BİŞEK KALSIN YURDUMUZ
Dört bir yanı da büyük küçük dağlarla çevrili... Anadolu’nun tam ortasında... Bozok Yaylasının yüzlerce köylerinden sadece birisi. Şimdi yüz atmış ya da yüz yetmiş hane olan bir köy...
Köyün tam ortasından ve köyü iki ayrı mahalleye bölen bir çay akar. Bu çay, kış mevsiminde, hatta baharın bazı aylarında adeta coşar. Bu sıralarda karşı mahallelerde oturanlar bir süre görüşemez, konuşamazlar. Yaz aylarında ise çay, o kadar azalır ki adeta küçük bir bahçe arkına dönüşüverir. Hatta bazı aylar bu çay sanki kaybolur, kurur gider adeta. Yaz günleri çayın ömrü tükenir olur. Baharın ve genellikle kışın adeta yeniden dirilir, adeta yeniden doğar.
Şu insanoğlu da öyle değil midir? Bu çay gibi bazen coşar, bazen durur. Bazen de kaybolup gider. Hatta tamamen kurur. Baharda ve kışta coşmaya başlayan çay gibi doğar ve yaşar. Yaz gelince de çayın kuruduğu gibi ihtiyarlar ve ölür.
Her bahar ve kışın yeniden dirilir adeta. Bahar ve kış, onun canıdır. Yağmur ve su ise onun kalbidir. İşte sular bittiğinde, bahar ve kış sona erdiğinde can bedenden ayrılır, kalp çalışmaz durur. Şu insanoğlu da su misali bazen coşar, bazen durur.
‘Fani olan şu dünyada var olan her şeyin de muhakkak bir sonu vardır’ derler. Değil çay, çayın üzerinde aktığı toprak bile aşınmakta, kayalar bile parçalanmakta, ağaçlar bile kurumakta, demir bile çürümekte… Her şey muhakkak son bulmakta, tükenmektedir. Ve her şey sonunda bir hikâye olmaktadır.
İnsan bir işe başlarken, onu bitirmek ister. Çünkü insan bitirmek için işe başlar. Fakat her varlık kendini de bitirdiğinin farkında olamaz. Şu dünyaya gözlerimizi açtığımız o ilk anı hatırlayabiliyor muyuz? Ne gerçek ki, doğduk ve güneşin doğup battığı gibi, zaman geçince yaşlanıyoruz, tükenip gidiyoruz.
Şu dünyada her şeyin bir adı var ya, bu garip çayın kendine has bir adı yoktur. Kendi kendime bu çayın bir adının olmasını istedim. Belki daha fazladır ama 1700 yıllarından beri ne de olsa bir arkadaş, bir gönüldaş olmuş olan bu çaya, içinden aktığı köyün adı olan ‘Bişek’ adını vererek bundan böyle artık ‘Bişek Çayı’ demeyi uygun görmüşler. Şu dünyada ne garip varlıklar vardır. Varlıklar, kendileri gibi aldıkları adlar bile gariptir. Hangi varlık fani değildir ki garip olmasın… İşte isimler de böyle, hepsi gariptir. Her nesnenin bir değeri, bir anlam ve amacı olduğu gibi varlıklara ve nesnelere ad olan bütün isimlerin de bir manası ve belki de çok mu çok bir değeri vardır.
Bişek adını yaşadığım her anımda büyük bir heyecanla merak ediyordum. ‘Çayın adını ‘Bişek Çayı’ koymuşlar ama, ya peki bu Bişek adı nereden gelmiş, bu köye neden Bişek adı verilmiştir?’ Bütün düşüncelerim şimdi de burada toplanmaya başlıyordu. İnsana, önce düşündüğünde, kelimenin tam anlamı itibarıyla bir şeyin pişmesi, hallolması gibi şeyleri hatırlatıyor. Ne garip bir kelime değil mi? Öyle ya… Başka ne anlamlara gelebilir ki… Kendimi buna ilâveten bazı sorular sormaktan alıkoyamıyordum.
