Olympos’ta İki Mülteci
Bahar, Arap atı gibi tahakküm kurmuştu doğanın üzerine. Çimenler kükremiş; güller tomurcuklanmış... Serçeler yuvalarından dışarı uçup, yemyeşil ağaçların başında şakıyarak gülüşmekte. Bir badem ağacı, kahverengiliğini bozmuş, gelin başı gibi açmış. Baharı kucaklamış. Sessizlik senfonisi. Zihnimde uzun yürüyüşlere çıkmıştım, başımı alıp da. Uzun emprime bahar çiçeği bol eteğim rüzgarda savrula savrula yola koyulmuştum. Yemyeşil çimenlerin üzerinde açan papatya, gelincik, sarı mineli çiçekleri eğilip toplamaya başlamıştım. Beyaz, üzeri işli bluzumla. Alıçtan, firuze kolye boynumda. Saçlarım örgü örgü. Oyalı bir yazma başımda. Seke seke geziniyordum Olympos’un eteklerinde. Bu bahar kimseler yoktu buralarda. Herkes savaşta. Birbirini öldürmekte. Olympos yalnız. Ben de yalnızdım. Duygularımı bahara açtırmıştım. Cömertlik ve yalınlıktan öte bir şey yoktu bu dağda. Savaştan kaçıp buraya sığınmıştım. Hayret kimseler yoktu. Olympos boşalalı asırlar olmuştu. Koşuşmuştu insanlar kokuşmuş teknolojinin kucağına. Bir ben, bir Olympos kalmıştı savaştan arta kalan. Bir de göveren doğa. Yemyeşil, bonkör, çiçekli bir yol.
Seke seke bir ceylan belirdi yamaçtan. Cansız bir hayale dalar gibi uyanmıştım. Yanıma sokuldu ceylan. Dostluk aramaktaydı, belli. Yağız bir Filistinliydi o. Gözlerinde ateş, karşımda bir hayal. Cansız bir hayale bakar gibi dalmışım. Filistinli bir gençle İsrailli bir kızın buluşması gibiydi tablo. Ceylan, ürkekti. Yağızdı. Saç sakal birbirine karışmış... Gözlerinde bir ateş yangını; dudaklarında çöl kuruluğu vardı. Titrekti. Belliydi, sevgi dolu yağız bir ceylandı. Duygu zengini. Gönlü varsıl. Ağlamaklı, ama yürekli. Karşımda oturmuş, titriyordu. Bir ayağı sürekli hareket halinde. Tek ayak üstünde bekleyen suçlu öğrenciler gibi. Helezon yaya oturtulmuş oyuncak bebekler olur ya, aynen öyle işte. Vurulmuştu. Özgürlüğe susuzdu. Sevgi dolu. Utanarak kaçmıştı savaştan, ezikti. Yanı başında, İsrail’den kaçmış bir kadın. Esmer. Köylü güzeli. Yanakları al al. Simsiyah gözlü. Tenine cımbız değmemiş bir Ortadoğulu kadın. Bir sufat. Doğal. Makyajsız. Sade. Süzme bir kadın.. Nasıl olursa öyle işte. Emprime eteği efil efil rüzgarda. Olympos’a sığınmış bir öğrenci belli. İyi öğrenmiş yaşamı. Öğretmişler enine boyuna. Nasıl olursa öyle... Yaşamı öğrenmeye gelmiş. Onurlu. Şeref listelerinde bir öğrenci. Kırılgan. Ezilmiş. Horlanmış, ama başı dik.. Değerlerinden ödün vermeden yaşamış. Acılardan kaçıp, buraya sığınmış. Yorulmuş. Sıkılmış da sığınmış Olympos’a.
İkisi de yan yana. Dopdolu canlılar. Her ikisi de yaşının baharında. Bu kadar kalabalığın içinde gözlerime inanamadım Şaşırdım. Hoşuma da gitmedi değil... Ne mi oldu? Filistin’den kaçıp buraya sığınan ceylan, doğanın ortasında İsrailli kadına yanaştı. Hem de usulca. Dağ çiçeği gibiydi kadın. Utandı. Kavgadan kaçmıştı. Kızardı, rengi attı. Korktu. Hayret hem de Olympos’ta. Böylesine ıssız, terkedilmiş bir sığınakta. Çirkinliklerden kaçıp gelmişti kadın, taa buralara. Temiz bir kadındı. Ceylan, özgürlüğü için koşmuştu bu diyara. Bir dostluk imzasıydı belki de aralarındaki bu bakış, kim bilir... Bir barış. Bir özgürlük arayışıydı. Sembolik bir buluşma! Kız yağmur gözlüydü. Etkilendim. Utandım Olympos’tan. Başımı çevirdim. İkisi de acemiydi bu mekanda. Ürkek, yalnız ancak. Özgürlük heveslisi iki acemiydiler. Ceylan seke seke dolaşıyordu Olympos kırlarında. Kadın küçük bir çocuk gibi. Onca güzelliğin ortasında. Başka bir gören olmuş muydu? İzliyordum. Düştüm ardına ikisinin de. Belliydi. Aralarında bir çekim vardı.. Anlamak zor değildi. Aralarında bir kıvılcım vardı. Bundan habersizdi her ikisi de. Ancak olmuştu işte. Yoksa bir veda buluşması mıydı onların ki? Bir kutlama mıydı? Savaşın bitişine, barışın gelişine. Kadının ayaklarının arasında dolaşmaya başlamıştı