MANTARA GİDEN ÇOCUK-V
Önümdeki sık ağaçların arasından, hatta çok az rastlanan karaçalının içinden öyle süratle geçtim ki sevincimden karaçalının varlığını yere yıkıldıktan sonra fark ettim. Tabi ki komik bir vaziyette ve kendi kendime;
-Ayağım nasıl da kaydı be, dedim.
Hemen ayağa kalkmaya çalıştım. Kendimi çamurlaşmış yerden kurtarmaya uğraşırken birden sağ bacağımın ağrıdığını hissettim. Yerden kalktığımda gördüm ki pantolonum yırtılmıştı. Hem de diz kapağımın bir karış yukarısından. Bacağımdaki ağrı ise küçük bir çizikti ve birazcık da kanamıştı. Fakat pantolonumun yırtılması beni hayretler içerisinde bıraktı. Hiçbir şeyi düşünemez oldum. Adeta ne yapacağımı şaşırmıştım. Çünkü, ‘bu şekilde nasıl gideceğim?’ diye düşünmeye başladım.
-Allah seni kahretsin pantolon!.. Allah seni de kahretsin karaçalı!...
Ve arkasından yine yağmura, buluta, gökyüzüne hatta mantarlara ve arada bir kendime de beddualârda bulunuyordum. Hıçkırmaya başladım.
-Ne yapacağım ben şimdi? Nasıl giderim bu vaziyette? Ne olurdu yağmur yağmasaydı…
Daha neler neler... Sözler arka arkaya sıralanıyordu. Boğazımda düğümleniyordu bütün kelimeler. Kelimeler, sinirimden yarım yarım kalıyordu ve bütün bunlar hıçkırıklara dönüşüyordu.
Ağlıyordum... Arkasından kendi kendime söyleniyordum. Durmadan kendime de kahrediyordum.
Ayağa kalkmıştım. Acınacak bir haldeydim. Birisi görse, ‘ya dayak yemiş ya da bir hayvanın saldırısına uğramış’ sanırdı. Mantarlar yerlere saçılmıştı. Mintan, çalıya takılıp yırtılmıştı. Arkamda, yırtılmış ve yarı çamurlu duran ıslak mintanı yerden kaldırdım.
-Acep atsam mı, dedim.
Fakat lâzım olur belki diye düşündüm ve elime toplayarak yere serilmiş, dağılmış ve hepsi de ezilmiş olan mantarlara baka baka yürümeye başladım.
-Mantarlar... Çamurların içinde mantarlar...
Bir ara durdum. ‘Acaba şu mantarları alsam mı?’ diye düşündüm. Vazgeçtim. Çünkü, artık işe yaramazlardı.
-Yazık oldu mantarlara, dedim.
Kendi halimi görünce;
-Senin bu halinde mantarlar gibi ya, dedim.
Öyle ya! Evdeki hesap pazarı tutmazmış. Benim hesabım gerçekten tutmadı. Çünkü, hesapta bazı dâvetsiz olaylar yoktu. ‘İnsan ne hülya ile yatarsa, o rüyâ ile kalkar’ derler.
-Ya ben, niye düşlediğim rüyâ ile kalkmadım?.. Acaba kötü şeyler mi düşlemiştim?..Acaba yaptığım şeyler, yoksa doğru değil miydi?...
Durmadan acaba, acaba deyip söyleniyordum. Sonunda da;
-Kör mü çıkmayaydın... Ne işin vardı yalnız... Ya ölseydin, ya bir kurt çıksaydı... Üstelik burada olduğunu da kimseler bilmiyor... Nasıl bilsinler, resmen kaçtım. Kimseden izin de almadım... Beni arasalar bile bağda, bahçede ararlar. Komşularda ararlar... Ormanda olduğum kimin aklına gelir... Vay be! Pisi pisine ölmek diye buna derler işte!..
Garip bir vaziyette hem yürüyor hem söyleniyordum. Arada sırada durup halime gülüp duruyordum.
Bulutlar iyice dağılmış, yağmur dinmiş ve bazı yerlere güneş ışınlarını yaymıştı. Etraf yeniden açılıyordu. Birden o sabahı hatırladım. Kendi kendime olanlara bakınca, ‘rüyâ mı görüyorum yoksa?’ dedim. Öyle kızgındım ki rüyâda bile böyle bir olayla karşılaşmayı istemezdim. Yine de kendime;
-Keşke bu rüyâ olsa, diye söylemekten de geçemiyordum.
