- 546 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
asla sevme
Ben pek dışarı çıkmazdım. Arkadaşlarım, anti sosyal olduğumu söylerlerdi. Adım Oktay olduğu halde arkadaşlarım okulda beni hep "anti" diye çağırırlardı. Tabi en yakın arkadaşlarım bunu, dışarıda yapmazlardı; Çünkü, onlara lakaplardan hoşlanmadığımı anlatmıştım. Bu arada en yakın arkadaşlarımdan bahsetmek isterim. Onlar Serhat, Mehmet, Eylem ve tabi ki çok hoşlandığım; ama bunu ona bir türlü söyleyemediğim Ece idi. Sırasıyla bahsetmem gerekirse; Serhat: çalışkan, mazlum, gözlük takan, yani her şeye lakap takmayı adet edinmiş züppelerin inek dediği türden bir çocuktu. Mehmet: gurubun haylaz, esprili, hayatı ciddiye almayan çocuğuydu. Eylem ise çok konuşan, neşeli, kahkahasıyla meşhur birisi olmuştu, her zaman. Ve Ece benim gözümde güzel, çekici, kendi havasında takılan imajı veren aurası ile arkadaş gurubumuzun en tatlı üyesiydi.Tabi benim ona duyduğum ilgiyi Serhat’ın ve Mehmet’in duymadığını düşünecek olursak, belki Ece için daha farklı şeyler söylenebilir; ama ben ona baktığımda farklı bir şey söyleyemiyordum, hiçbir zaman. Bu, en yakın arkadaşlarımla sınıf arkadaşı olmakla beraber, dışarıda da buluşur bir şeyler yapardık. Zaten benim mahalleden veya başka bir yerden fazla arkadaşım yoktu. zamanımı onlarla geçirmekten daha iyi bir alternatifim olmadı.
Birçok kişi ve yakın arkadaşlarımın tamamının olduğu gibi bende pek okulu sevmezdim. Okulu sevmemin tek nedeni: Ece’yi bir bahane uydurmadan görecek olmamdı. Onu okul ya da, bütün arkadaşlarımızla ortak bir şeyler yapmayı planlayarak buluşmamızın dışında görmem için çok akılcı bahaneler bulmam gerekiyordu; çünkü kimseye söyleyemediğim sevgimi, anlamasından korkuyordum. Aslında madem söylemekten korkuyorum; bırakayım kendisi anlasın demek isterdim; ama ben bu aşk meşk meselelerinde hiç açık olamamışımdır. Onu görmek için uydurduğum bahaneler de, ders çalışmaktan ileri gidememişti. Nede olsa benim matematiğim berbat, onun ki ise her sınavdan 90 üzeri alacak derecedeydi. Tabi ki de bu fırsatı kaçıramazdım.
Sonunda okuldan kurtuluyordum; Ama sadece 3 aylık bir dönem için... Yani karne günü gelmişti. Okuldan kurtuluyor; ancak Ece’den uzaklaşıyordum. Artık onu görmek için ders çalışma bahanemde kalmamıştı. Zaten karnemde Ece ile görüşme bahanesiyle profesörü olduğum matematik 5 gelmişken, diğer notlarım pek parlak değildi. Sadece sınıfı geçecek kadar iyiydiler. Serhat gene döktürmüş, Mehmet ve Eylem ondan geçinmiş, ben ve Ece ise kendi kendimize yetmiştik.
Çiftçilikle uğraşan annem ve babam sınıfımı geçtiğim takdirde derslerimi pek sorun etmezdi. Bende hiç sınıfta kalmazdım zaten. Bu arada çiftçi dediysem, kendi tarlalarımızla değil; başkalarının işleriyle geçimimizi sağlardık. Kardeşim olmadığı için ailede pek masraf çıkartan üye yoktu. Belki, benim okul harçlığım bir parça gider hanesine yazılabilirdi. Annem ve babamdan bahsedecek olursam; babam yeri geldiğinde sert yeri geldiğinde yumuşak bir adamdı. Bide özel anları vardı babamın. Yeni uyandığında, karnı açken, aşırı yorgunken onunla fazla sohbete girmek onun sinirli konuşmasına sebep olurdu. Gene de etraftaki bazı babaları görünce kendimi şanslı hissederdim. Annem ise tam bir anneydi işte. Ne olursa olsun, oğlunu düşünen fedakâr bir anne. Tarladan yorgun argın geldiği halde ilk sorduğu benim karnımın aç olup olmadığı idi. Bende genelde kendi yemeğimi hazırlamış yemiş olurdum.
Artık yaz tatilindeydik. Tarlaların sahibi biz olmadığımız için; tarla sahipleri, 17 yaşında ki bir çocuğa iş vermeyi düşünmedikleri sürece, bana evde oturmak kalıyordu. Ve her yaz tatili gibi bu senede evdeydim. Ama artık evde oturup televizyon seyrederek, bütün yazı geçirmek, gerçekten anti sosyalmişim gibi eve tıkılıp kalmak istemiyordum. Bunun için bir şeyler düşündüm. Aklıma gelen ilk şey maceralı bir şeyler yapmaktı; ancak, 17 yıllık hayatımın hiçbir yerinde var olmayan macera kelimesi konusunda, oldukça tecrübesizdim. Ayrıca tek başına macera olmazdı. Bende tabi ki de bu fikrimi en yakın arkadaşlarımla paylaşmayı kararlaştırdım. Böylece yapacak bir şeyler bulabilirsek Eceyi yazında daha çok görebilecektim.
