Bu Şehri Yok Edercesine
Hava öylesine kapalı ki, güneş öylesine yok ki, hani sıcacık bir gülümseme bütün bulutları dağıtacak ve bütün güneşleri doğurtacakmışçasına aylardır bekliyorum. Ama hala o yağmurlu kapalı Aralık ayında kaldım galiba. Aradan üç mevsim geçmesine rağmen ne bahar gelmek bildi ne de yaz. Zaman zaman güneş doğmuyor değil. Bulutların arasında şöyle bir kendini gösterip yine kayboluyor. Güneşi kaybettiğim ufukta bekleyip duruyorum. Anlamıyorum. Belki de başka ufuklarda beklemem gerekiyordu güneşin doğmasını. Ama en güzel güneş bu ufuktan doğmuştu. Onun için mevsimlerdir aynı yerde bekliyorum ama hayat bir taraftan acımasızca geçip gidiyor. İnsan hayatı helezonik bir şekilde akıp giderken, o helezonu kırmaya kalkarsa, işte o zaman helezon daire şeklini alıyor ve gittikçe daralan bir kısır döngü içinde boğulup duruyor. Belki de kader denen şey budur. Ya da belki de kadere karşı gelme denen şey budur. Hikaye. Herkes kaderini kendisi yaratıp bozuyor galiba. Zannederim en kötü hastaığın pençesinde boğuşup duruyorum. İşte hayat akıp geçiyor. Ve ben hiç mi hiç müdahale edemiyorum. Kendi hayatıma belki müdahale edebilirim ama kendi hayatımın dışında hiç kimsenin hayatına müdahale edemiyorum.
Buradan bakınca bu şehir ne kadar güzel görünüyor. Ama bu gözlerle bakınca her zaman içinde yaşanan hüzünleri, ayrılıkları, yaşanamamışlıkları görüyor insan. Şehir her ne kadar ışıl ışıl, cıvıl cıvıl da olsa yaşadığın günler bulutlarla kaplıysa hep yağmuru özlüyor ve bekliyorsun. Bulut var ya, nasıl olsa yağmur yağacak diye bekliyorsun. Ve nasıl olsa yağacak yamuru da sevmek zorunda insan. Aslında yağmur da güzeldir hani. İnsanı öyle bir ıslatır ki, ne üzerinde hüzün kalır ne sevda hepsini temizler geçer. Ama işte beklenen yağmur bir türlü gelmezse o hüzünler ve sevdalar insanın benliğine yapışıp kalır. Aslında sevdadan kurtulmaya çalışmak belki de hayattan kurtulmaya çalışmaktır. Ama küçük küçük mutluluklar yaşayan insanlar, büyük umutların peşinde koşan insanlardan belki de daha mutlu oluyorlar. Aşkı, sevdayı bir kişiye karşı yaşamak galiba en kötüsü ve en iyisi. İnsan birini seviyorsa, ister istemez zamanla karşılık bekliyor. Karşılık gelirse bir süre günlük güneşlik kıskanılası bir yaşam sürüyor. Ama karşılık gelmezse işte o zaman yaşanan her an boşa geçen zaman gibi algılanıyor. Yaşayan nefes alıp veren bütün canlılar için geçerli bu galiba. Sevgimizi verdiğimiz bütün canlılardan karşılık bekliyoruz. Evde beslediğimiz köpeğimiz bizi ısırmaya kalksa onu kapı dışarı ederiz. Kuşumuz sevgimize karşılık vermese “bana küstü” deriz.. Çiçeklerimiz bile solmaya başlasalar , sevgisiz kaldı garibanlar diye deliler gibi onlarla konuşmaya başlarız. Ama insana duyulan sevdanın güzelliği, karşılığını görürsen, sıcacık bir gülümseme ve en içten kelimelerle sevgiyi ifade etme, en güzeli de kim icat ettiyse sevgiliyi koklayarak, kokusunu ciğerlerine doldurarak sım sıkı sarılmak işte insana duyulan sevdayı farklı kılanlar.
