- 827 Okunma
- 6 Yorum
- 0 Beğeni
HIDRELLEZ ÇARPTI
Efendim, üzerinize afiyet bir müddet önce rahatsızlandım ve hastaneye yatmak zorunda kaldım.
Hayatımda ilk defa hastaneye, Kuleli Askeri Lisesi’nde okuduğum yıllarda yatmıştım 1964 veya 1965 yıllarından birindeydi. Şimdi rahatsızlığımı da hatırlamıyorum ama bir sebeple (bir sebebi yokken kimseyi hastaneye yatırmazlardı zaten) Haydarpaşa Askeri Hastanesinde birkaç gün yattığımı anımsıyorum.
O zamanlar, hastalar statülerine göre kendilerine tahsis edilen koğuşlarda yatarlardı. Ben de öğrenci koğuşunda yatmıştım. Öyle kimsenin yanında refakatçisi, anası, babası, bir yakını filan olmazdı. Herkes kendi işini kendi yapar, kendi işini yapamayacak durumda olanlara diğer hastalar yardım ederlerdi. Tuvalete götürür, yemeğini yedirir, üstü örtülür, pijaması giydirilir vs…
Koğuştaki kıdemli hastalar, yeni yatan hastaları hastane kuralları konusunda bilgilendirir, kaçınılması gereken konuları tembihler, “eğer tembihlere uyarsan burada daha fazla yatarsın!” uyarısında bulunurlardı. Hepimiz öğrenciydik. Hastanede yatmak; askeri okulun disiplininden, derslerin sıkıntısından, imtihanlardan kaçmak, bunları hiç düşünmeden rahat bir zaman geçirmek demekti. Sabahları vizite saati gelince Doktor’u yatağın içinde “Hazır ol da” bekler, Doktor: “ Bu sabah nasılsın evladım?” diye sorduğunda yüksek sesle: “Sağ olun Komutanım!”diye cevap verirdik.
Bir sabah vizitesinde Doktor yanındaki avanesine: “ Bu öğrenciyi taburcu edin!” dediği zaman çok üzülmüştüm. Çünkü keyif sona ermişti!
Koğuşta 15-20 tane boyumuzdan daha yüksek olan demirden yapılmış beyaz boyalı, alt tarafı yaylı karyola vardı. Karyolaların ayakucunda torba ya da çanta gibi bir şey durur, doktor; hasta ile ilgili bilgileri, yazdığı kâğıtları bunun içine koyardı. Yaşlı Hemşireye “anne” derdik. O da bize, bir anne şefkatiyle ilgi gösterir, doktorun verdiği tedaviyi uygulardı.
Bu ikinci defa hastaneye yatışımda fark ettim ki, aradan çok zaman geçmiş ve her şey değişmiş, modernleşmiş. Gerek hastanenin tıbbı olanakları, gerekse hastaların konforları artmış. Bazı ufak tefek aksaklıklar olsa da her şey bir düzen içinde yürüyor.
Tüm sağlık personeli her hastaya, hastalıklarıyla ilgili, başka herhangi bir düşünce içinde olmadan her türlü tıbbi ilgiyi gösteriyorlar. Bu bahsettiğim Bir devlet hastanesi. Elbette, özel hastanelerdeki gibi kimse kimseyi okkalamıyor. Ancak, tıbbı gereklilik ne ise onu da eksiksiz yapıyorlar. Hekim ve hemşireler ile diğer sağlık çalışanlarının tek düşünceleri hastaya yardım etmek, şifa vermek. Tabii ki hizmet veren “Devlet”, hizmet alan ise “Vatandaş”. Devlet- vatandaş ilişkisi burada da gayet net bir şekilde görülüyor ve bu statü, ilişki henüz kırılmış değil.
Merak edenler için kısaca rahatsızlığımdan da bahsedeyim: 6 Mayıs günü Vücudumun sol tarafındaki hareketlerimi kontrol edemediğimi fark ettim. Aile hekimine başvurdum. Aile hekimi bunun ciddi bir rahatsızlık olduğunu ifade ederek hemen Hastanenin acil servisine müracaat etmemi söyledi.
Ben de hastanenin acil servisine gittim. Acildeki doktorlar derhal ilgilendiler, süratle kan tahlillerim yapıldı, beyim tomografisi çekildi. Acilde görevli Doktor: “bir durumdan şüphe ettiğini bu sebeple nöroloji servisinden bir uzman çağırdığını” söyledi. Bir müddet sonra nöroloji servisinden doktor geldi yapılan tetkikleri inceledi, fiziki muayenemi yaptı ve “ Beyine giden ana damarda bir tıkanıklık olduğunu, beyinin sağ tarafının yeterli kan almadığı için beslenemediğini, bu sebeple sol tarafımda bir felç durumunun olduğunu ve hastaneye yatmam gerektiğini söyledi. Eskilerin “inme” dedikleri, üfürükçülerin “cin çarpması” dedikleri hastalığa yakalanmışım.
Tıp’a ve bilimine itirazım olamazdı, hastaneye yattım.
İlkini saymazsak, hayatımda ilk defa hastane ile bu kadar uzun süren bir ilişkim oldu ve bu zaman içinde birçok gözlemim, izlenimim oldu. Bunları ileride fırsat buldukça kısa kısa sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
İşte bunlardan biri:
Hastaneye yattıktan sonra hastalığımla ilgili ilk tetkiklere ilave olarak daha kapsamlı, ileri tetkik ve tahlillerim yapıldı. Bunlardan bir tanesi de bilgisayarlı anjiyo dedikleri bir tetkik idi.