Arkadaşlarımı tek tek aradım, her zaman ki gibi okulun bulunduğu sokağın, alt girişindeki pastanede buluştuk. Siparişlerimizi verdikten sonra, onlara bu yaz farklı bir şeyler yapmak istediğimi, monotonluktan kurtulmamız gerektiğini anlattım. Onların da gözünde ki macera ateşini gördükten sonra, düşünmeye başladık. Mehmet’in zillere basıp kaçalım gibi soğuk esprilerini dinledikten sonra; parlak fikir gurubun neşeli kızı Eylem’den geldi. İlk etapta benim için karar vermesi zor bir durum olsa da, maceralı bir yaz fikrini ortaya atan ilk kişi olarak, ormanda 1 hafta kamp yapma fikrini kabul etmek zorundaydım. Diğer arkadaşların da bu fikre dünden razı olduklarını gördükten sonra; içimde o her zaman ki endişe hissi uyandı; çünkü ben kendini güvende hissetmek için ilk tanıştığı insanlara soğuk davranan, evden dışarı fazla çıkmayan, tanımadıklarıyla hemen samimi olmayacak derecede duvarları olan bir insanken, bir anda bu macera bana fazla gelebilir mi(?) diye düşünmekten kendimi alı koyamasam da, bir kere girmiştim bu yola. Hayatımda ilk defa daha önceden çokta planlayamayacağım bir şey yapacaktım. Zor bir sınav beni bekliyordu. Daha sonra detayları konuşmamız gerektiğini öngörerek ormanda kamp fikri üzerinde konuşmaya devam ettik. Öncelikli meselemiz, ailelerimizi ikna etmekti ve bunun imkânsız olacağını düşünerek kimseye haber vermeden bu işe kalkışmayı kararlaştırdık. Aynı zamanda olaya daha bir heyecan katmış olduk. İkinci meselemiz ise kamp yeri idi. Uzun tartışmalar sonunda, kamp yerini yaşadığımız şehir Erzincan’ın, Şerif Ormanları olarak belirledik ki Şerif Ormanları oldukça büyük, bol yeşillikli, içerisine girdikçe ıssızlaşan ormanlardı. Bizde amacımız gereği ormanın iyice içlerine girerek, ıssızlaşan ormanda daha büyük maceralar yaşamayı kararlaştırdık. Şerif ormanlarının bir kısmı piknik için insanlar tarafından tercih ediliyordu; ancak bu büyük ormanın insanlar tarafından tehlikeli bulunan yerleri de vardı. Yani bizim kamp alanımızın olduğu bölümde diyebiliriz. Geriye tek bir konu kalmıştı; kamp malzemeleri! Mehmet dışında kimsede pek nakit olmadığı açıktı. Nede olsa babasının dönümlerce tarlaları vardı. Bunun için Mehmet’in kumbarasındaki paralar ve herkesin evinden getireceği kampta lazım olabilecek her türlü malzeme bu sorunu çözecekti. Tabi birazda yiyecek gerekiyordu. Bütün her şeyi konuşup, karara bağladıktan sonra; hazırlıklar için evlere dağıldık. Ayrıca Mehmet ve Serhat da bu arada kamp çadırımızı almaya gittiler. Herkesin bulabildiği malzemeleri, ertesi sabah saat 6’ya kadar hazırlaması gerekiyordu.
Nihayet sabah olmuştu. Saatimin alarmıyla hemen uyandım ve geceden hazırladığım kamp malzemelerimi sırt çantama yerleştirip, sessizce evden çıktım. Daha önceden kararlaştırdığımız üzere minibüs duraklarının olduğu yere doğru yürümeye başladım. Yolda Mehmet ile karşılaştık. Onun taşıdığı şeyler, hayli fazlaydı. Kızlar ve erkekler için iki ayrı çadır almış; bir de üstüne evden bulabildiği malzemeleri çantasına tıkıştırmıştı. Hemen çadırlardan birini aldım ve taşımasına yardım ettim. Buluşma yerine gittiğimizde eylem ve Ece oradaydılar. Geriye bir tek Serhat kalmıştı; saat giderek ilerliyordu. Beklemeye devam ettik; ama saat 7 olduğu halde hala ortalarda yoktu. Ormanda çekmeyeceği düşüncesiyle Mehmet ve Ece, yanlarına cep telefonlarını da almadığı için Serhat’ı arayamıyorduk. Sabahın o soğuğunda 2 saat boyunca onu bekledikten sonra daha fazla bekleyip, soğuktan donma ve ailelerimize yakalanma riskini göz önüne alarak, serhatsız gitmeye karar verdik. Minibüse atladık ve hayatımın ilk macerasına doğru yola koyulduk. Minibüsteki bazı insanların, sabahın o saatinde dört çocuğun, ellerinde çantalarla nereye gittiklerini merak eden bakışlarına aldırış etmeden dışarıyı seyrediyordum. Yaşadığımız ilçe Kemah’tan pek çıkmadığım için, eğlenceli bir yolculuk oluyordu benim için. Dışarıyı seyretmeye bir süre ara verip, arkadaşlarımın yüzüne baktığımda, yüzlerindeki heyecan ve endişeyi fark ettim. Sonuçta bir bilinmeze