öğle güneşinde uyuyan bitli köpeğin düşleri-delikler-
Bütün hafta hasta yattım. 2010’un yaz gününde 39 derece ateş üzerine, dışarıdaki 40 derece sıcaklık eklenince doktoruma şöyle dedim:
“Öldür beni doktor! Bacağını kırmış at gibi vur beni! Hemen şuraya, bahçeye gömersiniz. Selvi ağacının altına. Çok derine değil ama! Dar ve kapalı alanda kalamam. Gölge bir yer olsun, bir de üzerimi örtüverin, her yağmurda yıkanmak istemiyorum. Ne olur doktor, hemen şurada lanet yatağın içinde, herşeyin başladığı yerde, bitsin bu acı!” diyerek inlemiştim.
Kurşun yerine bir şırınga sapladı kıçıma. Eli ağırdı şerefsizin.
Ağzım ve burnum kesintisiz akıyordu. Böyleydi insanoğlu, zaten her deliğinden bir şey akıyordu. Lanet olası delikler dönüyordu etrafımda, yürürken görüyordum onları, yatarken tavanda dönüyorlardı. Delik delik delik delik delik delik delik delik… Bir insanda en az 5-6 tane vardı. Sayısız delik yürüyordu şehirde. Kulak içine, beyine doğru ilerleyenler, esnemek için, yemek için, açtığında büyüyen en büyük delik ağızdı. Burun delikleri vardı sonra, hava alıyordum, aldığım bedava tek şeydi zaten. Kıç deliği vardı sonra. En büyük sıkıntı oydu. Kesintisiz bir devinim vardı orada. Bırakmaya zorlayan bir güç geliyordu insanlık tarihinin başından bu yana… Basurlu kıç delikleri geçiyordu yanımdan. Bir kadın hatırlıyorum, basur sorunu vardı. Ve doktorlar kadının kıçına 20 santim kadar girip içeri şöyle bir bakmaya karar vermişlerdi, ve bunu rapora dökmüşlerdi, gördüm o kağıdı 20 santim yazıyordu, belki daha fazlaydı ama az değildi… Acaba ne oldu o kadına?
Delikler dönüyordu etrafımda, kamışımda vardı bir tane. En sevdiğim delik. İçimden bir şey çıktığı için asla bu kadar mutlu olamazdım. Kadınların da vardı tabi, ama onların daha kutsaldı. Bir hayat emekleyerek çıkıyordu o karanlık yerden… Bazen ölümle dolduruyorlardı içini…
Bu ateşli hastalık günlerinde delikleri düşünüyordum yattığım yerden beyaz tavanı seyrederken, ve beni öpen orospu çocuğunu, kesin ondan kapmıştım grip mikrobunu…
Güçlüydüm, iyi beslenmesem bile kök sağlamdı. Ekmekti nedeni. Neydi o söz “Ağacın kökü toprak, insanın kökü ekmektir” gibi bir şey.
Neyse, toparlandıktan sonra dışarı attım kendimi. Bu sapkın düşüncelerden sonra hatırlarsanız bir bar hikayesinden bahsetmiştim önceki yazıda. Hazırsanız onu anlatayım.
Körfez Bar’da(Bodrum) oturmuş zıkkımlanıyordum. Temmuz ayıydı. İki aydır sevişmemiştim. Kuru bereketsiz bir yazdı. Bu orospu çocukları nereden buluyorlardı kadınları?
Giderek bir kalabalık dalgası yayıldı ortama. İnsanlar yürürken birbirine sürtünüyordu. Tuvalete gitmeye üşeniyordum bu yüzden. Bir içki daha diyordum. Sonra giderim. İşte bu kararsızlık anlarında farkettim esmer kadını. Günlerden cumartesiydi ve bara yalnız gelen tek kadındı. Bir süre baktım ona ama farketmedi beni. Öylece oturuyor boş gözlerle etrafa bakıyordu. Sonra yanına iri yarı bir adam oturdu. “Lanet olsun, yine geç kaldım.” Dedim.
Derken adamla öpüşmeye başladı. Hem de ne öpüşme… Daha fazla izlemeye dayanamadım ve tuvalet gitmek üzere insan ırkının üzerine yürüdüm. Et, kemik, sıvı ve deliklerden oluşan o duvarı yardım. Gördünüz mü yine delik! Sürekli delikler çıkıyordu karşıma. Çalışırken, düşünürken, uyurken, otobüs beklerken, sürekli bir şeyler girip çıkıyor içlerine. Yerken, içerken, işerken, sevişirken kesintisiz bir şekilde akıyor trafik…
Beş dakika sonra çıktım tuvalatten. Hemen aynanın karşısında kendine bakan kadını farkettim. Şu az önceki esmer kadını. Ben yanından geçerken gözlerime baktı ve durdum o an. Bir şey beni kontrol ediyordu. Bilinçli davranmıyordum. Yüzüme baktı ve:
“Çok tatlısın.” Diyerek yanağıma bir buse bıraktı.
“Sen de öyle.” Dedim ve ekledim: “Bırak o adamı benim yanıma gel.”
“O sevgilim.” Dedi.
Çıktım oradan. Ne söylenirdi başka?
