Elveda Şehir, Elveda
Sabah dokuza doğru uyandı. Yüzünü yıkadı, pijamalarını çıkardı ,eşofmanını giydi. Bu gün çiçeklerinin sulanma zamanıydı. Büyükçe bir sürahiye musluktan su koydu ve bir oda dolusu çiçeği ağır ağır suladı. Daha sonra nemli bir bezi kauçuk ve limon ağaçlarının yapraklarının üzerinde itinayla gezdirdi, tozlarını aldı.
Çiçeklerle, ağaçlarla meşguliyetinden sonra mutfağa geçti.Kendine çay demledi, buzdolabından kahvaltılıkları çıkardı. Bir gün önce aldığı kepeksiz ekmeğe yağ, reçel sürdü, yavaş yavaş yemeğe başladı.
Münevver elli, elli beş yaşlarında, orta boylu, alımlı, güzel bir kadındı. Gözleri bal rengindeydi. Uzun, yumuşacık kumral saçları vardı.Yaşını göstermiyordu.Teni pürüzsüz, beyazdı. Sadece gözlerinin altı üç dört senedir hafifçe kırışmıştı.
Yalnız yaşıyordu. Oturduğu apartman dairesi yıllar önce annesi, babası, ablası, abisi , yengesi, iki yeğeni (abisinin çocukları)ve erkek kardeşi olmak üzere dokuz kişiyi barındırıyordu. Şimdi ise yalnızdı dört duvar arasında.
Ellili yıllarda Münevver’in babası yeşil bir ilçesinden göçmüştü Anadolunun bu büyük şehrinin merkezine. Şehrin işlek bir caddesinde hediyelik eşya dükkanı açmış, oğullarıyla beraber işletiyordu.
Münevver’in annesi terzilikten iyi anlıyordu. Münevver ve ablası annelerine yardım ede ede onlar da iyi birer terzi olmuşlardı. Dükkanları yoktu. Kendi evlerinde komşu kadınların elbise siparişlerini alıyorlardı. Dikişteki maharetleri nedeniyle zamanla siparişler artacak anne ve kızları, bütün zamanlarını dikiş, prova vs. işleriyle dolduracaklardı.
Münevverlerin ilk evleri şimdiki oturdukları muhitten ikiyüz üç yüz metre uzakta iki katlı , bahçeli bir evdi. Üst katlarında ev sahipleri oturuyordu. Onlar alt katta kiracıydılar.
Şimdiki evle eski evi, şehrin tren istasyonuna giden büyük bir cadde ayırıyordu. Caddenin diğer tarafıyla bu tarafı çok farklıydı. O tarafta tren garı lojmanları,subay lojmanları vardı. Yerler asfalt kaplı, sokaklar tozsuzdu. Evlerin çoğunda bahçe vardı. Çocuklar için top sahaları yapılmıştı. Şehrin en güzide mahallelerinden biriydi burası.
Gözlerinin önüne eski evdeki genç kızlık günleri geldi.Ne güzel günlerdi o günler. Büyük bir bahçesi vardı evin. Ön taraf çeşit çeşit , renk renk çiçeklerle bezeliydi. Arka taraf ise bostanlıktı. Domatesler, biberler, salatalıklar, kabaklarla şahane bir görüntü oluşturuyordu bu taraf. Ev sahibi küçük bir havuz yaptırmıştı ön cepheye. Yukarı çıkıp tekrar aşağıya inen suyun sesi kulaklara tatlı bir nağme gibi geliyordu.
Komşularıyla yazın bahçede ne hoş vakit geçiriyorlardı o zaman. Annesi çok nüktedan bir insandı, yüzü daima gülüyordu. Genellikle kendi köyüyle ilgili fıkralar anlatıyor, dinleyenleri kırıp geçiriyordu.
Tv yayınlarının şehre yeni yeni geldiği zamanlardı. Tv pahalı bir makineydi o vakitler. Mahallede tv’si olan şanslı ailelerden biri de Münevverlerdi. O zaman paket yayın yapılıyordu. Haftada üç gün Tv yayını vardı. Yayın olduğu günler Münevverlerin evi komşu çocuklarıyla dolup taşıyordu. Ne Münevver ne de ailenin diğer fertleri rahatsızlık duyuyorlardı bu ziyaretlerden. Çocuklar için ay çekirdeği alırdı babaları arada sırada.
Münevver dikiş işlerinden zaman bulduğunda fotoroman okurdu. Bir de o sıralar meşhur olan “pembe dizi” kitaplarını .Ayda bir de Alman moda dergisi Burda’yı alır, satır satır okurdu .
Babası abdestinde, namazında , muhafazakar yapıda bir insandı. Kızlarının kısa elbiseyle, pantolonla dışarıya çıkmasına izin vermezdi. Kız çocuklarının eğitimini de gereksiz görürdü. Bu nedenle Münevveri ve ablasını ortaokuldan sonra okutmamıştı.
