da bulunuyordu. Derenin etrafı genellikle meşe ağaçlarıyla örtülüydü.
İhtiyar, aylardan sonra kendisinin yabancı olmadığı sesleri duyuyordu. Başını hafifçe sallayarak;
-Allah Allah!.. dedi sadece.
Yavaşça olduğu yere tekrar oturuverdi.
Ayaklarını uzattı, gözlerini yumdu ve bir eliyle de hafifçe sakalını ovalamaya başladı. Çok geçmedi başını doğrultarak
gülümsedi;
-Herhalde hayaldi. Galiba kulaklarım ses almaya başladı… dedi kendi kendine.
Her sabahın oluşunda ihtiyar, adeta yeniden diriliyordu. Fakat bu sabah gönlü, birazcık kararmaya başlamıştı. Gittikçe çöken bir bedenin, gönle de huzur getirmeyeceğini hissediyordu. Duymuş olduğu seslerin hayalden başka bir şey olmadığını düşünüyor ve bunu da giderek çöken bedeninin getirdiği ve adının da ihtiyarlık olduğu bir hastalığa bağlıyordu.
İhtiyar durmadan bir şeyler düşünüyor, hatta kendi kendine durmadan da mırıldanıyordu. Hep öylece oturuyordu. Birden başını doğrultarak yine gülümsemeye başladı;
-Azalarım, istediğim gibi çalışmıyor artık. Arızalandı desene… dedi.
İhtiyar kendinden habersiz, dünyasından geçmiş gibiydi. İçinden çıkılamayacak derin düşüncelere dalmış gitmişti. İşte tam bu sırada tekrar bir at kişnemesi duyulmuştu. At, hem de arka arkaya kişniyordu. Sanki at bile sabredememiş, bu derin sükûta o bile dayanamamıştı. İhtiyar birden irkilerek;
Hayırdır inşallah!.. dedi ve ayağa kalktı.
Sesin geldiği yöne doğru döndü. Bir elini alnına gölge ederek dereyi boydan boya iyice süzdü. Fakat dere, boydan boya sık ağaçlıklarla kaplı olduğundan bir şey görünmüyordu. Fakat bu sefer duyduklarından emindi.
-Günün bu erken saatlerinde… Bu at sesi!... Hayırdır inşallâh, diyerek kendi kendine söyleniyordu. İhtiyar hâlâ ayakta öylece duruyordu.
İşte tam bu sırada hemen yakınında bulunan söğütlerin arasından bir adam çıkıvermişti. Adam, ihtiyarı önceden görmüş ve ağaçların altında durup beklemişti. İhtiyarın namaz kıldığını görmüş onun için hemen oracıkta duraklamıştı. Atını da hemen bir ağacın dalına bağlamıştı. Adam, ihtiyarın yanına doğru yavaşça yaklaştı. İhtiyarın yanına geldi ve;
-Selâmünaleyküm, dedi sadece.
İhtiyar ne sevinçli ne de üzgün gibiydi. Şaşırmıştı. Onun için geçen günler birer yıl olmuştu. Hatta o geçen ayları düşündükçe yaşadığına inanamıyordu.
Geçen bu inanılmaz hayat mücadelesinden sonra ihtiyar, elbette delikanlıya şaşkınca bakmakta haklıydı. Delikanlı gülümseyerek hal hatır sordu. Hemen arkasından kendini tanıtmaya başladı.
-Adım Ömer, babalık, dedi.
Arkasından;
-Yalnız değilim, babalık. Yanımda karım da var, dedi.
İhtiyar;
-Karın mı?.. dedi sadece.
Delikanlı başını çevirerek;
-O da burada, yanımda, dedi.
Delikanlı, geldiği söğütlüğü işaret ediyordu. Arkasından bir el işareti yaptı geldiği söğütlüğe doğru. Söğütlüğün içerisinden genç ve güzel bir kadın görünüverdi. Bu, o delikanlını eşi idi. Kadın çok gençti, on beş yaşındaki bir genç kız gibi gösteriyordu. Taze bir gelindi. Gelin, gelir gelmez hemen ihtiyarın eline vardı. Fakat hiç konuşmuyordu. İhtiyar geline;
-Ömrün çok olsun, kızım, dedi.
Delikanlı bu arada hâlâ gülümsüyordu. O tatlı gülümseyişiyle birlikte ihtiyara dönerek;
-Babalık, seni namaz kılarken gördük. Biz de namazını bitirmeni bekledik. Onun için işte o söğütlüğün içinde durduk, dedi.