Yerime oturdum ve içmeye devam ettim. On dakika sonra hemen yanımdaki tabureye oturdular. Kıllanmadım değil hani. Koluma dokundu ve beni sevgilisiyle tanıştırdı. Adamın adı Hakan’dı, rahat yüz kilo çekiyordu. Kadının adı Gülşah’tı. Çikolata gibi bir kadındı. İstanbul’dan bir hafta önce gelmişlerdi. Son geceleriydi ve yarın akşam dönüyorlardı. Arada onlarla sohbet ederken karşımda oturan sarışın, zayıf kızla bakışıyordum. Çok sarıydı, ama güzeldi. Saçları beyaz ve sarı karşımıydı. Zaman aktı gitti. Cebimdeki para bitmişti ve son içkimi içiyordum. Derken Gülşah kolumu kavradı ve:
“Biz gidiyoruz, istersen gel bizle? Evde tekilamız var…” dedi.
Beynim saniyenin onda biri gibi hızla olasılık hesapladı ve fırladım tabureden. Geceyi, sarışın kadını ve terden ıslanmış insanları geride bırakarak çıktım bardan. Ya ne yapsaydım? Bedava yarık mı? Bedava içki mi? Daima içki…
Bir saat sonra Aktur denen yerde beyaz bir evin ikinci katındaydık. Sezonluk kiraladıkları bir evdi. Basamaklar halinde deniz kıyısına kadar iniyordu bu evler. Hemen açık pencereden bir üst basamaktaki diğer evin bahçesi görünüyordu. İki metreden yüksek değildi. Sonra denize baktım, ay ışığı altında titreyen, yalnız bir hali vardı.
Ev, bir oda ve salondu. Girişteki mutfak salona açılıyordu. Uzun kanepeye sıralandık. Söz verdikleri gibi tekila vardı. Birkaç şat içtik ve sohbet döndü dolaştı siyasete geldi. Saçma sapan konuşuyorduk. Derken ben bir şey anlatırken Gülşah elimi havada kaptı ve bırakmadı. Çekip almaya çalışıyordum ancak yapışmıştı. Gözleri kapalı konuşuyordu. Sarhoşluğun etkisiyle yanlış anlaşılmak istemiyordum. Sonra Gülşah diğer elini pantolonumun üzerine koydu ve okşamaya başladı.
“Ne oluyor lan burada?” diye düşünürken dudaklarıma yapıştı. Buraya kadar dedim ve ayağa fırladım.
“Ben müsadenizle gideyim.” Dedim ve kapıya yöneldim.
İşte o sırada ensemden bir şey beni yakaladı. Daha çok bir kanca, bir tür vinçti. Parmak uçlarıma kalktığımı hissettim. Döndüğümde Hakan’ı öfkeli gözlerini gördüm.
“Bak dostum, yanlış anladıysan üzgünüm ama ben bir şey yapmadım.” Dedim.
“Nereye gidiyorsun o zaman?”
“Evime.”
“Öylemi…” diyerek diğer elinin arkasına sakladığı bıçağı yüzüme yaklaştırdı. Bir ekmek bıçağıydı. Testere gibi tırtıklı, sarı renk bir şey.
“Buraya gelip sevgilimle sevişmeden gideceğini mi sanıyorsun?”
“Anlamadım? Bak patron, sakin ol. Önce elindeki bıçağı bırak ve bir kaza çıkmasın.” Dedim. Öyleydi, bıçak kimin elindeyse patron o dur. Gülşah bu sırada ağlıyordu.
“Gördün mü bak! Sevgilimi ağlattın!” diye kükredi Hakan.
“Şimdi ben odaya gidip latekslerimi giyicem ve sen bu sırada fırını ısıt. Sevgilimin gönlünü al!” Dedi ve ardından kapıyı kilitledikten sonra anahtarı cebine soktu.
Neye bulaştım tanrım diye düşünüyordum. İçerideki odadan Hakan’ın ıslık sesi geliyordu. Gülşah, soyunmuş, sarı külotuyla kanepeye uzanmıştı.
Fırsat bu işte diyerek açık pencereye yöneldim. Aşağısı karanlıktı, yerde ne olduğunu görmüyordum bile. Atlayabilirim dedim, daha çok inandırdım kendimi buna ve pencereye çıktım. Kollarımla pencereye tutunarak önce bacaklarımı bıraktım, kısa bir düşüş olacaktı. Başımı kaldırdığımda tam karşımda bana bakan Gülşah’ın yüzünü gördüm. Gözlerindeki beyazlar büyümüştü. Gözleri uzayacak gibi yuvalarından çıkmıştı. Çığlığı gecede yankılandı.
“Kaçıyor!!!”
Gözümü kapattım ve kendimi aşağıya, boşluğa bıraktım. Dedim ya kısa bir düşüş oldu. Balçık gibi ıslak, yapış yapış bir şeyin içine düştüm. Güç bela çıktım o lanet şeyin içinden. Ancak çıkınca anladım nereye düştüğümü. Kireç çukuruydu. Bel altım ay ışığında bembeyaz parlıyordu gecede. Başımı kaldırıp yukarıya, pencereye baktığımda Hakan, şaşkın gözlerle bana bakıyordu. Bir süre bakıştık ve bağırdım ona:
“Orospu çoçuğu!” Sonra topuk…
Gece asfalt yolda koşarken yol izlerini çiziyordum sanki. Taksiler, dolmuşlar beni almıyordu. Bir saat yürüdüm ve sonunda bir kamyonet buldum…
Gözümü duşta açtım. Elbiselerimle yıkandım. Başka birinin başına gelme ihtimali yoktu böyle şeylerin. Beni bulurdu. Kurulandım ve yatağa çıplak uzandım. Güneş doğmak üzereydi. “Ne geceydi ama?” Dedim içimden. Dışarıda kuşlar şakımaya başlıyordu. Serin bir hava giriyordu pencereden içeri. Mavi gökyüzüne doğru sertleştim…
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.