Hep halimi düşünüyordum. ‘Bu vaziyette nasıl varacağım?’ Sonra ne uydurup da söyleyeceğimi düşündükçe hepten kızıyordum kendime.
Artık meşe ağaçlarını geride bırakmış, kısa boylu çalılıkların içinden yürüyordum. Karagün Tepesine gelmiştim. Burada şöyle bir durdum. Güneş sanki yeni doğuyordu. Sıcaklığı yavaşça hissediliyordu. Artık korkum kalmamıştı. Fakat içim bir türlü ferahlamamıştı...
-Şimdi bir karar vermeliyim, dedim.
Karar verdim kendi kendime. Bu vaziyette köye giremeyeceğimden dolayı akşamın olmasını bekleyecektim. Heyecanla köye doğru bakıp dururken bağları gördüm. Hemen oraya gitmek üzere hızlıca yürümeye başladım. Ara sıra da iniş aşağı koşuyordum. Birileri beni bu vaziyette görmesinler düşüncesiyle, daha engin ve daha kuytu yerlerden gitmeye çalışıyordum. Ekin tarlalarını öyle hızlı geçtim ki Karabaşla beraber sanki yarış ediyorduk.
Birden kendimi derenin içinde buluverdim.
-Kimse görmez artık, diyerek seviniyordum.
Dereyi öyle sevmiştim ki... Dere de sırrımı gizliyordu. Beni bu dere doğruca bağa götürecekti. Derenin içinde yürürken, bir insan kolu inceliğinde bulanık akan suyun gözüne gözüne basıyordum. Sanki bütün hırsımı, olanca intikamımı bu akan suda alıyordum. Sıçrayan sulara hiç aldırmıyordum. Zaten iliklerime kadar ıslanmıştım. İliklerime kadar soğuk da işlemişti.
Güneş iyice kendini göstermişti. Önüne perde gibi gerilen bulutlar çekilip gitmişlerdi.
-Tabi... Bulutlar vazifelerini tamamlamışlardı, dedim.
Güneş batıya doğru eğilmişti iyice. Bu, ikindi ile akşam arasında bir vakit olduğunu gösteriyordu.
Artık bağa gelmiştim. Önümde bir anayol vardı. Bu, anayol, köye giden büyük yoldu. Buradan köye her tür motorlu araçlar, her türlü atlı, öküzlü kağnılar giderdi. Bağ ise bu yolun hemen kenarındaydı. Yolu hızlıca geçtim ve uzun servi ağaçlarının altından kendimi içeriye atıverdim. Bağın içerisi de buğday ekili idi. Ekinler boyumu alıyordu. Buradaki ekinler özellikle sulanırdı. Karşıda ve bağın tam ortasında duran keliğe doğru yöneldim. Ekinlerin içinden keliğe ulaştım. Hemen içine girdim.
Kendimi evdeymiş gibi hissettim. Biraz olsun ferahlamıştım. Önce ayaklarımı güzelce uzatıp, kendimi bir dinlemek istedim. Sırtımdaki suları şimdi daha soğuk hissediyordum. Bir ara elimdeki yırtık ve çamurlu mintanla vücudumun sularını silmeye başlamıştım ki mintanımın da vücudum gibi ıslak ve soğuk olduğunu anlayınca vazgeçtim silmekten. Aynı vaziyette mintanı, başımın arkasına koydum ve kendimi duvara yaslayarak hayli oturdum. Aklımdan o an, neler geçmiyordu ki... Arada bir başımı sallıyordum.
-Sersem kafa! Ne işin vardı? Değdi mi şimdi bütün bunlara, diyordum.
Bu sırada üşümeye de başlamıştım.
-Herhalde akşam oldu, dedim ve yavaşça keliğin önüne doğru vardım. Dışarı baktığımda güneş daha batmamıştı.
Ağaçlar hafifçe sallanıyordu rüzgârda. Rüzgâr artık akşamın olduğunu yavaşça haber veriyordu sanki. Hemen yirmi otuz metre ileride söğüt ağaçlarının yaprakları ince sesler çıkarıyordu. İnceden inceden esmeye başlıyordu rüzgâr. Servi ağaçları hemen yukarımda rüzgâra sanki ‘merhaba’ diyordu. Bütün kavaklar ve yapraklar rüzgârla oynaşıyorlardı.