Pişmek deyince insanın aklına kızgınlık, sıcaklık, bunalmak, sıkılmak ve buna benzer sıkıntı getiren, huzursuzluk veren anlamlar geliyor. İnsanda şu merak denilen his olmasaydı birçok gerçekleri öğrenemezdi. Ben bu görüşe şu küçücük aklımla ve buna ilaveten bütün gövdemle de katılıyorum. Şu insanoğlu merak olmasaydı, değil birçok gerçekleri, kendini bile tanıyamayacaktı. Bunun misallerini görüyoruz, ayağımıza batan bir dikenin verdiği acı gibi de yaşıyoruz.
Ufak tefek dağlarla çevrili, içinden akan garip çayın ve yine hemen yanından, kendi arazisinin içinden, doğu tarafına düşen Büyük Öz’ün de adını aldığı bu köyün adı gerçekten nereden gelmişti? Bu adı nasıl almıştı? Beni en çok meşgul eden artık bu olmaya başlamıştı.
Zaman eskiye nazaran çok yeni… Çok iyi hatırlıyorum 1964 yıllarını. Köyün içerisinde gezip duruyordum. Köyün kuzey mahallesinde bulunuyordum. Yolda ağır ağır yürüyordum. Yolun hafif bir yokuşu vardı. Ancak bir araba sığabilecek genişlikte idi. Tam karşımda, yüz metre kadar ileride bir çeşme vardı. Köy halkı daha ziyade bu çeşmeye pınar derdi. Bir an;
-Ne oldu eskilerde, bu Bişek adı ta evvelden nasıl sürüp geldi?..
Kendi kendime soruyor, fakat cevabını bir türlü bulamıyordum.
Yolun ortasından dalgın bir halde yürüyordum. Bu arada ince mi ince arkası kesilmeyen sesler duyuyordum. O ses beni dalgınlıktan kurtarıyordu. Çünkü kendimi o sesle yolun kenarına çekiyordum. Aslında dalgınlığım merakımdan doğmuştu. Dalgınlığım bir an da olsa beni geçmişe götürüyordu. Durmadan dalardım geçmişe. Ne yazık ki bir şey bulup getiremezdim. Geçmişi düşünürdüm, onun için dalardım. Ama düşünmek yetmezdi. Düşüncelerime bir yol arardım hep. Düşünmek gibi sadece dalmak da hiçbir şeye götürmezdi beni. Yüzmeyi iyi bilmeyen birisi, ne kadar dalarsa dalsın kıyıya çıkabilir miydi?..
Beni yolun kenarına çeken o ses bir kağnının sesiydi. Birkaç kağnı arka arkaya dizilmiş uzaklardan geliyorlardı. Kağnılarla, biçilmiş ekinleri getiriyorlardı. Köyün güney mahallesine harman kurulur, orada ekinler sürülürdü.
Yine böyle harman zamanı. Sıcak ayların en şiddetlisi. Ağustos ayı idi. Kağnı sesleri köyün içini adeta çınlatıyordu. Çok güzeldi kağnı sesleri. Kağnıları getirenler, işte o pınarın yanına gelince muhakkak dururlardı. Bütün kağnılar arka arkaya durur, kağnıları çekenler bu pınardan su içerlerdi. Pınarın bulunduğu yer yoldan aşağıda ve etrafı duvarla çevrili olduğu için kağnı sahipleri aşağıya inmezler, pınarda bulunanlardan su isterlerdi. Kim varsa pınarda, ilk su dolduran hemen neyi varsa; helkesi, sitili ya da başka bir kapla oluğun üzerine çıkar, yukarıya uzatırdı. Kağnı sahipleri birazını içer, birazıyla da ellerini yüzlerini ıslatırlar, böylece kendilerini serinletmiş olurlardı. Aynı zamanda o pınarın yanına gelince kağnıyı çeken hayvanlar da dinlenmiş olurlardı.
O pınarın başına gelip durmak sanki bir adet halini almıştı. Hep öyle yaparlar ve sonra sırasıyla arka arkaya dizilerek, sesleriyle bütün köyü çınlatarak yollarına devam ederlerdi.
