Ateşini Merih'ten Alacağım Senin
Alevleri sönmeye yüz tutmuş közlerden gelen çıtırtı, gecenin eşsiz müziğini bozan tek sesti. Kaldırım taşların biraz ilerisinde yere oturmuş, gözlerini ateşin kalıntılarına dikmiş ve düşüncelere dalmıştı. Dışarıdan bakan biri onun nöbet tuttuğunu değil sanki gözleri açık olarak bir rüya gördüğünü zannederdi. Gerçekten de son altı ayda yaşadıkları aslında bir düş gibi geliyordu bu genç adama. Ama bu düşün içinde yirmi yılda gördüklerinden çok daha fazlası vardı.
Kartalların, engin gökyüzünde süzülen büyük bulutlar gi-bi cellatların odasına aktığını hatırlıyordu. Saldırıya geçen cel-latları ve hücresinde kanlar içinde kalan mahkumların iniltile-rini duyuyordu. Ülkesinin aldatılmış halkının büyük gafletiyle canlanan cellatları ve onların işkencelerini ömrü boyunca unutmayacaktı. Cellatları, reisleri, muhbirleri ve bir tarlada biçilmiş başaklar gibi boylu boyunca uzanan, ama her an kal-kıp evlerine döneceklermiş hissini uyandıran binlerce mah-kumu....
Genç adam artık bu ülkede kalamayacağını düşünürken yan odada, bir çift tombul minik elin arasında gezindiği o-yuncak seslerini duydu. Çocuğun kahkahası, odasında oturan genç adamın müziği oluyordu her zaman. Çocuk kuleler diz-di. Evler kurdu. Bahçeler yaptı. Arada bir heyecanla babasına seslendi. Gel bak dedi, gel bak babacığım öyle güzel evler yaptım ki, oyuncaklarımla. Baba-evlat neşeyle oynadılar bir-likte. Sonra baba çocuğun küçük tombul ellerini onlarca kez öptü, yanağına bastırdı sevgiyle.
Babası ona, “Eğer şimdi gidip yatağında mışıl mışıl uyur-san, ödülün koca bir dilim çikolatalı pastadır” dedi. Çocuk oyuncak ayısını aldı koynuna ve rüyası çok bir uykunun kol-larına yürüdü. Baba şişmiş gözleri ıslanarak seyretti yavrusu-nu o uyurken uzun uzun. Sonra sevgiyle bir öpücük kondur-du alnına yavrusunun. Sevgiyle örttü üstünü...
O baba, dünyanın bütün aşk güvercinlerini uçursa da öz-gürlük abidesi gökyüzüne, bir teki bile şövalyelere ait tapına-ğın çatısına konmayacaktı...Kanatları kirlenir diye...
Ama anlatması gerekiyordu. Artık en azından eşinden giz-lemenin bir alemi yoktu Az değil, tam oniki saat acımasızca dövülmüştü. Merter kavşağında silahlı kimselerce kaçırılmış, başına maske giydirildiğinden sadece Beşiktaş taraflarında olduğunu tahmin ettiği bilinmeyen bir yere götürülüp gün boyu işkence edilmişti.
Acılar içinde kıvranıyordu genç adam. Bedeni baştan aşa-ğı cop darbelerinden morarmış, yer yer kan toplamıştı. Kara-rını verdi, artık başına gelenleri anlatacaktı şiir yüzlü kıza, her şeyi gözüne almıştı. İşkenceciler, “Birine anlatırsan seni bu defa kaçırır, öldürürüz” demişlerdi. Ama o ne olursa olsun anlatmaya kararlıydı. En azından şiir yüzlü kız olanları bilme-liydi. Öyle ya yarın başına bir şey geldiğinde en azından bir tanığı olmalı, karanlık güçlerin kirli ilişkilerini ifşa edecek biri bulunmalıydı geride. Karanlık güçlerdi bunlar, her türlü oyu-na hazırlıklı olmalıydı. Gördüklerini, yaşadıklarını gelecek nesillere iletmeli, bu sırları mezara götürmemeliydi. Bu sır kim bilir belki de ülke çapında bir çok kirli ilişkilere de ışık tutacak, özellikle son on yedi yıldır oynanan kirli oyunları bir nebze de olsa aydınlatmış olacaktı. O halde anlatmalıydı, ar-tık susmanın ve gizlemenin anlamı yoktu ve öyle de yaptı genç adam…
Şiir yüzlü kızın getirdiği soğuk çayından bir yudum aldı, kekremsi bir tat ağzına yayıldı. Suratını ekşitti. Artık başı da-yanılmayacak bir haldeydi. Zararlı olduğunu bildiği halde i-laçtan iki tane daha aldı. Fakat nafile. İlaç kutusuna küfrettik-ten sonra, sıra istediği en son şeye geldi: İçinde gizlediği o dayanılmaz ağırlıktaki sırrı ifşa etmek. İfşa etmek ona müthiş bir işkence gibi geliyordu. İstemeye istemeye yerinden kalktı. Hiçbir şey demeden ve hışımla.