Ablası da kendisi de güzel, alımlı kızlardı o vakitler. Sık sık görücü gelirdi evlerine. Gelen görücü kadınları çoğunlukla beğenmezlerdi abla, kardeş. Babası sinirlenirdi kızlarının bu beğenmemezliklerine. Bazen de kızların beğendiklerini baba beğenmezdi. Babası şehir dışına kızlarını vermek istemiyordu.Kızlarına çok bağlıydı . Genelde kızların beğendiği de şehir dışında yaşayanlardan çıkıyordu. Annesinin görüşünü bile almıyordu babaları.
Kızlar otuzlu yaşlara gelmişti ama kısmetleri açılmamıştı daha. Babasının yabancıya kız vermeme inadı sebep olmuştu Münevver’in ve ablasının evlenememesine. Büyük ağabeyleri de evlenmiş, çoluk çocuğa karışmıştı. Artık ev de küçük gelmeye başlamıştı aileye.
Seksenli yıllara doğru evden taşındılar ve caddenin diğer tarafındaki apartman dairelerine taşındılar. Burası kendi evleriydi kiracılık bitmişti. Birkaç yıl sonra Münevverin abisi de kendine ev alacak ve ayrılacaktı aileden.
Münevvere ve ablasına eskisi kadar olmasa da evlenme teklifleri gelmeye
devam ediyordu. Ankaralı bir iş adamı Münevverin ablasını çok istiyordu. Babası inadından vaz geçmiyor,” - Şehir dışına kız vermem”diye tutturuyordu.
Çok yakından tanıdıkları bir kadın aracı olmuştu bu hayırlı işe. Babalarından izinsiz ablasıyla, genç adam buluşturuldu, birbirlerine tanıştırıldı. Kız erkekten erkek kızdan hoşlanmıştı.
Bu işi çözmek, babayı ikna etmek Münevver’e kalmıştı. Bir akşam baba kız yalnız konuştular. Münevver, aracılık yapan kadının damat adayı hakkında çok olumlu şeyler söylediğinden bahsetti. Münevver, babasının elini kendi ellerinin arasına aldı ve “-Ablamın mutlu olmasını istiyorsan bu evliliği engelleme baba!”dedi. Münevver’in gözleri nemlenmişti. Babası kızının gözlerine baktı, akmaya başlayan gözyaşlarını parmaklarıyla sildi.Kendi gözleri de nemlenmişti. Başını olur anlamında hafifçe salladı. Münevver, kollarıyla babasına sıkı sıkıya sarıldı sevincinden.
Ablasının evlenip Ankara’ya yerleşmesi Münevver’i çok etkiledi. Sırların,dertlerini paylaşacak kimsesi yoktu artık. Ama ablası adına da seviniyordu bir taraftan. Melek gibi bir insanla evlenmişti. Bu durum ayrılık acısını bir nebze hafifletiyordu.
Ablasından sonra küçük kardeşi de evlenip baba evinden ayrılınca apartman dairesinde topu topu üç kiş kalmıştı: Annesi, babası ve kendisi.
Seksenli yılların sonunda babasını, doksanlı yılların sonunda da annesini kaybetti Münevver. Artık yalnızdı. Kalabalık bir aile içinde büyüyüp sonra yalnız kalmak Münevver’i bayağı etkilemişti.Psikolojisi bozulmuştu. Ölen annesi sık sık rüyalarına geliyor, ağlıyarak uyanıyordu.
Yaşadığı eve, mahalleye bir türlü alışamıyordu.Apartmanın önüne sıra sıra tablacılar dizilmiş, bağıra çağıra meyve sebze satmaya çalışıyorlardı.Arada ,fırça,ayna,iplik nevinden çerçöp satanlar da bu bağırtıya dahil oluyorlardı. Bazen bu tablaların içinden türküler, şarkılar (kasetçalar sesi) yüksek sadayla mahalleye dinletiliyordu. Evinin balkonuna çıktığında bir sürü erkek gözünün kendi gözüne hedeflendiğini görüyor, tekrar içeri giriyordu.
Mahalle bakımsız bir haldeydi. Evin ön cephesinde yerler toz içinde,çöp konteynırları ağzına kadar çöple doluydu. Yazın sıcak günlerinde çöplerden yayılan koku insanın içine işliyordu. Tabla sahiplerinin yüksek sesle bağırışlarına , arabaların korna sesleri ekleniyor ortalık mahalli değimle “kadınlar hamamı”na dönüyordu. Apartmanın arka cephesindeki manzara da önden pek farklı değildi. Mahallenin musluğu olmayıp daima açık olan çeşmesinden akan sular sokağı çamur deryası haline getiriyordu.
Kurban bayramı mübarek bir gündü ama Münevver bayramın gelmesini istemiyordu.Devlet büyükleri evin önünü kurbanlık hayvan meydanı olarak uygun görmüştü(!). Bayram başlamadan bir hafta öncesinden koyun, dana, inek sürüleri sokakta insanın geçeceği yer bırakmıyordu. Hayvanların dışkıları yerlere saçılıyor, mayıs kokusu mahalleyi dalga dalga sarıyordu.