O sıralarda daha küçüktüm. Pınarı görür görmez kendimi sanki günlerce susuz hissettim. Arzum su içmek değildi. Çünkü susamış değildim. Bu pınarın çok hoş bir suyu vardı. O sıcacık ayda bile soğukluğunu hep muhafaza ederdi. Bu, bütün herkesin hoşuna gider, arayıp da bulamadığımız bir su idi.
Arzum her zaman olduğu gibi varıp yine elimi, yüzümü yıkamaktı. Pınara vardığımda bana hiç aldıran olmadı. Sıraya dizilmiş kadınların yanından geçerek suyun aktığı lüleye doğru iyice yanaşmıştım. Bir helke, lülede asılı duruyordu. Bir el de helkenin kulpundan, dolunca almak üzere tutmuş hazır bekliyordu. Ben, hemen sabırsızmış gibi;
-Su içeceğim bacı, dedim.
Bana başını hafifçe çevirip baktı ve;
-Tabi Yusuf! Şu helke dolsun, iç suyunu, dedi.
Beni tanıyordu. Ben de onu tanıyordum. Bu, dayımın geliniydi. Hatta beni görür görmez gülümsemişti. Bu arada helke de dolmuş ve yengem;
-Hadi Yusuf, iç suyunu, dedi.
Hemen oluğun üzerine çıktım. Elimi yüzümü bir güzelce yıkadıktan sonra ağzımı lüleye yanaştırarak bir iki yudum da su içtim. Daha oluğun üzerinden aşağıya inmeden, yengeme;
-Sağ ol yenge, dedim.
Fakat yengem beni duymamıştı. Çünkü en son helkesini doldurmuş, çoktan yola koyulmuş gidiyordu.
O pınara hep kadınlar suya gelirdi. Genç delikanlılar ve erkekler su içmek için dahi olsa o pınara giremezlerdi. Bu, bir adetten ziyade sanki kanundu. Ama benim gibiler yani çocuklar ve ihtiyarlara bu kanun pek işlemezdi.
Pınardaki kadınlar ve kızlar su doldurmak için bekleşirlerken birbirleriyle hiç görüşmemişler, birbirlerini çok özlemişler gibi konuşup dururlardı. Hatta gülüşürler, birbirlerine el kol hareketleri yaparlardı. Pınardaki kadınların bekleyişleri hep böyle olurdu. Öyle tatlı bir sohbete dalarlarda ki hepsi de aynı bir aile efradındanmış gibiydi. Fakat şu bir gerçekti ki birbirlerini hep tanırlardı. Hatta çokları birbirleriyle çok yakın akraba idiler.
Bazen gülüşmeleri, konuşmaları o kadar çok sesli olurdu ki etraftaki erkekler tarafından rahatlıkla duyulurdu. Bu davranışları, erkeklerin dikkatini çekerdi.
Pınara, erkeklerin ve genç delikanlıların girmeleri nasıl yasaksa, kadınların ve kızların böyle ulu orta gülüşmeleri, konuşmaları da öyle yasaktı.
Pınarın etrafında sıralanmış olan evlerin duvar diplerinde köyün erkekleri otururlardı. Bunlar genellikle işi gücü olmayanlar ve ihtiyar erkeklerdi. Onlar da kendi aralarında konuşurlar, gülüşürler ve sohbet ederlerdi. Fakat erkekler, yüksek sesle konuşabilirler, gülüşebilirler ve hatta bağrışa çağrışa şaka yapabilirlerdi. Bu, onlara yasak değil, adeta hakları.
Pınardaki kadınların bir anlık sohbetlerinin yüksek seslere dönüşmeleri sırasında, duvar diplerinde bulunan erkeklerden birisi bulunduğu yerden ayağa kalka;
-Buraya su doldurmaya mı, yoksa dedikodu etmeye mi geldiniz? derdi.