Bir arabada gördüğü dolarları hatırladığında, rüzgarın ye-lesinde ülkeden ülkeye, beyinden yüreğe nasıl fırtınalarla koş-tuğunu anımsadı. Uzansa her teline elleri yanar, her biri az değil, tam altmış beş bin Mark’a bir masadan uçar, bir başka masaya konardı. İşte o zaman da genç adamın bu körkütük gidiş içinde insanlık adına yüreği bir başka kanardı.
Yaşadığı acı olaylar sebebiyle hayatta kimseyi sevmemişti, kendini bile. Hatta birlikte gezen mutlu çiftlerin arkasından sık sık küfrederdi. Şu polisler, şu işkenceciler, ah bir de zin-danlar olmasa ne kadar rahat edecekti. “Topunuzun Allah belasını versin” diye bağırdı ona selam veren gurbet kuşları-na. Bu yüzden kimseye selam vermezdi, sanki birine “günay-dın” ya da “iyi günler” deyince bir şey olacak mıydı? Hayır! O zaman selam vermeye gerek yoktu.
Çocuksu duyguları, içinde batıp çıkıyordu. Bir yaz gönüy-dü ve daha yitirmediği saatleri vardı önünde. Avare sakalını sıvazladı. Uzaktan küçük ama sevimli karaltılar fark ediliyor-du. Oyun oynayan karaltılar, titrek gölgeler ve bağırıp çağırış sırasında süren mutluluk oyunu. Kafasındaki işkencecinin öldüğünü hissetti. Baş ağrısı geçmişti.
İlk defa göğsünün oralarda bir yerde garip bir kıpırtı his-setti. O kıpırtı tüm vücudunu titretti. Bu kıpırtıyı bir yerden tanıyor gibiydi. Hatırladı. Annesi ona elma şekeri aldığında hissettiği kıpırtının aynısıydı bu. Birden adam kalbinin kuş tüyleri kadar yumuşak ve zavallı olduğunu hissetti. Kalbi dal-ga dalga kabardı. Kabaran kalbi gözlerinden boşandı. İki damla yaş, temiz, masum, iki damla yaş yanaklarından aşağı kaydı. Genç adam ağlıyordu. Vücudu tir tir titriyordu. Bu yeni duygu onu heyecanlandırmıştı. Hissettiği acılar uzun zamandır hissetmediği, tatmadığı bir duyguyu tattırmış, hatır-latmıştı.
Uzun zamandır sakladığı duyguları bir bir yaşıyor, bu onu daha da heyecanlandırıyordu. Yüzü gülmekle ağlamak ara-sında bir yerdeydi. Yitip gitmiş hisleri şimdi geri gelmişti, o dayanılmaz acılar sayesinde. Çay bardağını gizlemek isterce-sine avuçlarının arasına aldı, parmaklarını kapattı. Şimdi bar-dak elleri arasında adeta kaybolmuştu. Sadece çay görünü-yordu, zayıf ve titrek parmaklarının arasından. Acılar artık yüreğindeydi, orada çırpınıyordu. Başını pencereden gökyü-züne uzattı. Mavi gökyüzü pamuk gibi bulutlarla sarmaş do-laştı. Eski dost güneş sıcak pırıltılarını etrafa saçıyordu. Genç adam güneşte kendini gördü. Güneş gülüyordu. Genç adam ise her zamanki gibi somurtkan. Kavgası dağlarda bilinci ku-şanmış, zindanlarda dirence sarılmış ve haykıran dudaklar her ihanet vakti çöl çöl yarılmıştı. O'nun tutsak olduğu ha-pishanenin adı, bu nedenle Saygon zindanlarıyla eş tutuldu. Diyarbakır zindanından ölü çıkacağını düşündü, şansına 'sağ' çıktı.
Dışarıdaydı dışarıda olmasına ama, takipler, kovalamaca-lar yakasından düşmüyordu bir türlü. Üstüne üstlük yıllarca önce bıraktığı ülkeyi de bulamıyordu. Her şey çok değişmişti. Hiçbir şey ona göre değildi. Çıktığı zaman tünelinden hayata uyumu uyumsuzluk olmuştu.
İlk soğuk duşu bu oldu. Ağır şoklar vurdu beynine, kural-sızlığın tarifsiz kurallarla iğdiş edildiği bir diyardaydı artık.
Bakıyor, şaşırıyor kendi yüreğinin mezarlığına gömülü-yordu. Dakikası dakikasına gelen trenler, saniyesini şaşırma-yan troleybüsler ve onların bir parçası haline gelen insanlar onu anlamakta güçlük çekiyorlardı.
İyice gömüldü yüreğine. Beyninde biriken çelişkileri çözemiyor ama, taşınamayacak kadar çoğalan çelişkiler genç adamı bölük bölük bitiriyordu. Giderek parçalanıyor, dağılı-yordu. Ağır bir sis bulutu içinde kayboluyordu adeta. Bu ne-denlerdir ki sigaraya ve çaya sığındı. Yalnızlaştı, kendi derin-liklerine indi, bilinmez labirentlerde dolaşıp durdu.
