İletiler
Yeni İleti Paylaş28 dakika
KADIN HAKLARI
İleti
Toplumların yüz akı, medeniyetlerin aynasıdır kadınlar. Bir toplumun gelişmişliği, kadınlarının haklarını nasıl koruduğu, onların sesine ne denli kulak verdiğiyle ölçülür. Kadın hakları, sadece bir insan hakları meselesi değil, aynı zamanda toplumsal refahın, adaletin ve ilerlemenin en temel taşlarından biridir. Kadınların özgür ve eşit bireyler olarak var olabildiği bir dünya, insanlık için daha aydınlık bir geleceğin müjdecisidir.
Kadın haklarına değer vermeyen toplumlar, aslında kendi köklerini baltalar. Kadınların eğitimden, iş hayatına, politikadan sosyal yaşama kadar her alanda eşit ve adil bir şekilde yer alamadığı toplumlar, bir ayağı prangaya vurulmuş gibi sendeleyerek ilerler. Kadınların maruz kaldığı ayrımcılık, onların potansiyellerini gerçekleştirmelerini engellerken, toplumu da büyük bir enerjiden ve yaratıcılıktan mahrum bırakır.
Köklü ve ulu bir ağacın büyümesi ve gelişmesi için nasıl ki suya, güneşe ve toprağa ihtiyacı varsa, toplumların da büyüyüp gelişmesi için kadınların bilgiye, özgürlüğe ve hakka erişimine ihtiyaçları vardır. Kadınlar, toplumun en temel yapı taşlarıdır; birer anne, birer eş, birer birey olarak, nesillerin yetişmesinde ve toplumsal değerlerin aktarılmasında büyük bir rol oynarlar. Kadınların haklarına saygı gösterilmediğinde, bu temel yapı taşları zayıflar ve toplumun bütünlüğü sarsılır. Kadın haklarına saygı göstermeyen bir toplum, adaletin ve eşitliğin tohumlarını kurutur. Bu tür toplumlar, kendi içinde derin çatışmalara ve huzursuzluklara yol açar. Kadınların maruz kaldığı şiddet, ayrımcılık ve haksızlıklar, toplumsal vicdanı yaralar ve toplumsal barışı tehdit eder. Kadınların sesi kısık kaldığında, toplumun vicdanı da sağırlaşır.
Kadın hakları mücadelesi, yüzyıllardır süren bir direnişin adıdır. Bu mücadele, kadınların eşit haklara sahip olma, özgürce yaşama ve kendi hayatlarını kontrol etme isteklerinin bir yansımasıdır. Kadın haklarının tarihçesi, kadınların oy hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve daha birçok alanda verdikleri uzun soluklu bir savaşı anlatır. Bu tarih, kadınların haklarını kazanmak için verdikleri fedakarlıkları, cesareti ve azmi gösterir. Tarih boyunca, kadınlar hakları için büyük mücadeleler vermişlerdir. Susan B. Anthony'nin Amerika'daki oy hakkı mücadelesinden, Türkiye'de Halide Edib Adıvar'ın kadın hakları savunusuna kadar, sayısız kadın, toplumun daha adil ve eşit bir hale gelmesi için çaba sarf etmiştir. Bu kadınlar, sadece kendi hakları için değil, aynı zamanda geleceğin kadınları için de savaşmışlardır. Onların cesareti ve azmi, bugünün kadınlarına ilham kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Türkiye'de kadın hakları tarihçesi, mücadele ve direnişle dolu bir geçmişe sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak, Cumhuriyet'in kuruluşuna ve günümüze kadar kadınlar, haklarını elde etmek için büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte kadınlar, birçok alanda haklar elde etmişler, ancak bu hakların tam anlamıyla uygulanması uzun yıllar almıştır. Türkiye'de kadın hakları, halen birçok alanda geliştirilmesi gereken bir konudur.
Kadın haklarına önem veren toplumlar, sadece kadınlar için değil, herkes için daha yaşanabilir bir dünya yaratır. Kadınların eğitim alması, iş hayatına katılması, siyasi arenada söz sahibi olması, toplumsal dinamizmi artırır ve ekonomik kalkınmayı destekler. Kadınların özgürce çalışabildiği, kendilerini ifade edebildiği ve haklarına saygı duyulduğu toplumlar, yaratıcı düşüncenin ve yenilikçi fikirlerin filizlendiği verimli topraklardır.
Kadınların haklarını göz ardı eden toplumlar ise, geçmişin gölgesinde sıkışıp kalır. Bu tür toplumlar, ne denli güçlü görünürse görünsün, köklü sorunların ve haksızlıkların pençesinde kıvranır. Kadınların eşit haklara sahip olmadığı bir dünya, yarım kalan bir şiir gibidir; eksik ve anlamsız. Ancak kadınların hakları tam anlamıyla tanındığında, o şiir tamamlanır ve insanlık en güzel melodisini bulur.
Unutulmamalıdır ki, kadınların hakları insanlığın haklarıdır. Kadınların özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğüdür. Toplumlar, kadınların sesine kulak verdikçe, onlara hak ettikleri değeri verdikçe, gerçek anlamda ilerleyebilir ve gelişebilirler. Kadın haklarına saygı göstermek, sadece bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur. Çünkü kadınların sesi, toplumun vicdanıdır ve o vicdan susturulamaz.
Kadınların haklarına önem vermeyen toplumlar, aslında kendi geleceğini karartır. Bu yüzden, kadın hakları mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Kadınlar özgür oldukça, toplumlar da özgürleşir; kadınlar eşit oldukça, adalet yerini bulur; kadınlar güçlü oldukça, insanlık da güçlenir. Kadın hakları, hepimizin ortak mirasıdır ve bu mirası korumak, insanlığa olan borcumuzdur.