Yattığım nöroloji servisinde tekerlekli sandalyeye bindirdiler; ben sandalyede, arkadan hastabakıcı sandalyeyi iterek, onun arkasında refakatçim olan eşim olmak üzere tomografinin çekileceği yere kadar konvoy halinde gittik. Hasta bakıcı, sandalyemi boş bir yere, başka bir sandalyenin yanına park ederek “Amca sen burada bekle seni içeriden çağıracaklar! “ diyerek yanımızdan ayrıldı. Eşim de boş bulduğu bir bekleme koltuğuna oturdu. Tomografi çekim sırasının bana gelmesini bekliyoruz.
Bu arada eşimin yanında oturan hanım, eşime dönerek:
-Geçmiş olsun Beyin mi?
-Evet.
-Nesi var?
Eşim anlattı… Sağ şah damarı tıkalı… Beyine kan gitmiyor… Sol tarafını kullanamıyor… Artık ezberlediğimiz bir kalıp hikâyeyi orada kadına da bir solukta anlattı.
Sonra Eşim, kadına sordu;
-Geçmiş olsun sizin neyiniz var?
Kadın cevap verdi:
-Benim bir şeyim yok, bizim herif aha şu (eliyle göstererek) hasta.
-Geçmiş olsun nesi var Beyinizin?
-HIDRELLEZ ÇARPTI!
İçimden:”HADİ YAAA!” diye bağırdım. Nasıl da bilemedik!!! Benim ve doktorların günlerdir anlamaya çalıştığımız hastalık işte TAM DA BU OLMALI!
Baktım adamın durumu benden daha ağır. Eli ayağı tutmuyor, ağzı çarpılmış, dudağının kenarından salyaları akıyor. Belli ki tipik bir felç durumu var adamda.
Kendi kendime: “Zavallıyı Hıdrellez fena çarpmış!” dedim.
Sonra birden aklıma geldi, ben de 6 Mayıs günü çarpılmış(!) ve hastaneye yatmıştım.
Her 6 Mayısta bir gül ağacı bularak dibine isteklerimizi yazıp-çizip bıraktık uzun seneler, ama bu güne kadar hiçbiri de olmadı. Dileklerimizi yerine getirmediği için, farkında olmadan, Hıdrellez’e sövdüm mü acaba?
İçime bir kuşku düştü doğrusu!
Sahi, beni de Hıdrellez çarpmış olabilir mi?
Hekimler ve tıp hâlâ bunu araştırıyor!
Allah herkese, önce akıl ve fikir, sonra can sağlığı versin.
Bekir GÜÇLÜER
YORUMLAR
Çok. çok geçmiş olsun değerli dost, Sayın Güçlüer. Hastalanmanız elbette hoş değil, hatta çok da üzüldüm sizin adınıza, umarım dilerim şifa bukmuşsunuzdur. Ne kadar sakınsak da çağın rahatsızlıkları, zaman, zaman birilerimizi ytakalayıp, hastahane koridorlarında dolaştırıyor.
8 mayıs da bende hastahane de saat 16.00 da ameliyat masasındaydım. İlk amelkiyatım ve ilk hastahaneye yatışımdı. Beni yakalamak için, oğlum ile Cerrah Dr. arkadaşı bir ay kovaladılar. O bir ay içersinde ben bir gece de 2 ve ya üç defa yakınımdaki hastahanenin acil servisine koşuyordum. Bu denli ameliyat ve hastahane korkum vardı. 5 mayıs günü doktorum, "Eğer hemen ameliyat olmazsan, safra kesendeki taş Safra kanalını tıkayacak ve seni 2 defa ameliyat etmek zorunda kalacağız ki, bu da senin için yaşamsal bir tehlike ve ağır bir durum oluşturur" deyince mecburen teslim bayrağını çektim ve teslim oldum. Ameliyat öncesi, testler ve hazırlıklkar yeniden yapıldı, 8 mayısta safra kesemi aldılar, 9 mayıs saat 16 da da eve gönderdiler.
Böbrek sancısından çok daha şiddeetli o dayanılması zor spazm sancılarını boşuna çekmişim. Sanki yeniden doğmuşum gibi oldum. Göbek ve göksümden 1 cm ve 5 mm lik kesilerek yaparak 4 delikten kapalı sistemle bir saatte gerçekleştirmişler ameliyatımı.
Nasıl olup bittiğini bile bilmiyorum. Özel hastahaneydi. Gerçekten, gerek hastane gerekse, doktorlar, özellikle doktorum taktire şayan özverili bir başarı sergilediler. Onlara sonsuz minnet ve şükran borcum var, sağolsunlar.
O güzel anlatımınızla rahatsızlığınızın sonucunu da yazarsınız umarım. Benim hastahane ve ameliyat serüvenimin de anlatımına vesile oldunuz. Tekrar çok, çok geçmişolsun, umarım, dilerim bir daha uğramamk üzere uzaklaşmış olsun sizden ve herkesden "Nevruz çarpmaları"
Sopnsuz selam ve saygılarımla sağlıklı günlerde olunuz değerli kardeşim sayın BEKİR GÜÇLÜER.
Kemal Polat