Neyi anlasın ki? Anlaşılmazı anlamakta zorlanmakta hak-lıydı. Çünkü ona göre değildi en iyi değerlerin pazarlarda ranta çevrilmesi...
Onu dışarıda ilk önce iç bunaltıcı bir sıcak karşıladı. Sıcak yüzünü yakıyordu. Sıcağa bela okudu ve suratını ekşite ekşite yorgun ayaklarını sürümeye koyuldu. Çocuklar sokakta koşu-şuyordu. Şımarık çocukları hiç sevmezdi. Onlar sadece sorun yaratan küçük baş belalarıydı. Ona kalsa hepsini yatılı askeri okullara verirdi. Çünkü çocuk disiplinli olmalıydı.
Başının zonklaması yerini giderek artan düzensiz davul seslerine bırakıyordu. Ağrıya küfrettikten sonra bir tane daha ilaç aldı.”Bu iğrenç günün şerefine” deyip ilacı yuttu. Sonra bir tane daha ve bir tane daha. Duş almak büyük bir zahmet olacaktı. Haklıydı da. Şimdi kim gidip duş alacaktı, hele böyle bir günün böyle bir saatinde. Sakallarını da kesmedi. O bi-çimsiz kaba saba elbisesi ve terli pis sakallarıyla bir ayyaş gibi olduğunu düşünüyordu.
Anlamıyordu. Nefes almak bazen yeterli olmuyordu. Yetmeyebiliyordu. İnsan başka sebeplerden dolayı da ölebi-lirdi. Bu karanlık onu öldürebilirdi! Hatta karanlığın da güç-leri yok muydu? Karanlıklar güçsüz müydü ki? Karanlığın güçleri sadece fazla görülmediklerinden bilinmezler. Ama karanlık güçler insanı çok daha rahat öldürür aydınlık güç-lerden. Hiç kimse bunu anlamıyor.
“Neden bütün bu aksilikler beni bulur, neden ben bu ka-dar şansızım” diye söylendi kendi kendine. Derinden bir of çekti. Ağrı gözlerinin üstüne inmişti, kafasındaki sarhoş iş-kenceci oraya buraya yumruk atıyordu. Evlerinin karşısındaki parkta korkuluk gibi bir ağacın altına oturmuş çifte nefret ve biraz da kıskançlıkla baktı.
Diyarbakır’ı hatırladı oracıkta. Doğduğu yerlere koştu yü-reği. Acıyordu koca şehre. Uzaktan masum gülümseyişini gördü yaşlı şehrin. Oysa bir destandı Diyarbakır kalesi ve Diyarbakır zindanında ateşle sevişen “dört inanmış adam”ın izlerini taşıyordu koca şehir. Diyarbakır zindanında yaşamak bir destandı yıllar boyu sürecek.
“Küçük zekaların ve büyük imparatorlukların hastalığı or-taktır” sözü bir davul tokmağı gibi zonkladı beyninde. Bir an gökyüzünü haleye boğmuş ayı ve işkence odalarında yere düşmüş ölüleri düşündü elinde olmadan. Alnına ay vurmuş ölüleri. Son yazdığı bir şiiri hatırlamaya çalıştı kendi kendine.
“Bir ölüm kadar acı,
Güz ortasında ayağındaki çizmesiyle
Elindeki salçalı ekmeğini ısıran
Doğulu çocuğun
Önüne dikili gökdelenlere
Umutsuz bakışları
Bir cehennem kadar kahredici,
Eşinden başka bekleyecek kimsesi olmayan,
Bir kış günü kardan soğuk odasında
Eli boş döneceğini bildiği
Hayırsız eşini bekleyen
Doğulu kadının bacası tüten,
Kapısında köpekler havlayan,
Sadece düşleyebildiği evlere
İç geçirişi.
Ayrılık kadar acı,
Birleşen mutsuzluklar.
Bir ilkbahar şebnemini andırır
Ay ışığında düşlenen yüzler.
Tebessümü yağmur olur,
Kan yağar vuslat iklimine.
Celal'i değil, Cemal'i sayıklar
Bir kış gecesi deniz kenarında yudumlanan
"tavşan kanı bu abi" dedirten
Sevgi kadar sıcak çaylar.
Martılar kadar güzel bakışlar,
İki ok gibi.
Biri lillah, diğeri ileyhi ezgisiyle ritim içinde.
Burak aramaz
Bu çirkef ihtiyar bataklığın
Kanatsız uçan genç ümitleri.
Kurumak için güneşi beklemez çamaşırlar.
Ateşsiz pişer burda yemekler.
Dünya alın sizin olsun
Barut fıçısı.
Ateşini Merih'ten alacağım senin;
Uğruna ölünülen saatsiz bomba.”
Bu Hikayeleri Okudunuz mu?
• Yağmur Çiçeğim Myra
• Sandal Ağacı
• Sonda Denilenler
• Nefesim
• Mektup-23