Ya da pınarın başına yaklaşarak, sessizce onlara kim olduklarını hatırlatırcasına uyarılarda, öğütlerde bulunurlardı.
Bişek Köyü halkının günleri hemen hep böyle geçerdi. Benim şu beynimin ortasında ise hâlâ Bişek adının nereden ve nasıl geldiği düşüncesi gittikçe büyüyordu. Sanki beynimin içinde arı oğul yapmıştı... Beni, başka hiçbir şey ilgilendirmiyordu. İstesem de kendimi bu arı kovanının içinden kurtaramıyordum. Bu sebeple hep içindeydim ve gittikçe de en derinlere giriyordum. Bazen de kendim istiyordum derinlere girmeyi. Hep merak ediyordum ve kendi kendime;
-Madem içindeyim, o halde iyice yerleşmeliyim. Geçmişi öğrenmeliyim... diyordum.
Durmadan düşünüyordum. Düşünmek yeniden yaşamak, yeniden doğmak oluyordu. Fakat her düşündüğümde, bir insan nasıl susuz olup gördüğü bir pınara dolu dizgin, yolları dümdüz giderse, ben de derinlere girdikçe, geçmişi düşündükçe en son hızımla sanki kayalara çarparak, dağlardan derelerden yalpa yaparak gidiyordum. Ben, dolaşıyorum diye, meğer hep etrafında dönüp duruyormuşum. O yerinde, ben ise düşüncelerimle çevresinde dönüp durdum. O benim içimde, ben onun sadece yakınındaydım.
Büyüklere hürmet boldu. Sözleri hep derin bir sükutla dinlenirdi. Sözler, herkese birer öğüttü. Büyüklerin sözünü çok dinledim. Bugün bile çok şeyleri öğrenmişsem, onların öğütlerini tutmuş, onların sözlerini dinlemiş olmamdandır.
İhtiyar bir büyükannem vardı. Babamın annesi... Kesin bilemiyorum ama yaşı yetmişten fazla idi. Son dört beş yıllarını çok iyi hatırlıyorum. Hele o son senesini hiç unutamıyorum. Artık iyice hasta olmuş, yataktan dışarı çıkamıyordu. Hastalığı yaşlılıktan başka bir şey değildi. Fakat bir şeyi değişmemişti; o da hikâyeleri, öğütleri... Ölmeden bir gün evvel öğüt verdiğini iyi hatırlıyorum.
Ben daha mektebe başlamadan önce, birkaç duayı ve hatta namaz kılmayı ondan öğrendim. Bana gerçek sevgiyi o verdi, diyebilirim.
Yine bir gün büyükannem, babam, annem, kardeşlerim ve ben akşam yemeği için bir arada idik. Ben yine her zaman olduğu gibi yemeğimi vaktinden önce yediğim için sofraya oturmadım. Büyük annem zaten oturamıyordu. Onun yemeği olduğu yerde hazırlanıyordu. Büyükannem sedirin üzerinde ve bir yatağın içinde, üzerinde bir yorgan öylece dururdu. Babam, annem ve kardeşlerim yemeklerini yiyedursunlar ben, büyükannemin yanına varıp yatağının içine girdim. Öyle yumuşacıktı ki bağrı. O titrek elleriyle beni okşamaya başladı. Kendimi hep böyle sevdirirdim. Beni severken gözlerinin içi gülerdi. İşte bu sırada aklıma bir soru gelmişti. Zaten büyükannem, yanına her vardığımda bana kendiliğinden bir şeyler anlatırdı. Bende ona, durmadan düşündüğüm, bir türlü sırrını anlayamadığım ve içinde bulunduğumuz şu köyün adının nereden ve nasıl geldiğini soracaktım. Yüzümü hafifçe büyükannemin yüzüne çevirerek;
-Büyükanne! Köyümüzün adı nereden gelmiş?.. dedim.
Büyükannem iyice anlamamış olacak ki;
-Köyümüz nereden mi geldi, dedin?
Ben soruyu tekrar etmek zorunda kaldım.
-Büyükanne, köyümüze neden ‘Bişek’ adı verilmiş, dedim.
