- 610 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Grindelwaldler bizi nasıl aldatır?
Fantastik Canavarlar: Grindelwald’ın Suçları filmini izlerken Gellert Grindelwald karakterini kişileştiren Johnny Depp’in diyalogları içinde ilginç birşeyi gördüm: Faşizm de en nihayet bir özgürlük talebinden yeşeriyor. Peki nasıl bir özgürlük talebi bu? Belki şöyle toparlanabilir: "Üstünün(!) üstün olma özgürlüğü."
Evet. Filmin içindeki bütün diyaloglarında Grindelwald, büyücülerin normal insanlardan üstün olduğunu, eşitliğin bu anlamda ’üstünlere yapılmış bir haksızlık’ olduğunu savunuyordu. Ona göre üstün olanlar fıtratlarının/yaratılışlarının hakkı olan payeyi elde etmeliydiler. Bu adaletsizliğe, güçlerine dayanarak, son vermeliydiler. Grindelwald karakteri için Depp’in ’ari ırk’ insanlara benzetilmesi ise, daha ince bakanlar için, önemli bir göndermeydi. Hitler dönemi ırkçılığına dair çağrışımlar içeriyordu.
Yanlış anlaşılmasın, Grindelwald, insanlığın yokolmasını falan da istemiyordu. Kendisinin de filmde belirttiği üzere varlıklarına saygısı vardı. Ama nasıl? Yalnızca birer ’hizmetçi’ olarak. Yani layık oldukları seviyede. Bundan fazlasını onlara vermeye gerek yoktu. Bu nedenle safkanlar ’eşitlik adına aşağılanmayı’ ve ’kaderlerini insanlara terketmeyi’ bırakmalıydılar.
Bediüzzaman’ın Muhakemat’tan itibaren metinlerinde altını çizdiği birşeydir. Belagat usûlünce bir sözün kıymeti onunla ilgili dört sorunun cevabından anlaşılır: 1) Kim söylemiş? 2) Kime söylemiş 3) Ne makamda söylemiş? 4) Ne söylemiş? Bu noktada mürşidim, haklı olarak, edebiyatçıların tutumuna da eleştirel bir tavırla yaklaşır: "Kelâmın tabakaları, ulviyet ve kuvvet ve hüsn-ü cemâl cihetinden dört menbaı var: Biri mütekellim, biri muhatap, biri maksat, biri makamdır. Ediplerin, yanlış olarak, yalnız makam gösterdikleri gibi değildir. Öyle ise, sözde kim söylemiş, kime söylemiş, niçin söylemiş, ne makamda söylemiş ise bak. Yalnız söze bakıp durma."
Bu paragrafın son cümlesini ayrıca önemserim. Zira hayatın içinde sıkça düştüğüm bir yanlışın tesbiti gibi gelir. Nedir peki o yanlış? İşte şu: "Yalnız söze bakıp durmak!" Evet. Ben de bazen ’aynı şeyi istediğimizi’ düşündüğüm insanlarla yanyana gelirim. Onların seslerine sesimle katılırım. Fakat iş biraz ilerlediğinde görürüm ki, kelimeler aynı amma, onlardan murad edilen farklı. İçerikler farklı farklı dolduruluyor. Başka başka şeyler isteniyor. Misalen: O da ’özgürlük’ istiyor, ben de onu istiyorum, fakat işaret ettiğimiz mana farklı. Tanımlarımız uyuşmuyor. O ’benim onun kadar özgür olmayışımı’ özgürlük olarak görüyor. Bense ’onun her istediğini yapamamasını’ özgürlüğüm olarak tanımlıyorum. Bu yüzden de kelimeler bizi birleştirmiyor. Birleştirdiğini sandığım yerde, eğer gözümü açmazsam, ben ona kapılmış oluyorum. Yani ekmeğine yağ, değirmenine su, maksadına kuvvet taşımış sayılıyorum.