Delikanlı arkasından devam ederek;
-Babalık, adınız nedir? dedi.
İhtiyar;
-Adım Bekir. Bekir Ağa derlerdi. Lâkin şimdi Pişmiş Bekir oldum, hey oğul, dedi.
İhtiyar, bütün bedeniyle ve hatta bütün ruhuyla bu cevapları verirken sanki dert soluyordu.
-Pişmiş Bekir’im, oğlum ben. Pişmiş Bekir... diyordu arkasından dertli dertli.
İhtiyar, delikanlı ve gelin hemen oracıkta yere oturuvermişlerdi. Hayli bir süre konuşup durdular. İhtiyar ağlayarak anlatmıştı her şeyi. Kendini tutamamıştı. İyice boşalmıştı. Çünkü bütün bedeni, bütün ruhu dolmuştu. Nihayet hem konuşarak hem de ağlayarak, tertemiz birilerine derdini anlatmış ve iyice rahatlamıştı. Bir ara ihtiyar;
-Kul darda kalınca, Hızır yetişirmiş, dedi.
Delikanlı ve eşi pür dikkat kesilmişler öylece ihtiyara bakıyorlar ve hiç konuşmadan onu dinliyorlardı. İhtiyar devam ediyordu konuşmaya;
-Siz bana Hızır oldunuz. Allah (C.C.) ne muradınız varsa versin. Ben gülmedim ama Allah (C.C.) sizin yüzünüzü güldürsün hep, diyerek dualarda bulunuyordu.
İhtiyar arada bir gözyaşlarıyla karışık gülümsemeye çalışıyor ve arkasından;
-Yaa, işte böyle!.. diyordu.
Bir çocuk gibi kollarıyla durmadan gözyaşlarını silmeye uğraşıyordu. Fakat bu gözyaşları hem sevinç hem de üzüntü gözyaşları idi. Delikanlı ve gelini ansızın karşısında görmesi, onlara derdini anlatması, içini dökmesi sevinçti. İhtiyar için hem de büyük bir sevinç oluyordu. Onun için sevinç ve keder gözyaşları karışmıştı birbirine. Gözyaşları yanaklarından akarken bütün sakalını ıslatmıştı. Ne varsa içinde o anda her şeyi anlatmıştı. Hepsini bir bir anlattı. İçini iyice boşalttı. Sanki ağladıkça rahatlıyordu. Kendisini bir çocuk gibi hissediyordu.
O buruk gönlünü şimdi onların şaşkın ama hüzünlü gözlerinin sevgi dolu bakışları dolduruyordu. Arkasından da ihtiyar;
-Sabah ola hayrola demişler ya, atalar. Sizler de bana hayırlar getirdiniz, dedi.
İhtiyarın kırışmış yanaklarından süzülen gözyaşları kıvrım kıvrım bir nehri andırıyordu. Gözyaşları yanaklarının her tarafına yayılmıştı. Hele o çıkış yeri olan gözlerinin kenarları kıpkırmızı idi. Dopdoluydu gözleri suyla. Bendinden taşan bir seli andırıyordu sanki.
İhtiyar o kadar çok anlatmıştı ki gün çoktan doğup her tarafa yayılmıştı. Kuşluk vakti gelmişti. Bu sabah başka sabah olmuştu. Bugün güneş başka doğmuştu. İhtiyar içinden her şeyi çıkarıp atmıştı.
İçindeki yangınları, yıkıntıları, bütün birikmiş her türlü acımasız kötü olayları, sabahla gelen güneşin aydınlığında, hafifçe esen yelin önüne bir bir koyverip savurmuştu adeta. İhtiyar bir ara ellerini havaya kaldırdı;
-Çok şükür Allah’ım! Bugünlere de çok şükür, diyordu.
Allah’a(C.C.) karşı büyük bir hamdüsenâda bulunuyordu. Daha sonra o titrek elleriyle ağır ağır akıp duran göz yaşlarını silmeye çalışıyordu.
İhtiyar şimdi yeni doğan güneş gibiydi.
-Ben yeniden doğdum. Ben yeniden dirildim ha!.. diyordu.
Gülüşleri bundan sonra hep neşeli oluyordu.