Bunu söylerken sözcükleri birer birer ve biraz da yüksek sesle söylüyordum. Zaten benim günlerce merak ettiğim soru da bu idi. Ben, heyecandan olacak ki yüksek sesle konuşup sofrada hâlâ yemek yiyen babamı rahatsız etmiş oldum. Babam, bana doğru başını çevirerek;
-Oğlum! Büyükanneni rahatsız etme. Yemeğimi yeğim, sana ben anlatırım, dedi.
Büyükannem gülümsüyordu olanlara. Belli ki anlatmaya hazırlanıyordu. Çok geçmedi, anlatmaya başladı. Anlatmaya başlamadan önce, ben heyecanlanmaya başlamıştım. Çünkü günlerce merak ettiğim bir konuyu böylece öğrenmiş olacaktım. Daha dinlemeye başlamadan önce yanına iyice sokulmuştum.
Dinledim sonuna kadar. Büyükannem uzunca anlatmıştı. Hikâye baştan sona hüzünlüydü sanki. Büyükannem öyle güzel anlatıyordu ki herkes sükut etmiş, kardeşlerim bile yanlarına oturmuş, hepsi de onu dikkatle dinliyorlardı. Belli ki herkesin merakını sarmıştı.
* * *
İki İstanbul varmış eskiden. İki küçük köy olan, iki İstanbul. Birbirlerine çok yakın olan bu iki İstanbul’un adları sadece büyük, küçük olarak ayrılıyormuş. Yani birisi Büyük İstanbul, diğeri de Küçük İstanbul imiş. Şimdi hâlâ yerli yerinde duran büyük bir mezarlık var ki burası ve etrafı Büyük İstanbul’a aitmiş. Şu anki köyün bulunduğu yer ve etrafı ise Küçük İstanbul’a aitmiş. İki İstanbul arasındaki uzaklık bir kilometreye varmazmış. Birbirlerine çok yakın olan iki kardeş İstanbul. Aynı arazi üzerinde yerleşen bu iki İstanbul’un insanları birbirlerini çok iyi tanırlar, birbirleriyle çok iyi geçinirlermiş. Fakat kız alıp vermezler, onun dışında hemen her alış verişte bulunurlarmış. Bu kurala kesinlikle uyarlarmış. Bunu neden böyle yaptıkları hâlâ anlaşılamamıştır.
Birbirlerini nasıl ve nerede görüp tanıştıkları bilinmeyen iki genç âşık olurlar. İki genç birbirlerine iyice sevdalanırlar.
Zaman çok eskilere dayanmaktadır. Bu, ta asırlar öncesine varan bir hikâyedir. Büyükannemin bile kesin söyleyemediği yıllara dayanmakta. Tahmin edildiği kadar bin beş yüz yıllarına uzanan bir hikâye.
İki sevdalı, kaderlerini birleştirmeye karar vermişler. Bir gün, nasıl buluşup kaçtıkları bir türlü bilinemeyen bu iki sevdalının yüzünden iki İstanbul’un arasına bir kara kedi girivermiş.
Gönül bu ya... Onun için hiçbir zaman uzak olmaz. İki köy arasında bir kilometre kadar olan yakınlık varsa, iki gönül arasında ve hele birbirini seven iki gönül arasında hiç uzaklık olmaz ki... Bir metre dahi uzaklık olmaz. Bunu her nedense bu iki köy bir türlü anlayamamış, iki sevdalının sevgilerine adeta düşman olmuşlar.
Kız tarafının bulunduğu köy olan Küçük İstanbullular, ‘kaçırdılar kızımızı...’ derler hep. Günbegün Büyük İstanbulluları kadın kız, çoluk çocuk demeden bahçede, bağda, derede tepede ve nerede görmüş, bulmuşlarsa dövmeye ve böylece intikam almaya karar verirler. Gün geçtikçe daha çok yaparlar. Daha çok eziyet ve kötülük ederler.