doğru gidiyorduk. Başımıza ne geleceğini bilmiyor ve bunun heyecanını hissediyorduk. Bu bilinmezlik en çok benim için çekilmez oluyordu, herhalde; çünkü ben evden bakkala ekmek almak için bile çıktığımda, plan yapmadan çıkamazdım. Yanımda ne kadar para götürmeliyim, üstüme ne giymeliyim, hatta ekmeği alırken bakkal amcaya ne demeliyim? Hayırlı işler mi demeliyim yoksa kolay gelsin mi demeliyim? Bunu bile planlayan bir insan olduğum düşünülecek olursa, durum benim için ne kadar uçuk anlaşılabilirdi. Bu kadar plancı olup, monoton bir hayat yaşamamak kaçınılmaz olsa da, işte hayatımda ilk defa bu duvarlarımı yıkıyordum. Mehmet artık yolculuğumuzun sonuna geldiğimizi söylüyordu. Birkaç dakika sonra ormanın girişindeki kocaman tahta tabelaya yazılı Şerif Ormanları yazısını gördükten sonra, minibüsü durdurduk ve hemen aşağı indik. Aklıma o sırada neden Şerif Ormanı değil de "Şerif Ormanları" sorusu gelse de, bununla vakit kaybetmek yerine etrafıma göz gezdirmeye başladım. Ormanın girişinin önünden dar bir asfalt yol geçiyordu. Evet! Ormanın bir girişi vardı; çünkü, bu tabelanın olduğu yer dışında, yol boyunca bütün orman dikenli tellerle kaplıydı. Giriş kapısından içeri girdiğimizde, karşımıza gelen ilk manzara piknikçiler için kurulmuş piknik masaları, özel olarak yaptırılmış; siyah, yuvarlak, küçük bir fırına benzeyen mangallıklar ve harika bir orman manzarasıydı. Çam kokusu, nefis doğa görüntüsü, kozalaklar mest etti bir anda beni ve kaygılarım biraz daha azaldı. Etrafa kısaca göz attıktan sonra, koşu yolunu takip ederek, ormanın derinliklerine doğru ilerlemeye başladık. Sabah saatleri olduğu için piknikçiler yoktu; ama arabasıyla temiz orman havası eşliğinde sabah koşusu yapmaya gelmiş, birkaç orta yaş üzeri insan oradaydı. Minibüsteki meraklı bakışları, onların gözlerinde de görmek mümkündü. Bizse onlara aldırış etmeyip, gideceğimiz yönü tayin etmeye çalışıyorduk; ancak tek bildiğimiz insanlardan uzak bir yere gitmemiz gerektiğiydi. Koşu yolunun tam tersine, oval bir şekilde döndüğü, sık ağaçların başladığı yerde, kendi yolumuzu çizmemiz gerekiyordu. Bu noktada, dim direk giderek uygun kamp yeri bulduğumuzda, çadırlarımızı kurmayı kararlaştırmıştık. Hemen vakit kaybetmeden sık ağaçların arasında ilerlemeye koyulduk. Bu arada saat: 10 çeyrek olmuştu bile ve önümüzde uzun bir gün vardı. En sonunda saatlerce yürüdükten sonra, piknik alanından yeterince uzaklaştığımızı düşünüp, kızlarında yoğun "yorulduk artık" şikâyetleri üzerine çadırları kurmaya uygun bir yer bulmamız gerektiğini, iyice düşünür olmuştuk ki birkaç metre sonra bir şelale şırıltısıyla heyecanlandık ve su sesinin geldiği yere doğru hızla ilerledik. Çam ağaçlarının arasından, yavaş yavaş şelaleyi ve şelalenin akabinde berraklığıyla hemen dikkati çeken dereyi görüyorduk. Hem aradığımız kamp yerini bulduğumuzu düşünüp, hem de su sıkıntısı çekmeyecek olmanın verdiği sevinçle yorucu bir yolculuğun sonunda nihayet mutluluktan gözlerimiz ışıldıyordu. Sırt çantalarımızı yere bırakıp, hemen dereye koştuk ve kana kana o, temizliği metreler öteden belli olan sudan içtik. Ama hala önümüzde yapmamız gereken işler duruyordu ki bu işler aramızda bulunan kimsenin pek alışık olmadığı şeylerdi. Örneğin çadır kurmak, bizi oldukça uğraştıracağa benziyordu. Kızları, akşam soğuğundan korunmak ve avlamayı düşündüğümüz tavşanları pişirmek için yakacağımız ateş de kullanmak üzere, gerekli olan odunları toplamaya yollayıp, Mehmet ile çadırları kurma çalışmalarımıza başladık. Mehmet çadırları aldığı satıcının anlattıklarını benimle paylaştıktan sonra, tarife göre hareket etmeye başladık. Çadırı kuracağımız yerin düzgün, hafif eğimli olmasına dikkat ederek, tabanda yatarken sırtımıza batacak herhangi bir şeyin olmadığından emin olduk. Tabanın geleceği yere, çadırı kirletmesin ve nemi alsın diye branda kumaş serdik. Çadırın direklerini dik ve olması gerektiği gibi ayarladıktan sonra Mehmet direkleri tuttu ve bende birer birer çadırın iplerini gerdirerek kazıklara bağladım ve yere