ceylan. Kadın korkmuştu. Tedirgindi. Utangaçtı. Ürkekti. Az bulunur bir çiftti bu ikili. Sitemli bakışlarını gördüm sisli gözlerimle. Hadi, dedim içimden, helal olsun ikinize de. Nasıl istiyorsanız, dostça, arkadaşça... Ya da bilmem ki? Nasıl istiyorsanız... Bir insan bir ceylan. Dostluk... sevgi... paylaşım... Ne istiyorsanız... Bütün güzellikler... Elimi başına götürdüm ceylanın. Gözleri umutla ışıldıyordu. Yanı başımızda ılgıt ılgıt bir nehir akmakta. Elimdeki birkaç papatyayı suya bıraktım. Su kabul etti, alıp götürdü hediyemi. Dalmıştım nehrin suyuna. Bu tanrısal suda zihnimin yıkandığını hissediyordum. Düşüncelerim iyice arınmaya başlamıştı. Ceylan susamış... Ben de, benliğim de susamışız böylesine bir sessizliğe. Diliyle içiyordu suyu ceylan. Kana kana. Sıcak çöllerden, kızgın savaşlardan, çorak kan meydanlarından kopup gelmişti. Eteklerimi toplayıp suya indim. Ceylan yalnızdı. Kulaklarını oynatıp gülen gözlerle bana bakıyordu. Heyecanla. O da nehire girdi, peşim sıra. Bir elim eteğimde, bir elim ceylanın başında.. Ceylan İsrail’den, ben Filistin’den. İkimiz de fani oyunlardan kaçıp sığınmıştık Olympos’a. Biz iki mülteci. İlahi bir çağrıyla, aykırı bir buluşmaydı bu, bu eski yücelikte...
Ateşten ve barut dumanından görmeyen gözlerim açılmıştı. İki sığıntıydık bir zamanlar. Garip... Ceylan suya kavuşmuş, mutlu. Ben ceylandan daha umutlu. Temiz bir nefes bulmuştuk nihayet. Kulakları hep dimdik ceylanımın. Gelecek kötülüklere karşı yanı başımda. Gelin başlı badem ağacı da katıldı bu kutsal törenimize. Bütün tomurcuklarını açtı. Baharda kar yağdırdı, başımızdan aşağı.
Öteki dünya. İğrenç kokusu halen burnumda. Bizden uzakta o ölüm şehirleri. Madde savaşına yenik düşmüş, ruhları yutan, kalabalık canavarlar. Ceylanım da yorulmuş Robin Hood’culuktan. İşte şimdi üç kişi olduk. Bir serçe. Minik serçe. Zıp zıp... mutlu... Nefesi daralmış savaş kokusundan. Nasıl dayanmış onca uzun yola, hayret... Avcumun içinde. Bana kendi barışının özlem dolu müziğini dinletmeye gelmiş. İşte dolmaya başladı ÖZGÜRLÜK ülkesi! Karanlık ülkelerden vizesiz geldik buralara. Uçarak. Ardımıza bakmadan gelmiştik. Sonra da, bulutsuz gökyüzünde, sürü sürü güvercinler. Ayaklarında mavi boncuklar. Serçe daha çok ötmeye, ceylan ise dans edip sekmeye başladı. Olympos’da şenlik var! Fes rengi bir gül açmış, beyaz mineli çiçeklerin içinde. Mülteciler artmaya başladı. Ağıt yok... Ceylan gülüyordu ve ben de bir elimle eteğimi tutmuş dans ediyordum. Gökyüzü zifiri aydınlık. Gözlerim kamaşmış bahardan. Nehir, yatağını aşmış engin bir deniz; ben ise kayadan oyulmuş bir kayık gibiydim suyun orta yerinde... Serçe avcumun içinde. Ceylan ayaklarıma sarınmış. Güvercinler, yere inmiş saçlarımla oynuyorlar, ayaklarımın dibinde oradan oraya zıp zıp... Mavi boncuklarını sökmemi istiyorlar. Biz bizeyiz. Uykulu, bahar kokulu. Bütün mülteciler gönül rahatlığı ile uykuya dalacağız. Hepimiz olduğumuz yere kıvrılıyoruz. İyi ki bu postu yanıma almışım sınırdan kaçarken, diyorum. Koyun postu. Yumuşacık. Ceylanım çekip getiriyor yanıma postu. İlerideki tel örgülerin yanında bırakmıştım. Postu, ağzıyla bana getirdi, sürükleyerek. Üzerime örttü. Ay dede bizi bekliyordu artık.
Hepimiz el ele tutuşmuştuk. Gökyüzüne doğru kanatlanıp uçuyorduk. Güvercinler rehberimiz... Gökyüzünün maviliklerine kavuşmuştuk işte. Cennete doğru, tabelasız yol almıştık. Kim bilir, belki bu dünyada bulamadıklarımızı birbirimizde bulduğumuz için sarıldık birbirimize, bir daha, daha sıkı... Utanmadan... doğallıkla... safça...
Sonra gün ağardı, yeniden. Serçeler coşmuştu. Cıvıl cıvıl şakımaya başlamıştı gün onlarla birlikte. Yaşadıklarımın hayalini söndürdüm, kendimle derin bir gündüz düşüne daldım....
Bu Hikayeleri Okudunuz mu?
• Yağmur Çiçeğim Myra
• Sandal Ağacı
• Sonda Denilenler
• Nefesim
• Mektup-23