Fakat karşı taraf artık buna dayanamaz. Onlar da karşılık olarak Küçük İstanbulluları gördükleri yerlerde dövmeye niyetlenirler. Nitekim de öyle yaparlar. Artık hiç düşünmeden onlar da kadın kız, çoluk çocuk, yaşlı genç demeden kimi görmüş bulmuşlarsa dövmeye başlarlar.
Artık iki köyün arası iyice açılmıştır. Bir zamanlar birbirleriyle içli dışlı olan bu iki köy öyle durumlara gelmiş ki, aralarında sanki binlerce kilometre varmış gibi gelip gidemez olmuşlar. Görüşüp konuşmalar kökünden kesilmiştir. Böylece iki köyün üzerini bir karabulut kaplayıvermiştir.
Bir bulut nasıl ki içindeki bütün yağmurunu yeryüzüne boşaltırsa, bu iki köyün insanları da kinlerini birbirleri üzerine boşaltmaya başlamışlar. Giderek kinler daha da büyüdüğü gibi bir bir yerlerini ve hedeflerini de buluyormuş.
İki köy için bütün günler hep korku içerisinde geçiyordu. İki köyün insanları işlerine güçlerine gidemez olmuşlardı. İki köyün insanları artık gece gündüz korkudan uyuyamaz olmuşlardı. Herkes tedirgin ve herkes huzursuz olmuştu. Bütün bunlara karşılık yine de birbirlerine karşı nasıl tuzaklar kurmayı düşünüyorlar ve sadece bunların plânlarını yapıyorlardı.
Bütün günler hep böyle geçerken bir gün Büyük İstanbullulardan birisinin cesedi bulunur. Ceset Büyük İstanbul Köyünün bekçisine aittir. Köy bekçisi, kafası taşla ezilerek öldürülmüştür.
Öldüren kimdir, aranmaz. Çünkü, öldüren bir kişidir veya bin kişidir fark etmez atık. Öldüren belli ki Küçük İstanbullulardır. Artık bunun üzerine olaylar genişlemeye başlar. Her şey çığırından çıkar. Buluttan boşalan yağmurlar yeryüzünde nasıl bir sel oluştururlarsa, iki köyün insanları da birbirlerine karşı yaptıkları kötülük ve tuzaklarla adeta bir sel gibi coşarlar ve her şeyi yok etmeye başlarlar.
İki köy arasında adeta bir yarış başlamıştır. Bu yarışa biraz da öldürülen köy bekçisi tuz biber olmuştur. Artık birbirlerine karşı savaşabilmek için bahaneler aramaya gerek görmezler.
Köy bekçisinin öldürülmesiyle Büyük İstanbul’un ileri gelenleri, Küçük İstanbulluların oyunlarına ve tuzaklarına karşı daha etkili bir karar almak üzere toplanırlar. Bunu bütün köyün ortak kararı olarak ilân ederler.
Aradan çok az günler geçer. Bir gün otlanmaya giden Büyük İstanbulluların koyun sürüleri dağdan gelmez. Başta o köyün bekçileri olmak üzere köyden birkaç genç, buldukları silah ve sopaları alarak dağlarda hem sürüyü hem de çobanını aramaya çıkarlar. Vakit akşam olmak üzereyken köyün hemen yakınında, büyük ormanlıkta bir cesetle karşılaşırlar. Ceset öyle tanınmaz bir hale getirilmiştir ki, ancak elbisesinden ve hemen yanı başına düşmüş olan azığını koyduğu çantadan bunun sürünün çobanı olduğunu anlarlar. Bekçiler ve gençler artık sürüyü aramaya devam etmezler. Çobanın cesedini, yanlarındaki ve üzerlerindeki elbiselere sarıp sarmalayarak aldıkları gibi köye getirirler.
İki köyün başında sanki birer şeytan oluşmuş, birbirleriyle bu iki şeytan adeta yarış ediyordu. Bu iki şeytan, iki köyü birbirlerine çok görüyorlardı. Sanki şeytanlar yeniden yeryüzüne çıkmışlardı. Korkudan, dehşetten, zulümden ya da başka bir değişle ölüm kusmadan başka bir şey düşünmüyorlardı.