çaktım. Dört ipi de aynı şekilde yere sabitledikten sonra, çadırın sağlam olup olmadığını bir iki küçük silkelemeyle test ettik. Daha sonra diğer çadırı kurmak üzere gene çadır satıcısının tariflerini uyguladık. Onu da diğer çadırın karşısına, çadırların kapıları birbirine bakacak şekilde kurduktan sonra, diğer çadırı da ufak silkelemelerle test ettik ve ilk defa yaptığımız çadır kurma işlemini başarıyla halletmenin, verdiği gururla birkaç dakika dinlenmek üzere dere kenarındaki, büyük beyaz taşlara oturduk. O sırada kızlar söylene söylene kucakları çalı çırpı dolu bir şekilde, dere kenarından geliyorlardı. Onların o huysuz ve yorgun hallerinden keyif almış, gülerek hemen yardıma koştuk. Ateşi yakacağımız yeri taşlarla yuvarlak bir şekilde belirleyip, çalı çırpının bir kısmını yuvarlağın içine yığdık. Artık akşam için hazırdık. Zaten gün batmak üzereydi. İlk gün için yiyecek adına şanslıydık. Eylem’in poğaçaları, Ece’nin kendi elleriyle gece yarısı annesinden gizli olarak hazırladığı börekler; bizi ikinci gün akşama kadar idare edebilirdi. Bu nedenle tavşan avlama olayını iki gün erteleyebilirdik. Havanında hafif hafif kararmasıyla, ateşi yakmaya karar verdik. Benim getirdiğim çakmak, ateş yakma konusunda bizi rahatlıkla 1 hafta idare edebilirdi. Hatta bir de yedek çakmak vardı. Çakmağın ve kuru ağaç yapraklarının yardımıyla ateşimiz büyümeye başlamıştı. Ateşi bir yandan da kozalaklarla destekliyor; patlayan kozalaklarla keyifleniyorduk. Ateş istediğimiz seviyeye geldikten sonra, sanki acıktım diye bağıran karın gurultularımı fark ettim ve arkadaşlarıma yemek saatinin artık geldiğini hatırlattım. İlk gecemiz için Eylem’in evden aşırdığı peynirli ve patatesli poğaçalarını seçtik. Karnımın, acil yemek ihtiyacı uyarıları eşliğinde, daha fazla dayanamayıp, hemen poğaçalara saldırdım ve poğaçaları seri bir şekilde birer birer mideme indirdim. Mehmet’in: "yavaş boğulacaksın" takılmaları hiç de umurumda değildi. Yemeğimi yerken bir yandan Ece’nin kamp ateşinde parlayan yüzünü kaçamak bakışlarla seyrediyor, bir yandan da iyice kararan etrafa bakıp, ürperiyordum. Aklıma "şu an evde olmak istemez miydin" soruları geliyor; ancak hayatımda ilk defa önünü ardını irdelemeden bir şey yapmak kararlılığım, bu soruyu umursamıyordu. Daha sonra arkadaşlarıma dönüp Serhat’ın neden bize haber vermeden, sabah bizimle gelmeyerek, guruptan ayrı hareket ettiğini sordum. Herkes ona kızgın, ama mantıklı bir açıklaması olduğuna inandığı yönünde cevaplar verdi. Bense kendi kafamda komplo teorileri üretip daha ciddi bir durumun olduğunu düşünüyordum. Ancak bu keyifli kaçamağın tadını kaçırmamak adına sessiz kalmıştım. O anda annem ve babam geldi aklıma; kim bilir beni nasıl merak etmiştirler. Belki polise haber vermiştirler. Belki annem ağlıyordu benim için. Peki ya babam? Benim için üzülüyor mudur? Yoksa bütün kiniyle sövüyor mudur? Babamın sert görüntüsünün altında; sevgi dolu bir kalp var mı? yok mu? Bunu görmek için bir hafta beklemem gerekiyordu. Belki de! Tam da o sırada ürkütücü karanlığın arasından kurt sesleri yükselmişti ki, dört arkadaş endişeli gözlerle birbirimize baka kalmıştık. Belli ki hepimiz, kurtların dağlarda yaşayan ve bu etrafında dağ olmayan ormana uğramayacak canlılar olduğunu düşünmüştük. Kurt seslerinin ardından, oluşan sessizliğimizi bozmaya karar verdim ve arkadaşlarıma "sakin olun ses çok uzaktan geldi hem ateşin olduğu yere gelmezler" dedim. Sanki bu konuda çok bilgili ve hiç korkmamışım gibi! Ancak bu hamlem işe yaradı ve suratlardaki o ilk endişe yerini sakinliğe bırakmıştı. Zaten o gece bir daha da kurt sesi duymamıştık. Birkaç dakika "acaba bir daha ses duyar mıyız" endişesiyle oturduktan sonra, endişeye gerek olmadığı kanısına vararak uyumak üzere çadırlara yöneldik. Kızlara yöneldim ve herhangi bir şey olduğunda hemen bize seslenmelerini ve yanımıza gelmelerini söyledim. Onlara çantamdaki fenerlerden birini verdim. ateşi söndürdükten sonra çadırımıza girip, çadırın çıtçıtlı, muşamba kapısını kapatarak uykuya daldım.
