- 661 Okunma
- 4 Yorum
- 0 Beğeni
Şehirler, İnsanlar Ve Aşklar
Elindeki fırçayı mavi boyaya batırıp son fırça darbelerini de vurduktan sonra şöyle bir geriye çekilip son kez baktı tuvaldeki resme. Eksik bir şeyler vardı ama vakit bir hayli geç olmuştu. Artık gözleri renkleri ayırt edemeyecek kadar yorgundu. Günün ilk ışıklarıyla resmi bitirmeye karar verdi. Ellerini özensizce temizleyip kendini yatağın üzerine bıraktığında fark etmese de güneş doğmak üzereydi. Burnunda bir parça boya vardı, üstündeki gömlek ise renkleri karıştırdığı paletten farksızdı. Ama çıkaracak gücü kalmamıştı, öylesine yatağına uzandığında.
Rüyasında deniz kenarındaydı. Tıpkı bitirmeye çalıştığı resimdeki gibi. Martılar uçuşuyordu başının üzerinde. Erguvanların çiçekleri geçmişti ama ağaçların gölgesi yine de güzeldi. Rüzgarın getirdiği iyot kokuları doldurdu ciğerlerini. Uzaklardan balıkçı motorlarının sesi duyuluyordu. Gözleri yedi renkli gölünü aradı birden, gül kokularını teneffüs etmek istedi, martılar yerine çalıkuşlarının sesini duymaya çalıştı. Ama yoktu, soluksuz kaldığını hissetti birden fırladı yatağından. Rüya gördüğünü anlaması rahatlattı. Çoktan öğle olmak üzereydi. Oysa günün ilk ışıklarında deniz, sandal, Kızkulesi ve martıları çizdiği resmin son dokunuşlarını yapmak istemişti. Kendine bir kahve yapıp geçti tuvalin başına. Önce sandalın üzerine yazdığı ismi değiştirdi. Sonra bıraktı fırçayı, tamamlanmamış tuvalini karşı duvara dayayıp yeni bir tuval yerleştirdi şovaleye. Bu kez başka bir resim yapmaya karar verdi. Önce bunu bitirmeliydi. Gölünü, gül bahçelerini, çalıkuşlarını, çayır kuşlarını anlatmalıydı. Yabancısı olduğu yerlerin resmini yaparak sanki ihanet etmişti yaşadığı yerlere. Aslında o şehrin resmini çizerek yüreğindeki bir yarayı iyileştirmek istemişti. O şehirde bırakmıştı sevdiğini.
Aldı eline fırçalarını deliler gibi boyadı tuvalini. Yemeden, içmeden, dinlenmeden. Önce yedi rengiyle gölünü boyadı, ardından gül bahçelerini öyle ki sanki güllerin kokusunu duydu. Güllerin dalında çalıkuşlarını da yapmayı unutmadı. Gölün kıyısında küçük su kuşları... Batmakta olan güneşin son ışıklarıyla kızaran gökyüzünü boyarken gerçekten akşamın olduğunu fark etti. Geri çekilip resmine baktı. Bir yarısı mutluydu bir yarısı hüzünlü. Tıpkı kendi ruh hali gibiydi yapmaya çalıştığı resimde. Bitirmeden kaldırdığı resmi de yanına koyup bir kez daha baktığında denizin ve o şehrin ihtişamına karşılık kendi küçük şehrinin mütevaziliği açıkça görülüyordu. Sıcacık geldi küçük gölün hayat bulduğu resim. Diğeri ise içinde bir yerlerde bir yaranın kanamasına sebep oldu bir an.
Fırçalarını temizleyip boyalarını toparladığında akşam çoktan olmuştu. Ilık bir duş alıp balkona çıktı. Yavaş yavaş kararmakta olan gökyüzü ona o büyük şehri aklına getirdi. Şehir bahaneydi, aklına gelen koca bir martı, denize inat ulu bir çınar ağacının dalına konmuştu. Ama asıl aklına takılan itiraf etmekten kaçınsa da o çınar ağacının altındaki tahta sandalyede çayını yudumlayan, çayını yudumlarken durmadan bir şeyler karalayan... Sözcükleri uzattı uzattı itiraf etmeliydi artık, unutamadığı, kendini bu koca şehir için reddeden sevdiği...
Başka bir büyüsü vardı o koca şehriN. Ama yapaydı her şey, samimi değildi insanlar. Martılar bile, öyle alışmışlardı ki kendilerine simit atılmasına balık avlamaktan vazgeçmiş vapurları kovalamaya başlamışlardı. Yollardan akıp giden taşıtlar gürültüleriyle rüzgarın, denizin sesini bastırıyorlardı. Sonra kendi şehrini düşündü. Rüzgar mis gibi kokular getirirken, kuşlar gölün kıyısında yem ararlardı. Balıklar oynaşırdı biraz ileride. İnsanlar selam verirlerdi birbirlerine sıcacık. Belki sevgilerde başka yaşanıyordu bu küçük şehirde büyük şehrin yapaylığına inat. Kır çiçekleri süslerdi yol kenarlarını. Taşıtlar, akşamları doğayı insanlara bırakırdı.
Yemeğini yemeğe çalışırken balkonunda bahçedeki gülün dalına bir çalıkuşu konmuş, en içli sesiyle ötüyordu akşam serinliğinde. Sanki yemeğine eşlik ediyordu. Ne huzurlu bir akşam diye düşünürken uzaktan bir baykuş öttü. Korkmadı baykuşun sesinden çünkü uğursuz olduğuna inanmıyordu. Yaban şebboyların kokusunu getirmeye başlamıştı serin esen rüzgar. Üşüdüğünü hissedip şalına sarınırken yine uzaklardaki o büyük şehri, martıları, vapur düdüklerini, çınar dalındaki martıyı unutmadığını hissetti. Ama unutulmuştu. Tercih meselesi diye düşündü, iki resmi tekrar incelerken. Ani bir karala fırçayı eline aldı, denizdeki güzel tekneye ’çalıkuşu’, gölündeki küçük kayığa da ’martı’ yazdı. Resimlerdeki bu tezatlığı ancak kendisi bilecek, ancak o hissedecekti ’martı ve çalıkuşu’nun yaşadığı bu hikayeyi.
Bu öykünün sonunda kazanan kimdi? Deniz mi galip gelmişti göle karşı, çalıkuşu mu susturmuştu güzel sesiyle martıyı? Oysa isteseydi martı, uçup gidecekti çalıkuşu. Şehirler miydi ayıran, insanlar mı böyle istemişti, gereksiz hırslarına yenilip. Aşk, yaşanmalıydı çalmışken kapıyı. Kolay elde edilmiyordu bu dünyanın kargaşasında böylesine aşklar.
Çalıkuşu susmuştu gece ilerledikçe. Resimlere son kez bakıp odasına çekilirken sanki bir martı sesi geldi bir yerlerden, ciğerlerine dolan gül kokusuna inat. Kendini uykunun kollarına bırakırken her şeye rağmen sevdiği, sevebildiği için mutluydu. Yarın yeni bir gün doğacaktı. Yeni günle birlikte yeni bir resim yapacaktı. Bu kez balkonunda açan ’kahkaha çiçeği’nin resmi can bulacaktı tuvalinde çınar ağacına, erguvanlara, ağacın dalına konan martıya inat...
YORUMLAR
Çok teşekkür ederim zaman ayırıp okudğunuz için ve değerli yorumunuz için sevgiler...