Yeryüzünde şeytanlar, gökyüzünde karabulutlar yarış ediyorlardı. Günler ilerledikçe vahşetler birer birer değil, artık toplu olarak işleniyordu. Bu da yetmiyordu; arkasından yakmalar, yıkmalar boşlukları doldurmaya çalışıyordu. Yukarıda karabulutlar, aşağıda şeytan orduları ateşler yağdırıyorlardı.
Acaba sonunda kim kazanacaktı?.. Kazanacak olan belliydi. İnsanlar katılmışsa şeytanın ordusuna, el açmışsa karabulutlara kaybedecek olan yine kendileri idi. Gerçekten bir kazanan olmuş muydu? Kazanan tabi ki yeryüzünün şeytanları ile gökyüzünün karabulutları idi. Çünkü böyle durumlarda onlar her zaman avantajlı idiler. Ve sonunda da kazanmışlardı. Onlar görevlerini yerine getirmişlerdi. Zaten onların görevi bu idi. Onlar böyle çoğalırlar, boşluğu böyle doldururlardı. Onlar ancak böyle yaşarlardı.
Şeytanların ve karabulutların, hayatlarını sürdürebilmeleri için boşluk olması lâzımdı. O boşluğu çoktan ve kolayca bulmuşlardı. O boşluğa ne kadar çok insan gömerlerse gıdalarını o kadar çok almış ve hayatlarını da o kadar çok sürdürmüş olacaklardı. Ne kadar çok insan düşerse o boşluğa nüfusları da o kadar çok artacaktı.
Neydi o boşluk? Bir çukur mu? Mezarlık mı? Yoksa bir mağara, bir ormanlık, bir göl, bir deniz mi? İnsan, Allah(C.C) tarafından bütün diğer varlıklardan üstün kılınmış ve yaratılmış olmasına rağmen, hâlâ birçokları bu üstünlüklerini koruyamıyorlardı. Ne acıklı ki, sanki baka baka ateşin içine giriyorlar, bile bile kendilerini boşluğa atıyorlardı.
Gidiyorlardı ama nereye gittiklerinin farkında değillerdi. Sanki bir boşluğa kurulmuşlardı. Fakat asıl boşluk kendilerindeydi. Belki de boşluk insanın kendisiydi. Hem kendileri boşlukta hem de boşluk kendi içlerindeydi. Bakarkörlerdi o insanlar. Kör bir insan, nasıl hep karanlığı görürse, bu insanlar da sadece kendilerini görüyorlardı. Eğer bir insan başkalarını sevmekten, anlamaktan ve duymaktan yoksunsa o, elbette şeytanın erlerinden olacaktı.
Denize düşen yılana sarılır misâli, ateşler yağdıran karabulutlardan yardım isteyecek ve ona doğru el açacaklardı. Ne kadar yalvarırsa yalvarsın, ne kadar el açarsa açsın sadece kendi sesini duyacak ve sadece kendi sesleri yankılanacaktı. Bir mağaraya kapatılmış insan ne kadar bağırırsa bağırsın sesi dışarı çıkmaz, kendi sesi tekrar kendisine bağıracaktır.
Boşluk artık doluydu. İki köyün insanlarıyla doluydu. İki âşık için boşluğu doldurmuşlardı. İki İstanbul, iki sevdalı gibi sanki haberleşmişler, yok olmuşlardı.
Olaylar çok çabuk gelişmişti. Evler yıkılmış, ocaklar sönmüş ve iki köyün halkı adeta kendi mezarlarını kazmışlardı. İki köyde de sadece üç beş hane kalmış, daha sonra onlar da kalan dermanlarıyla bir daha geriye dönmemeye yemin ederek yurtlarını terk etmişlerdi. Herkes boşluğa gömülmüş, geride kalan üç beş insan da bilinmeyen yerlere ve çok uzaklara göçüp gitmişler.
EKREM GÜRER .......................DEVAMI VAR ....................
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.