Ertesi sabah çadırımızın şiddetli bir biçimde sallanmasıyla, şok içerisinde uyandım ve hemen kendime gelip korkuyla çadırın kapısını zar zor açıp, dışarı fırladım. Mehmet, Eylem ve Ece’nin, erken kalkıp bana böyle bir şaka yaptıkları için şanslıydım. Zira bu bir ayı saldırısı da olabilirdi. Onların gülüşmelerine, uyku sersemliği de eklenince bu şakadan hiç de hoşlanmamıştım. Yaşadığım korku ve şok da cabasıydı. Onlara biraz söylensem de iyice kendime geldikçe bende kendi kendime gülüyordum. Elbet şaka sırası bana da gelecekti. Onlara şakanın en büyüğünü yapacağımdan şüphem yoktu. Bu harika uyandırıştan sonra, derenin sabah sabah balyoz etkisi yaratan, buz gibi suyunda elimi yüzümü yıkadım ve kahvaltı için sıra Ece’nin böreklerindeydi. Pek profosyenel işi olmasa da, ormanın ortasında bundan daha iyisini bulamayacağımızın bilinciyle, bayıla bayıla bütün börekleri mideye indirmiştik. Üstümüzü kalın kalın giyindikten sonra, sıra etrafı keşfetmeye gelmişti. Derenin bu tarafını gezinip, çokta ilgi çekici şeyler bulamayınca diğer tarafa geçmenin yollarını düşünmeye başlamıştık. Sonuçta o buz gibi sudan yüzerek geçmeye kimsenin niyeti yoktu. Etrafa bakınmaya başladık. Belki bir taş köprü felan bulabilirdik. Ben de şelaleye doğru yaklaştım ve bizim taraftan ve karşı taraftan şelalenin arkasına geçiş olduğunu fark ettim. Hemen arkadaşlarıma haber verdim ve onlarda hemen koşup yanıma geldiler. Suya temas etmemek için, sırtımızı duvara, yüzümüzü şelaleye çevirerek, dikkatli bir şekilde geçerek şelalenin arkasına birer birer geçtik. Gördüğümüz şey karşısında heyecanlanmaktan kendimizi alı koyamadık! Geçişi kullanarak, karşı tarafa geçmek yerine, şelalenin arkasında keşfettiğimiz mağaraya girmek, bizi daha çok cezbetmişti. Benim de tercihim buydu ve ısrarlarım üzerine hemen koşup çadırlardan el fenerlerini alarak, mağarada ilerlemeye başladık. Mağaranın girişi oldukça genişti. Öyle ki, dört arkadaş yan yana rahatça yürüyebiliyorduk. Yükseklikte tahmini 3 metre civarındaydı. Mağaranın içinde ilerledikçe, sıcaklık giderek arttığı için montlarımızı çıkarmak zorunda kalmıştık. Mağaranın devamı, hafif aşağı doğru eğimli olmaya başlamıştı. içimizde bir ürperti!... Diğer bir yandan büyük heyecan ve merak!... Ellerimizde fenerlerle ilerlemeye devam ediyorduk. Birden Ece’nin gözü önünden geçip, ona çığlık attıran yarasa bir anlık panik havası yaratmıştı. Ece yere çöküp "dönmek istiyorum" diye ağlamaya başlayınca, onu ikna etmek bana düşmüştü. Ona buraya kadar geldikten sonra dönemeyeceğimizi, bu mağaranın sırrını çözmek istediğimi söylemiştim. O da biraz sakinleşmek için, birkaç dakika oturmak istediğini söyledi. Biz de birkaç dakika öylece otura kaldık; mağaranın ortasında. Ece’ye saatin iyice geç olduğunu ve devam etmek isteğimi tekrar hatırlattıktan sonra Ece de her ne kadar endişeli de olsa, mağarada bu kadar ilerlemişken geri dönmenin hevesimizi kursağımızda bırakmaktan başka, bir işe yaramayacağının farkındaydı. İlerlemeye devam ettik. Önümüze birkaç sarkıt gelmişti. Mağaranın canlı yerine geldiğimizin habercisi, sarkıtlardan sonra, kulağımıza yavaş yavaş su sesi geliyordu. Biraz daha ilerledikten sonra, bize göre sağ tarafta yukardan su damladığını fark ettik. Damladığı yerde hafif bir çukur ve ufak bir gölcük oluşmuştu. Bu gölcükten de bir kamış genişliğinde su, mağaranın eğimli tabanından, mağaranın derinliklerine doğru akıyordu. Kızlar huzursuzlaşmaya başlamıştı ki, tamda o sırada mağaranın derinliğinden benim de hiç beklemediğim bir yarasa sürüsü, büyük bir gürültüyle üstümüze hücum etti. Elimizdeki fenerler yere düşmüştü ve mağaranın eğimli yapısında yuvarlanarak bizden uzaklaşıyorlardı. Biz de zaten yarasaların bize zarar vermemesi için kollarımızla yüzümüzü korumaya çalışıyorduk. Fenerlerle uğraşacak durumumuz yoktu. Kızların çığlıkları ve Mehmet’in "ah boynum boynum" bağırışı arasında, hemen sesimi yükselttim ve suyun damlama sesini solumuza alarak koşmaya başlamamız gerektiğini söyledim. Böylece, o karanlıkta yönümüzü bu şekilde bulabilir ve dışarı çıkabilirdik; çünkü hiç sağa sola kıvrımı olmayan mağarada, mağaranın derinliklerine ilerlerken suyun sesini sağımızda duymuştuk. Tam tersine gitmek için, suyun sesini solumuza alarak koşmamız, karanlıktaki tek çaremizdi. Girerken yürüyerek dakikalar süren yol, çıkarken koştuğumuz halde sanki saatler sürüyordu. Peşimizdeki yarasa sayısı, giderek