Bu yüzden de ne yalnız başına adalet, ne yalnız başına eşitlik, ne yalnız başına hürriyet tam bir masumiyet ifade etmiyor. Öncesi çalışılmadan salt bu kelimeler üzerine yeni bir dünya inşa edilmiyor. Bu anlamda manevî hizmetlere konsantre olmuş, hatta çevrelerinden ’etliye-sütlüye karşımamakla’ veya ’suya-sabuna dokunmamakla’ itham edilen kişilerin/grupların varlığını önemsiyorum. Zira onlar daha arkadan bir inşa faaliyetini sürdürüyorlar.
Ne demek bu? İşe temelden başlıyorlar. Akaidin sağlam direkler üzerinde inşa edilmesinin hayatın geri kalanında nasıl bir ’birleştiricilik’ anlamına geldiğini biliyorlar. Meseleyi daha ilerisinden tutup, sabah-akşam, ömrü birkaç günlük kavgalar üzerinde tükenenlerin aksine, aynı kelimeleri kullanmanın anlaşmak için yeterli olmadığını takdir edebiliyorlar. Anlaşmak, en özünde, aynı manaların kastıyla mümkün olabiliyor. Bu manaların neler olduğunu ise en çok ’nasıl inandığımız’ tesbit ediyor.
Evet. Tüm ideolojik veya kavramsal tartışmalar için bu tesbiti yapabiliriz. Onlar üzerinden bir sorgulamaya giriştiğimizde "Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş?" sorularının cevabını bize itikadımız söyler. Çünkü itikadımız bir zeminde buluşmadığında, biz, aynı kelimelerle farklı şeyleri kastediyor oluruz. Eğer itikadımız buluşursa, bu defa kelimelerimiz birbirinden sesce ayrılsa da, muradımız bir olduğundan anlaşmamız kolaylaşır.
Üzerimizdeki ’mış gibi’ büyülerini kaldırıp doğruca konuşalım: Biz bir ateistle veya bir liberalle veya başka bir fraksiyondan insanla, taraflar iyi niyetli olsa bile, ’aynı evren, insan, tanrı algısı’ üzerine konuşmuyoruz. "Kim söylemiş, kime söylemiş, ne makamda söylemiş?" sorularının cevabı her aynada farklılaşıyor. Bir ırkçı, aşağı-yukarı yalnız kendi ırkının tanrısı olan bir ilaha, yalnız kendi kavminin ’üst-insan’ sayıldığı bir beşere ve öncelikle kendisinin mülkü olması gereken bir evrene inanıyor. O ’özgürlük’ dediğinde sizinle aynı şeyi kastetmiyor. Bu üç cevabın ’ne söylemiş’i değiştirdiği farklı bir mana dünyasından bahsediyor. Kelimenin sesteşliğine kanmak kandırılmaktır.
Bu yüzden Bediüzzaman’ın "Zaman imanı kurtarmak zamanıdır!" demesinin büyük bir kıymeti vardır. Zira asıl tehlike orada. Arkadaşım, uyanık olalım, aynı dili konuşmamızı sağlayan zemin ahirzamanda giderek ortadan kayboluyor. Neden? Çünkü, aynı şekilde iman etmediğimizde, kelimelerin de iletişimimizi sağlama noktasında pek bir gücü kalmayacak. Arkalarında onları uzlaştıracak çağrışımlar dünyası olmayacak. Tanımlar/sınırlar farklılaşacak.
İnsanlar, tıpkı Mevlana Celaleddin-i Rumî Hazretlerinin aktardığı ’üzüm’ hikayesinde olduğu gibi, birbirlerinin dilinden aynı anlamı almadıkları için kavgaya tutuşacaklar. Can yakacaklar. Kalp kıracaklar. Bizim, meseleyi doğru şekilde çözebilmek için, öncelikle evreni, insanı, Allah’ı ve bunlar karşısındaki tutumumuzu ’bir’ bulabileceğimiz, ’bir’ tanımlayabileceğimiz, ’bir’ göreceğimiz insanlara ihtiyacımız var. Yalnız kelimelere bakmak aldatılmaktır. Bu tuzağa düşmeyelim. Anarşi en çok bu zaafımızdan yakalıyor bizi.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.