-Beni kimse pişiremez artık. Çünkü ben bir kere piştim… diyordu. Arkasından;
-Bir insan bir kere pişer. İşte ben de bundan böyle Pişmiş Bekir’im artık, diyordu.
İki genç, ihtiyara bundan böyle Bekir Baba dediler. Bekir Babanın lâkabı da Pişmiş Bekir olarak kalır.
Sanki karanlık hiç olmamıştı. Gün, hep sabah gibiydi. Yeryüzü sımsıcak, gökyüzü pırıl pırıldı. Hava ise tatlı bir serinlikte idi. Günler arka arkaya geçiyordu. Artık Ömer’le eşi Nazlı da orada kalmışlardı. Pişmiş Bekir’i çok sevmişlerdi. Onu bir baba bilmişler ve Bekir Babaları olmuştu ihtiyar. Ömer’le Nazlı Gelin de anlatmışlardı başlarından geçeni. Onların gelişleri de aşağı yukarı Bekir Babanınkine benzemekteydi. Bir kez daha kaderleriyle burada birleşiyorlardı.
Ömer’le Nazlı Gelin de yurtlarından ayrılmışlar, uzaklara gidiyorlardı. Kimsenin bulunmadığı yerlere gidiyorlardı. Onlar da şeytana esir olmuş bir köyden geliyorlardı. İkisi de kendilerini kurtardıklarına şükrediyorlardı. Onların köyünde de bir kan davası almış yürümüştü. Orada da bir kurtuluş çaresi kalmamıştı. Ömer’le Nazlı Gelin kahretmişlerdi.
-Bura bize yaramaz artık... deyivermişti ikisi de.
Çıkış o çıkış olmuş ve kısmet Bekir Babanın yanına kadar gelmek oluvermiş. Daha yeni evlenmiş olan Ömer’le Nazlı Gelin, çaresiz her şeylerini bırakarak gurbet ellere düşmüşler. Buraya yani Bekir Babanın yanına gelinceye kadar tam yedi gün, geceli gündüzlü, dağları durup dinlenmeden aşmışlardı.
Günler geçtikçe Bekir Baba, Ömer ve Nazlı Gelin iyice yerleşmişler. Bekir Babanın geçici olarak yaptığı bir odalık yeri genişletirler, odalar ilâve ederler. Etrafını temizlerler, yeniden ve taptaze bir ev yaparlar. Evin etrafını da bir avlu ile çevirirler. Hatta avlunun kenarlarına da birer ağaç dikerler. Daha sonra Ömer’le Nazlı Gelin, yıkılmış olan evlerin aralarından geçerek, virâne olmuş bağlara, bahçelere giderler. Orada kendilerine uygun olan bir bahçeyi canlandırırlar. Oraya da yeniden çeşitli ağaçlar dikerler. Etraftan buldukları meyveleri dikerler. Böylece Ömer’le Nazlı Gelinin de kendilerine ait bir bahçeleri olur. Bahçeye hemen bir şeyler ekmeye başlarlar. Buraya gelirken yanlarına azıcık da olsa çeşitli sebze tohumları getirmişlerdi. Onları birer birer, karık yaparak ekmeye başladılar. Şimdiden Ömer’le Nazlı Gelin birazcıkta olsa, kış bastırmadan hazırlıklarını da yapmış oluyorlardı.
Neşeyle, sevinçle ve coşkuyla durmadan çalışıyorlardı. Burası yurtları olmuştu.
***
Ben ve kardeşim, birbirimize öyle sarılmışız ki kendimizi sanki o uzak zamanların içinde bulmuş, olayları kendimiz yaşamıştık. Korku ve heyecan karışık, donup kalmışız. Hem öyle bir merakla dinliyorduk ki uykumuz çoktan geldiği halde, yatma zamanımız çokta geçtiği halde gözlerimizi yummamıştık. Gözlerimizi o derin heyecanla yummaktan korkmuş, uyanık kalmaya çalışmıştık.
Büyükannem bile anlatırken hüzünlenmiş, durgun ve titrek sesiyle;
-İşte Pişmiş Bekir’den kalan Pişmiş Bişek’in hikâyesi... dedi.
Gece yarıyı çoktan geçmişti. Büyükannem çok hikâye, masal, fıkra anlatırdı. Fakat anlattığı bu hikâye, böylece hepimizin bilmediği ve hatta çoklarımızın merak bile etmediği, köyümüzün adı olan ‘Bişek’i anlatıyordu. Bize Bişek’in nasıl ad olduğunu ve nasıl kurulduğunu anlatıyordu. Bu hikâye bize bizi anlatıyordu.