azalsa da gene de en azından sesleri bile süratimizi kesmeden kaçmamızı sağlıyordu. Bitmek bilmeyen yol, koşmaktan nefesimi tüketmiş, çığlıklar ve yarasa sesleri dayanılmaz bir baş ağrısı doğurmuştu bende. En sonunda mağaranın ucu görünmüş, mağaranın girişinden yansıyan ışık yavaş yavaş yüzümüzü aydınlatmaya başlamıştı. Dolayısıyla ışık, bütün yarasaları da kaçırmıştı nihayet. Son metreleri de koşup; kendimizi, geçişten çadırlarımızın olduğu yere attıktan sonra, ilk yaptığımız iş yere yatıp derin derin nefesler almaktı ki, ilk şoku atlattıktan sonra, Mehmet’in içerden henüz çıkmadığını fark etmiştik. Bunun üzerine Eylem’le göz göze geldik ve onun gözlerinden damlayan yaşlar Mehmet’e, bir şey olduğundan duyduğu korkuyu anlatmaya yetiyordu. Yüzümüzde ki yarasaların yapmış olduğu ufak yaraların bir mantığı vardı da, pantolon ve üzerlerimizdeki giysilere sıçramış bol miktarda kanın, ilk etapta mantıklı bir açıklaması yoktu. Yüzümüzdeki ufak yaraların bu derece kan akıtması kesinlikle imkânsızdı. Bunun üzerine hemen kendimizi ve birbirimizi kontrol ettik; ama bu kana yol açacak hiçbir yaramızın olmadığından emin olduktan sonra, geriye içerden çıkamayan Mehmet’ten başka ihtimal kalmıyordu. Daha tam kendimize gelemeden ağlamaklı gözlerimizin yardımıyla, Mehmet’e bakmak üzere mağaraya yeniden girdik. Her ne kadar korkuyor da olsak, arkadaşımızı aramak zorundaydık. Mağara girişinde ona seslenmelerimize hiçbir yanıt gelmeyince, mağaradan birkaç metre içeri girdik; ancak yarasa seslerini ufaktan duymaya başladık. Daha fazla ilerlemenin bize bir fayda sağlamayacağını düşünerek, başımız önde mağaradan geri çıktık. Tüm bu süre içerisinde hava kararmaya başlamıştı. Hemen önceki günden toplamış olduğumuz odunları yakıp, ateşin etrafına oturmuştuk. Bir yandan yedek çakmağı ararken, Mehmet’in çantasında bulduğum ton balıklarını yiyorduk. Bir yandan da korku dolu bakışlarla bana bakan Eylem ve Ece’yi sakinleştirmeye çalışıyordum. Onlara üzülmeyi bırakıp Mehmet’in ortadan kayboluşu ve giysilerimizdeki bizimle bağlantısı olmayan kanlar hakkında konuşmamız gerektiğini söyledim. Giysilerimizi boydan boya kaplayan bu kanın, Mehmet’le bir ilişkisi olduğu açıktı; ama nasıl oluyor da bizim sadece yüzümüzde küçük yaralar oluşturan yarasalar Mehmet’e bu derece zarar verebilirdi. Kızlara, "korkarım orada yarasalar dışında başka bir şey veya başka bir şeyler vardı" dediğimde Eylem endişeli bir şekilde Mehmet’in en son olarak "ah boynum boynum" diye bağırdığını hatırlattı. Aklıma ilk gelen yarasaların asla bir boynu bu derece, kan fışkırtacak şekilde kesemeyecekleriydi. Buna Ece ve Eylem de hak verdi. Peki, neydi onu bu hale getiren? Başka bir hayvan sessizce orada durup, Mehmet’e suikast yapıp, yine bir suikastçı gibi, sessizce, bize dokunmadan oracıkta gizlenmezdi herhalde. Bizim, burada olduğumuzu kim biliyordu ki? "tabi ya" dedim. Serhat dışında kim bilebilirdi ki; ancak bu lafa Ece sinirlenip hemen karşı çıktı ve "Serhat asla böyle bir şey yapmaz, kendine gel" diye bana çıkışmıştı, doğal olarak; ancak ona anlattım. Sabah bizi aramamış ve bizimle gelmemiş! Ayrıca bizim burada olduğumuzu bilen tek kişi olarak başka şüpheli göremiyordum. Mehmet’i öldürmek için de geçerli bir sebebi varsa ki bunu biz şimdilik bilemeyiz; onu öldürmüş olabilir dedim. Bunu duyan Eylem, bunu mantıklı buldu ve "hemen buradan çıkmalıyız ya bizi de öldürmek istiyorsa hemen gidelim" dese de gece gece ormanda, eski bir arkadaşımızdan daha tehlikeli hayvanlar olduğu kesin dedim ve önceki geceki kurt seslerini hatırlattım. Serhat’ın hepimizle aynı anda sorunu olması da çok zor bir ihtimal diyerek, onları sabahı beklemeye ikna ettim. Korkudan, hiç birimiz tek yatmayı göze alamadık. Zaten Serhat’ın üçümüze birden saldırmayı göze almayacağını düşünerek, aynı çadırda kalmamız gerektiğini kararlaştırmıştık. Gözlerimizi kapayıp, uykuya dalmak bir önceki gece kadar kolay olmamıştı. Sabah ilk ben uyanmıştım. Hemen Ece ve Eylem’i de uyandırdım. Ormandan ayrılmadan önce, son hazırlıklar için ufak bir iş bölümü yapmıştık. Eylem geri dönüş yolu için, dereden şişelere su dolduracak, Ece çadırların içindeki eşyalarımızı toparlayacak, bense son bir kez mağaranın girişinden Mehmet’e seslenecektim; bir umut!... Ece çadıra yöneldi, eylem şişeleri alıp dereye giderken bende oradan ayrıldım. 