Koca şehir İstanbul, kahpe şehir, dost şehir, can şehir, düşman şehir. Seninle yaşayınca senden nefret ediyorum ama senden bir dakika uzaklaşsam seni deliler gibi özlüyorum. Sen çirkef sevgili, sen hırçın, sen yaramaz ve sen bekaretini yüzyıllar öncesinden kaybetmiş ve hala bakire masumiyetini kaybetmemiş güzel yüzlü, güzel ruhlu fettan sevgili. Hani köprüden boğazı geçmeye kalksam, saatlerimi, yaşanası saatlerimi sadece sana veriyorum ya kıskanç sevgilim. Ya da arabamı herhangi bir yere parkedemeyip, saatlerce park yeri aradıktan sonra tek bulduğum yere park ettiğimde ve beş dakika sonra arabamın bilmediğim bir yere çekildiğini öğrendiğimde senden nefret ediyorum çirkin sevgilim. Ve sırdaş sevgilim sende nice sevdalar yaşadım ki bunları senden başka hiç kimse bilmiyor ve asla öğrenemeyecek. Sende ayrılıklar yaşadım ki her biri ömre bedel yedi göğüslü, mavi gözlü ve binbir bacaklı sevgili. Sevdaları doğurdun ve sevdaları öldürdün tabiatın en bereketli bereket anası.
Hayat bazen insana çok kısa geliyor. Hani bir kelebeğin ömrü kadar, doğarsın seversin, sevdiğinle birlikte bir yaşam sürersin ve ölürsün. Kelebeklerin sevdaları nasıldır acaba ? Onu da İngiliz bilim adamları araştırsın ama ölümün geleceğini bilerek bir sevdaya girmek herhalde ölümüne sevmektir. Peki sevdanın da bir diyalektiği var mı acaba ? Yoksa sevdim dediğimiz çoğu şey sevdiğimizi zannettiğimiz şeylerden mi ibaret. Gerçek sevginin kıstasları nedir acaba ? Sevdiğin için ölmek mi? Sevdiğin için yaşamak mı? Ya da sevdiğinin mutlu olması yeterli mi ? Yoksa sevdiğim insan benimle mutlu olacaksa olsun yoksa mutsuz olsun düzeyinde bir sevda var mıdır ?
Bazen şeytan ne var ne yok hepisini bir kenara fırlat at ve çek git buralardan diyor. Hani şeytana uyan insanlar mutlu mudur ? Ne bileyim atla git bir kasabaya çiftçilik yap, balıkçılık yap. Küçük bir yaşantı kur ve küçük umutların peşinde sana verileni yaşa. Herhalde daha iyidir. Ama lanet olası düşünceler insanın kafasından silinmedikçe, istediğin kadar uzaklara git asla uzaklaşamıyorsun. Ve kaybettikçe ve kaybettiğini hissettikçe kazanmak için daha fazla çaba gösterip daha fazla kaybediyorsun. Galiba hayatı biraz da kendi akışına bırakmak. İşte o zaman da; zaman işlemeye devam ediyor ve geçen her saniye kaybedilmiş zaman gibi geliyor ve zamanı kaybetmemek için insan daha bir çaba gösteriyor. Ama bütün bu çabalamalar galiba belli bir süre sonra çırpınma halini alıyor. Ve görüntüde kaybetmiş, tekrar kazanmak için çırpınıp duran melankolik bir insan halini alıyor.
Küçük mutluluklar peşinde koşanların onları yakalaması daha kolaydır. Dolayısı ile onlar daha mutlu olurlar. İmkansızı isteyenler de galiba mutsuzluğa mahkumlar..
İşte yine bu şehirden nefret ediyorum. Bana yine ummadığım kırıklıkları yaşatıyor. Ama bir gün ölürsem bu şehirde ölmek isterim. Bilmiyorum. Belki de başka bir şehirde insan böylesine sevdalar yaşayamaz. Şehir sıcak, şehir soğuk, şehirde ölüm sessizliği ve düğün şenliği bir arada yaşanıyor. Şehirde bir dilim ekmek parası için dilenenler ve özel uçaklarla gezenler aynı havayı soluyor. Ve şehirde emek için savaşanlarla, emmek için savaşanlar benzer suları içiyor. Aynı martıları seyredip, aynı yerde üretilen rakıları içiyor. Sarıyer’de kiralık sandalda, mangalda balık-rakı keyfini değme yatlarda yaşayamazsın. Ondandır belki de filimlerin çoğunda, o şatafatlı yaşantıdan kaçan zenginler Kavaklar’da ya da Hisar’da balıkçılarla sıcacık muhabbetlerde rakılarını yudumlarlar. Ya yaşayacaksın İstanbul’u ya da uzaklaşacaksın. Kıyısından yaşamaya gelmez bu şehir. O zaman insanı sıkar, daraltır, üzerine üzerine gelir. Sana pas vermeyen ve seni kıskandırmak için onun bunun koynuna giren sevgili gibidir. Çıldırısın, doyasıya yaşamak için ama o ille de sana pas vermez. Gebersen pas vermez. Ama kolay kolay da çek git demez. Sana vücdunun en güzel kıvrımlarını açıp, en bakir köşelerini görmeni sağlar ama yine de pas vermez. İşte bu şehir sevdanın şehri.