Hava artık gerçekten soğumuştu. O kadar yorulmuş, o kadar ezilmiştim ki, o geniş bağın her bir tarafında ayrı ayrı duran meyve ağaçları aklıma bile gelmiyordu. Hemen yanı başımda duran koskocaman kayısı ağacını bile fark etmemiştim. Halbuki yorgunluğuma açlıkta etki etmişti. Ta giden akşamdan bu yana ağzıma bir lokma bir şey almamıştım.
Açtım, yorgundum, uykusuzdum. Çaresizce akşamın olmasını bekliyordum. Keliğin içinde, sırtımı toprak duvardan tarafı yaslayarak derin düşüncelere dalmıştım.
Bu kelikte rahmetli büyükannem çok kalmıştı. Bu bağı beklerdi. Ben, ona su getirirdim, ekmek getirirdim. Bütün bunlar aklıma gelince birden yutkunmaya başladım.
-Keşke, şimdi büyükannem olsaydı, dedim.
Şu çaresiz gönlüm öyle sızladı ki... Adeta kendimden geçmiştim. Bir ara gözlerimi açıp kıpırdamak istemiştim. Her tarafım öyle uyuşmuş ki kıpırdayamamıştım. Ve öylece perim perişan kalakalmıştım.
Akşamı beklemeden, gönlümle bile dertleşmeden, hiçbir şeyi dinleyemeden ve hiçbir şeyi yapamadan uyuyakalmıştım oracıkta.
Gözlerimi açtığımda şaşırdım, hayretler içerisindeydim.
-Allah Allah!.. Burası ev!.. Evdeyim ben!..
Olduğum yerden hemen doğruldum. Belim ağrıyordu. Bir elimle belimi tutarak etrafa bakıyordum.
“-Rüyâ mı gördüm acaba?.. yanımda hiç kimseler de yok!.. Burası babamın yattığı oda!..
Bir an öylece, şaşkınca yatağın içinde durdum. Aklım iyice karışmıştı. Tertemiz bir yatağın içerisindeydim. Hayretler içerisinde bakınıp dururken, annemin sesini duydum. Annem içeri girer girmez;
-Çok şükür. Uyandın demek, dedi.
Ben hâlâ hiçbir şey anlayamamıştım. Kafam karmakarışık oldu birden. Sonra annem;
-İyi misin oğlum? İstersen biraz daha uyu, dedi.
Hemen anneme hızlıca;
-Anne! Ben, dedim sadece.
Lâfım ağzımda kalmıştı. Annem;
-Korkma oğlum! Kimse kızmadı. Babanın haberi yok. Baban erkenden şehre gitti, dedi.
Annem yanıma geldi. Yorganı üzerime çekmeye ve benim biraz daha uyumam için uğraşıyordu. Annemin bütün çabalarına rağmen uyumamıştım. Kalkıp oturmak istedim. Pencerenin yanına vardım, geleni gideni seyrediyordum. Dışarısı öğle vaktiydi. Sanki bütün köylü dışarıdaydı. Sanki bir ben yoktum dışarıda. Annem bana kahvaltı hazırlamıştı. Buna artık kahvaltı mı denir, yoksa yemek mi?.. Benim için fark etmiyordu. Dönüp yemeğimi yiyecektim ki amcamın oğlu İsmail Ağabey bana gülerek;
-Kelikte uyuduğun yetmiyormuş gibi, burada da mı uyuyorsun, deyiverdi.
Ben o zaman her şeyi anlamıştım. İsmail Ağabey, beni kucağında getirmiş meğer.
-Mantara gitmiştim, diyerek başlamıştım anlatmaya.
Bir yandan yemeğimi yiyor, bir yandan da anlatıyordum İsmail Ağabeye.
________________ SON ________________
EKREM GÜRER
YORUMLAR
Güzel bir hikâye okuttunuz, teşekkür ederim. Sonunu epey merak etmiştim. Güzelim mantarlara yazık olsa da, kahramanımız sağ salim döndü, iyi ki... Anne çok sakin ve anlayışlıymış. Ben olsam, kendimi paralar, sonra da günlerce söylenirdim.
Selâm ile.