10 dakika sonra, döndüğümde Ece hâlâ çadırın içinde eşyalarla uğraşıyordu; ancak Eylem’in üç şişeyi on dakikada doldurup getirememesi normal değildi. Ece işini bitirir bitirmez, Eylem’e bakmak için dereye gitti. Biraz sonra Ece’nin çığlık sesiyle koşarak yanına gittim. Ece ağlayarak eliyle derenin kenarında ki, taşın dibinde hareketsiz yatan Eylem’i gösteriyordu. Eylem’in kafası suyun içinde, gövdesi karada öylece duruyordu. Yanına gittim, kafasını sudan çıkarttım ve nefesini kontrol ettim. Nefes almıyordu. Hiçbir kan izi yoktu. Kafasının da suda olduğu düşününce, birisinin onu kasten suda boğduğu açıktı. Bunu da bir hayvan yapmazdı. Bu kadar komplike cinayetleri ancak insanoğlu işler. Ece ağlarken, bende etrafa bakıyordum. Ece’ye "hemen buradan gitmeliyiz" dediğim gibi; "bu, Serhat’ın işi sen bana inanmamaya devam et bakalım" dedim; ama Ece yaşadığı şokların etkisiyle, olayı Serhat’ın işlemiş olduğu kanıma, hiç itiraz etmiyordu. Hemen çadırların oraya döndük. Çadırları toplayarak vakit kaybetmek yerine, sırt çantalarımızı ve Eylem’in ölmeden önce doldurduğu suları da yanımıza alarak yola koyulduk. Yol boyunca Ece’ye teselli vermeye çalıştım. Ağlamaktan halsizleşen Ece koluma tutunuyordu; ama duramazdık, başımıza ne geleceğini bilmiyorduk. Uzun bir yürümeden sonra nihayet koşu yolu görünmüştü. Buraya ilk geldiğimizdeki gibi birkaç insan gene koşuyorlardı. Hemen ilk gördüğümüz kişinin yanına gittik. Üstümüzdeki artık solmuş kan lekeleri, suratımızdaki çizikler ve endişemizden yaşlı adam zaten bir şeyler olduğunu anlamıştı. Ona hemen olanları anlattık. O da bizimle beraber ormanın çıkışına doğru geldi. Yolda bizi ve kanlı giysilerimizi görüp, başımıza ne geldiğini soran birkaç kişiyle beraber ormandan çıktık. Oradaki herkes bize yardımcı olmak için elinden geleni yapıyordu. Arabasından cep telefonunu alan yaşlı adam, polise ulaşmak istese de telefon bir türlü çekmiyordu. Diğer insanlar da dağılıp telefonlarının çekmesi için farklı yerlerde duruyorlar ve kapsama alanına girmek için yüksek yerlere falan çıkmaya çalışıyorlardı. Derken; içlerinden bir kadın bağırarak "çekti, çekiyor" dedi. Herkes hemen o kadının yanına yöneldi. O sırada kadın polislere ulaşmıştı. Yerimizi tarif edip, iki ölünün bulunduğunu, acilen yardım istediğimizi iletti ve telefonu kapattı. İnsanlar, polis gelene kadar bizi bir arabaya sokup, üstümüze battaniye verdiler. Evinden termosla sıcak su getirmiş bir kadın, elimize içinde sallama çay olan plastik bardakları tutuşturmuştu. Ece şimdi biraz daha sakindi; ama içindeki acıdan şüphem yoktu. Yarım saat sonra dört arabalık polis ekibi ve çok geçmeden de iki ambulans olay yerine intikal etmişti. Polisler, ilk önce bize nasıl olduğumuzu sordular. Biz de onlara yardımcı olacak kadar iyi durumda olduğumuzu söyledik. O sırada gelen sağlık ekipleri bir iki ufak kontrol yaptılar ve ciddi bir durumumuz olmadığını, sadece yüzümüzdeki çizikler ve yaşadığımız şok yüzünden gene de hastaneye gitmemiz gerektiğini söyleseler de, Ece polislerle olay yerine gidip, onlara yardımcı olmamız konusunda ısrarcı davrandı. Polisleri olay yerine götürüp, her şeyi yerinde anlattıktan sonra hastaneye gidebileceğimiz konusunda sağlık ekipleriyle hem fikir olduk ve son bir kez arkadaşlarımızın öldüğü yere polisler, sağlık ekipleri ve meraklı insanlar ile birlikte gitmek üzere harekete geçtik. Çadırlarımızın olduğu yere gelince Mehmet’in mağaradan çıkamadığını Eylem’in ise dere kenarında olduğunu söyledi Ece! Ekipler hemen inceleme için belirttiğimiz noktalara hareket etti. Ece de o sırada komisere olayı anlatıyordu. Yaklaşık bir buçuk saat sonra, mağaradan Mehmet’in cesedinin çıkarıldığını gördük. Hemen oraya doğru koştuk. Bizi engellemek isteyen insanlara, ilk etapta anlam veremesek de nedenini Mehmet’i görünce anladık. Boğazı kesilmişti. Kafası nerdeyse vücudundan kopup ayrılacakmış gibi duruyordu. Buna ece daha fazla dayanamadı ve baygınlık geçirmişti. Onun bu hali beni çok etkiledi. İlk defa buraya geldiğimiz için pişmanlık duymuştum. Bu arada Mehmet’in ölümünde kullanılan bir de bıçak çıkartmışlardı içeriden. O bıçağı görünce rengim attı.
---Evet komiserim, o bıçağı bulacağınız aklıma gelmezdi. Üzerindeki parmak izleri beni ele verdi. Olayı bu denli iyi planlamışken, parmak izlerim olmasa, herkes bu olayı anlattığım gibi hatırlayacaktı. Serhat’ın katil olduğu hariç!
Komiser: "Peki Oktay Serhat’ı da mı sen öldürdün ?"
---Evet komiserim.
Komiser: "neden?"