Sevdası olmayan insanın, umudu da yoktur ve umudu olmayan insanın yaşantısı da yoktur çocuk. Umut her şey için umut vardır insanın yüreğinde bir yerlerde. Yarınları hayal edip olabilirliğini beklemek işte en güzel, en yaşanılası yaşam biçimidir.. Umut olmadan hiç bir şeyi yaşamak mümkün değil. Kaldı ki, umut olmadan sevda yaşamak da sevdanın kendi iç dinamiği içerisinde imkansız galiba. Önce sadece ve sadece karşılıksızca seviyorsun, sonra karşılık beklemeye başlıyorsun ve sonra da tamamıyla biribirinin olmayı umut ediyorsun. İşte sevdanın iç dinamiği ve diyalektik çözümü bu galiba. Umudun kırıldığı yerde hayat da kırılıyor, yürek de çocuk. Umutsuz yaşam, sadece nefes alıp vermektir. Dağlara çıkan eşkiyaların da umudu vardı, dağları delen sevdalıların da. Ve bir ideal uğruna hayatını hiçe sayanlar da umutlu ve mutluydular. Ağlarını, denizin cömert göbeğini örtercesine savuran balıkçılar da umut doluydular, toprağın yüreğini yırtarcasına yarıp tohumlarını bırakan çiftçiler de umut doluydular. Ve bir anneye dokuz ay o acılara katlanmasını sağlayan da umut galiba çocuk.
Şarkılarda, şiirlerde aşkı anlatan mevsim bahar derler ya nedenini asla bulamadım çocuk. Bahar, doğurgandır, ve aşkın sonu da doğurganlık olabilir mi ? Belki. Bahar uyanıştır. Sevda da insanın derin bir uykudan uyanması mıdır?. Belki. Bahar temizlik midir? Eski ne varsa yokolması, yerini yenilerin alması mıdır? Belki. Bilmiyorum. Ama bildiğim bir şey var sevda denen şey kendi içinde biraz da yalnızlığı paylaşmaksa eğer, insan yağmuru beklerken kendini daha yalnız hisseder ve yağmur yağınca da yalnızlık doruğa ulaşır. İnsan üşüyünce sarılacak sıcacık bir çift göz ister. İşte bunun için sevdalar kışın yaşanmalı ama baharın o cıvıltılı günlerinde de uçmalı.
Beklenen yağmur nihayet yağdı. Sadece yağmur yağdı. Mevsimler boyu yağmura susamış topraklar gibi karşılamadık yağmuru. Yağmur her şeyi temizler diye bekledim ve temizledi de. Ama çocuk, yağmur yağarken ve ben yağmuru yaşarken bir an için düşünceler dahil her şeyi temizliyor ama yağmur geçmeye yüz tutunca ve bir de güneşle sarılınca, yani gökkuşağını yaşarken öldü sanılan duygular tekrar dirilip insanın tüm benliğini sarıyor. Şehir ıslanıyor, sen ıslanıyorsun, ben ıslanıyorum ve sadece; şehir, sen ve ben ıslandığımzla kalıyoruz. Ama galiba gökkuşağında yaşamak için iliklerine kadar ıslanmak gerekiyor. Çocuk, şimdilik şehrin kaldırımları, senin elerin ve benim gözlerim ıslak.
Bu Hikayeleri Okudunuz mu?
• Yağmur Çiçeğim Myra
• Sandal Ağacı
• Sonda Denilenler
• Nefesim
• Mektup-23