Büyükannem anlatırken o da yorulmuştu.
-İşte Pişmiş Bekir böyle gitmedi. Ömer’le karısı Nazlı Gelin de onunla kaldılar, bu güzel köyü kurdular, dedi.
Sonunda büyükannem, artık bizim uyumamız için kalkıp yataklarımıza gitmemizi istiyordu.
Yavaşça bir kıpırdanma ve arkasından adeta bir halka gibi çevirmiş olduğumuz büyükannemin etrafından kopmaya başlıyordu. Tam kalkacağım sırada ben yeniden;
-Büyükanne! Köyümüzün adı niye Pişmiş Bekir olmamışta Bişek olmuş? dedim. Büyükannem bana bakarak;
-Onu da yarın anlatırım. Şimdi çok geç oldu. Artık yatmalısınız, dedi.
Bizleri yataklarımıza gitmeye adeta mecbur ediyordu. Fakat ben, kafama koymuş ve büyükannemin anlatması için ısrar ediyordum.
-Ama büyükanne... Çok merak ediyorum, diyerek ben de onu, anlatması için mecbura sokuyordum. Hatta birkaç kere ısrar ettim büyükanneme.
Büyükannem çaresiz, anlatmaya karar vermişti. Fakat bana, parmağını işaret ederek;
-Kısaca anlatacağım haa!.. Ondan sonra soru sormak yok.Tamam mı? diyerek şart koşuyordu.
Ben ise gülümsüyor ve başımı da hafifçe sallayarak;
-Tamam büyükanne, dedim sadece.
Tekrar büyükannemi dinlemek için derin bir sükûta hazırlanmıştım.
***
Bir gün yine sabah olmuştu. Hepsi de neşeli idiler. Pişmiş Bekir, Ömer ve Nazlı Gelin oturmuşlar küçük sofralarının başına, sabah kahvaltısını yapıyorlardı. Bu arada Nazlı Gelin;
-Bekir Baba, sen bizim babamız ve büyüğümüzsün. Allah(C.C.) seni başımızdan eksik etmesin, diyerek hem dilekte hem de duada bulunuyordu. Arkasından Ömer’de;
-Bekir Baba, biz de senin gibi aşağı yukarı piştik. Buralıyız artık. Seninleyiz, dedi.
Bir ara derin bir sükût olur sofrada. Pişmiş Bekir, Ömer ve Nazlı Gelinin arada bir yüzlerine bakar durur. Bu durum, Ömer’in hemen dikkatini çeker;
-Hayırdır Bekir Baba! Niye birden öyle daldın? Niye durdun?.. der. Bekir Baba;
-Aklıma geldi de; madem biz yeniden doğduk... Her şeyimizi yeniden kurduk... Kurduğumuz bu yeni yurdun bir adını koyalım , diyorum, der.
Ömer’le Nazlı Gelin öylece durup kalmışlardı, bu teklif karşısında. Pişmiş Bekir’in bu sözüne bir cevap bulamamışlardı. Pişmiş Bekir, sözüne devam ederek;
-Ben diyorum ki, adımız da yeni olsun , çocuklar. Hem de öyle olsun ki bize bizi anlatsın. Çilemizi mücadelemizi ve en güzeli , yeniden doğduğumuzu anlatsın, dedi.
Bunun üzerine Ömer heyecanla;İ
-Bekir Baba! Sen pişmiş bir adamsın. Koyacağımız ad, ebediyen seni hatırlatsın ve seni anlatsın, dedi.
Bunun üzerine Pişmiş Bekir;
-Öyle ya! Pişti buralar. Bu köy hatta kocaman iki köy adeta pişti, dedi. Arkasından devam ederek;
-O zaman bu kurduğumuz yeni köyün adı da ‘Pişmiş Köy’ olsun, dedi.
Ve daha sonraları Pişmiş Köye gelenler hep bu hikâyeyi dinlemişler ve sonra da, ‘biz de burada pişelim’ demişler. Giderek Pişmiş Köy hem çoğalmış, büyümüş hem de her yeni gelen, ‘biz de pişelim’ diyerek ‘Bişek’ kalmış, Anadolu’nun bağrında şirin ve küçük bir yurdun adı.
__________ SON __________ EKREM GÜRER
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.