Kurban bayramı günü yerler bu sefer de kesilen hayvanların kanlarıyla sulanıyordu. Çöp kutuları hayvanların deşilmiş bağırsaklarıyla, işkembeleriyle bir tepe oluşturuyordu. Tablacıları, hayvan satan köylüleri hakir görmüyordu. Onlar namusuyla geçinen vatandaşlardı. Yanlışı yapanlar bu vatandaşlara uygun yer göstermeyen yöneticiler, belediyecilerdi.
Mahallede pek arkadaşı yoktu. Genelde eski mahallesine, komşularına uğruyordu.Gerçi komşularının çoğu şehirden ayrılmış, batıya göçmüşlerdi. Oturdukları evleri yıkılmış yerine yüksek bir apartman dikilmişti. Eski mahallenin de çehresi değişmişti. İki katlı, bahçeli evler yerlerini altı, yedi katlı alt katı dükkan apartman bloklarına bırakmıştı. Çocukların, top sahaları, ağaçlık alanlar beton yığınlarına teslim olmuştu. Eski evlerinin bulunduğu yerden geçerken içini bir hüzün kaplıyordu, gözleri doluyordu Münevver’in.
Hayattan aldığı zevkler azalıyordu. Babasının emekli maaşı, köydeki arazilerin kira gelirleri kendisine yetiyor, hatta artıyordu ama mutlu , huzurlu değildi. Yalnızdı, ıssızdı.Duygularını, zevklerini paylaşacağı, şakalaşacağı, biri yoktu yanında. Yüksek sesle kahkaha atmayalı kim bilir ne kadar çok zaman olmuştu.Okuduğu romanı, dinlediği müziği beraber yorumlayacağı birisi yoktu.
Son günlerde evde güvensiz hissediyordu kendini.Hırsızlık olayları duyuyordu çevresinde. Daire kapısı çeliktendi ama bu güvensizliğini gidermiyordu. Birkaç gün önce bir genç takip etmiş apartmanın içine bile girmişti. Hırsız mıydı, sapık mıydı bilmiyordu ama epey korkmuştu bu ürkütücü yüzlü gençten.
Kendisini mahallesinden soğutan son olay iki üç ay önce olmuştu. Bir ramazan günü lavaş ekmek almak için mahallelerinde bulunan bir fırına girmiş, sıraya girmişti. Sıra kendisine gelince fırıncıya: “- Benim ekmeklerimi biraz daha fazla pişirir misin? “ diye rica etmişti, nazikçe bir sesle. Fırıncı çatık kaşla karşılık vermişti:”- Abla senin arkandaki ağabeyime veriyim sana sonra pişkininden veririm”. Arkasındaki adama da ekmeklerini vermiş, fırında fırıncı, çırağı ve Münevver’den başka kimse kalmamıştı.
Fırıncı Hiddetle fırının kapısını kapatmış ve çırağının gözü önünde Münevver’e tokat atmaya başlamıştı.Kadını adamın elinden komşu esnaf zor kurtarmıştı.
Esnaf bu adamın ilk vukuatı olmadığını söylüyordu. Adam birazcık “deli”ymiş(!). Esnafın anlattığına göre adam, altı küçük çocuğa, yaşlı annesine bakıyormuş, borçları varmış, fakirmiş vs.vs. Komşuları bu birazcık deli (!) adamdan şikayetçi olmaması için bunları söylüyordu.
Münevver komşularının yoğun ısrarından sonra adamdan şikayetçi olmadı ama gururu incinmişti. Birazcık deli(!) bir adam hiçbir neden yokken kadınları dövüyor ve komşuları bunu olağan bir şey görüyordu.Resmi olarak da kimse şikayet etmediği için de esnaflığa devam ediyordu. Münevver, neden şikayetçi olmadım diye kendi kendini ayıpladı sonra ama iş işten geçmiş, olay çoktan soğumuştu.
Şehir kendisini boğuyordu artık. Bu şehrin köyünde doğmuş, bu şehirde gençliği geçirmiş, bu şehirde unutulmaz dostlar edinmişti ama bir değişikliğe ihtiyacı vardı şimdi.
Yaprakların döküldüğü bir sonbahar günü, şehrin ana caddesindeki bir uçak firmasının bürosuna girdi ve batı kentlerinin birine bir bilet aldı. On, on beş gün sonra da bir uçağın içinde şehrin üzerinde buldu kendini. Pencereden elini şehre doğru ağır ağır salladı.
Gözleri yaşla dolmuştu. Bir ara hayallere daldı. Kendini eski evinin bahçesindeki küçük havuzun kenarında otururken gördü. Rahmetli annesi bir fıkra anlatıyor, ablasıyla kendisi kahkahayla gülüyorlardı.