---Sabah minibüs duraklarında buluşup, ormana hareket ettiğimizin önceki gecesi Serhat beni aradı ve yüz yüze görüşmek istediğini söyledi. Bende kabul ettim ve mahalledeki eski surların dibinde buluştuk. Bana Ece’den hoşlandığımı bildiğini ancak ondan uzak durmamı istediğini, aksi takdirde benim için kötü olacağını söyledi; çünkü Ece ile çıkmaya başlamışlardı. Bunu zaten bende biliyordum. Bu gezinin nedenlerinden biri de buydu zaten. Onu da diğerleri gibi ormanda öldürecektim; ama o çok daha güzel bir yer seçmişti kendi cesedi için! Böylelikle ormanda alacağım yakalanma riski azalmış olacaktı. Yanımda getirdiğim bıçağı çektim ve o ıssız surlarda onu "bağırta bağırta" on, yirmi kere bıçakladım. Öldüğünden emin oldum ve oradan hemen uzaklaştım. Eve gittim temizlendim ve hiçbir şey olmamış gibi ertesi gün arkadaşlarımın yanındaki yerimi aldım. İşte nedeni bu! Ece ile olan ilişkileri onları sonsuza kadar ayırıp, Ece’nin beni sevmesini umut edecektim.
Komiser: "Ece’ye bu yüzden dokunmadın yani?"
---Evet
Komiser: "Peki Eylem’i ve Mehmet’i neden öldürdün? Onların suçu neydi? Aynı neden olamaz! "
---Tabi ki de aynı neden değildi. Artık hayattan o kadar sıkılmıştım ki, bana anti sosyal denmesinden, monoton hayattan, dışlanmaktan, en yakın arkadaşlarım tarafından bile dalga geçilmekten!... Ben de o kararı verdim. Her fırsatta benimle dalga geçen, zengin olmasıyla övünen, ailemin işçi olmasıyla ilgili nefret ettiğim espriler yapan Mehmet ve bana okulda anti lakabını takan o neşeli duruşunun Mehmet’in benimle ilgili yaptığı alçaltıcı esprilere gülerek, bir sokak kadının yüzsüz gülüşlerine dönmesini sağlayan Eylem, artık bunlara bir son vermeliydiler. onları uyarmam kar etmediği için, ben de onları sonsuza kadar susturdum. Artık benimle kimse dalga geçmiyor.
Komiser: "Peki nasıl yaptın bu iki cinayeti?"
---Bu gezi fikrini ben ortaya attığımda, her şeyi planlamıştım bile. Cinayetleri nerede, nasıl gerçekleştireceğimi bende tam olarak bilmiyordum; ama yanımda bıçağımı getirmiştim. Kamp yerinin ıssız olması yetecekti bana. Daha sonra etrafı keşfetmemiz sırasında, mağarayı görünce "işte dedim" aradığım yer burası. Bu yüzden mağarada ilerlemek konusunda hep ısrarcı oldum. Elimizdeki fenerlerin başına bir şey getirip, karanlıkta işi bitirmek konusunda kara kara düşünürken, benimde hesaplarımda olmayan; ancak çok işime yarayan yarasalar çıktı ortaya. Fenerler kendiliğinden ortadan kalktığında, bıçağımı çıkartıp Mehmet’in boğazını kestim. Yarasaların yaptığı yüzümdeki çizikler, umurumda değildi. Onları yardımlarından dolayı seviyordum artık. Dışarı çıktığımızda yaptığım ilk şey ilgiyi ortadan kaldırdığım, ama diğerlerinin haber vermeden bizi ekti olarak bildikleri Serhat’ın üzerine çekmekti. Eylem bana inanmış gözüküyordu. Ece ise sevgilisinin adını duyar duymaz itiraz etse de, daha sonradan onu da inandırmıştım bu duruma. Hani sabah sabah çadırımı sallayarak bana şaka yaptıklarında demiştim ya; şaka sırası bana da gelecek! Onlar pek sevmediler bu şakamı herhalde.
Komiser: "Eylem’i de suda sen boğdun değil mi?
--- Evet en kolayı oydu. Kamptan ayrılmadan önce yaptığımız son görev dağılımında bilerek, Ece’yi çadırların içine gönderdim ki etrafta olanları fark etmesin ve benim mağaraya gitmediğimi görmesin diye. Eylem’i de üstüm kan olmasın diye suda boğarak öldürmeyi planladığım için dereye gönderdim. Eğer üstüm bir kere daha kan olsa mağarada olduğuma, Ece inanmayacak, cinayetleri işleyenin ben olduğumu kolaylıkla anlayacaktı. Eylem derenin yolunu tuttuktan sonra, hemen arkasından gittim. Arkadan sessizce yaklaştım ve ani bir hamleyle kafasını hemen suya soktum. Böylece bağıramıyor, sesini Ece duymuyordu. Temiz bir ölüm olmuştu. Daha sonra hiçbir şey olmamış gibi, Ece’nin yanına gittim. O da Eylem’e bakmaya gidip cesedini gördükten sonra, ben soğukkanlılığımı korumaya devam ediyordum. Bu işi de Serhat’ın yaptığını söylediğimde, artık Ece’de itiraz etmiyordu. Amacıma ulaşıyor gibiydim. Başka arkadaşı kalmamış olan Ece, zaman içinde bana yakınlaşacaktı; onunla mutlu olacaktık. Yaptığım tek bir hata her şeyi berbat etti. Bıçağı orda unutmamalıydım.
Komiser: "Pişman mısın?"
---Bıçağı unuttuğum için, "evet". Beni umursamayan ve en yakın arkadaşım gibi davranan insanları öldürdüğüm için hayır.
Komiser: "Götürün bunu, ifadesini imzalatın; mahkeme gününe kadar kalacağı hapishaneye sevk edin."
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.