Toplumda cinsiyetçilik ve kadın hakları üzerine düşünmek, derinlemesine ve acıyla yoğrulmuş bir yolculuğa çıkmaktır. Bu yolculukta her adımda, yüzyıllardır süregelen eşitsizliklerin, ayrımcılığın ve şiddetin izlerine rastlarız. Kadınlar, toplumun neredeyse her alanında maruz kaldıkları cinsiyetçilikle savaşmak zorunda kalmış ve kalmaktadırlar. Bu savaş, bireysel düzeyde yaşanan acıların ötesine geçerek toplumsal bir yara haline gelmiştir.
Cinsiyetçilik, kadınların hayatlarının her noktasında karşılarına çıkan bir engel olarak varlığını sürdürmektedir. Kadınlar, iş yerinde, evde, sokakta, okullarda ve hemen hemen her sosyal ortamda cinsiyetçi tutum ve davranışlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Cinsiyetçilik, sadece fiziksel veya sözlü tacizle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda kadınların toplumsal hayattaki rollerini sınırlayan, onları belirli kalıplara sokmaya çalışan derin bir zihniyet problemidir. Cinsiyetçiliğe maruz kalan kadınlar, bu durumun yarattığı travmalarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Taciz ve şiddet, sadece fiziksel yaralar açmakla kalmaz; ruhsal yaralar da bırakır. Bu yaralar, toplumun her kesiminde hissedilir ve maalesef çoğu zaman göz ardı edilir. Şiddet gören kadınlar, içinde bulundukları durumu ifşa etmekte zorlanır ve yardım istemekten çekinirler. Çünkü toplum, çoğu zaman mağduru suçlayarak, kurbanın üzerine daha fazla yük bindirir.
Aile içi şiddet, kadınların en çok maruz kaldığı şiddet türlerinden biridir. Aile içinde yaşanan şiddet, çoğu zaman gizli kalır ve kadınların en güvenli hissetmeleri gereken yerde, yani evlerinde, bir korku ve acı kaynağı haline gelir. Bu şiddet, fiziksel olduğu kadar duygusal, ekonomik ve psikolojik boyutlarda da kendini gösterir. Aile içi şiddet, sadece bireysel bir problem değil, toplumsal bir sağlık sorunudur ve acilen ele alınması gerekmektedir.
Toplumda şiddet gören ve tacize uğrayan kadınların hikayeleri, aslında toplumun hikayesidir. Bu kadınlar, sessiz çığlıklarıyla toplumun vicdanına seslenirler. Taciz ve şiddet, kadınların hayatlarında derin izler bırakırken, toplumun bu duruma kayıtsız kalması, adaletin ve insan haklarının zedelenmesine neden olur. Kadınların maruz kaldığı taciz ve şiddet, toplumun her kesiminde yer alan bir sorun olup, bu sorunla yüzleşmek ve çözüm üretmek, toplumsal bir sorumluluktur.
Küçük yaşta evlendirilen kız çocukları, toplumun en savunmasız kesimlerinden birini oluşturur. Bu çocuklar, kendi hayatlarını yaşamadan, kendi kararlarını veremeden, birer eş ve anne rolüne zorlanırlar. Bu durum, onların eğitim haklarını ellerinden alır ve çocukluklarını çalar. Küçük yaşta evlilikler, çocukların fiziksel ve ruhsal sağlığına ciddi zararlar verir ve bu çocukların geleceğini karartır.
Adalet, kadın hakları mücadelesinde kilit bir kavramdır. Adalet, kadınların maruz kaldıkları haksızlıkları ve ayrımcılığı sona erdirme, eşitlik ve insan onurunu koruma arzusunun bir ifadesidir. Kadınların adalete erişimi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için hayati öneme sahiptir. Adalet sistemi, kadınları korumalı ve onların haklarını savunmalıdır.
Kadın hakları ve eğitim arasındaki bağlantı, güçlü ve ayrılmaz bir bağdır. Eğitim, kadınların kendilerini ifade etmeleri, haklarını bilmeleri ve savunmaları için en güçlü araçlardan biridir. Eğitimli kadınlar, toplumda daha aktif rol alır ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Eğitim, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarına, kendilerine güven duymalarına ve daha güçlü bir gelecek inşa etmelerine olanak tanır.
Türkiye'de kadın olmak, zorluklarla dolu bir yolculuktur. Kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, şiddet, ayrımcılık ve birçok engelle mücadele etmek zorundadırlar. Ancak bu mücadele, kadınların güçlü ve dirayetli duruşlarını da beraberinde getirir. Türkiye'de kadınlar, her şeye rağmen hayata tutunur, haklarını savunur ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Kadınlar, toplumun yarısını oluşturur ve onların sesi, toplumun vicdanını yansıtır.
Bu yazıyı, cinsiyetçiliğe maruz kalan, şiddet gören, tacize uğrayan, küçük yaşta evlendirilen ve hakları için mücadele eden tüm kadınlara ithaf ediyorum. Kadınların sesi, bizim sesimizdir ve bu ses, adalet, eşitlik ve insan hakları mücadelesinin en güçlü yankısıdır. Unutmayalım ki, kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür ve bu özgürlük için hep birlikte mücadele etmeliyiz.
Kadın haklarına değer vermeyen toplumlar, aslında kendi köklerini baltalar. Kadınların eğitimden, iş hayatına, politikadan sosyal yaşama kadar her alanda eşit ve adil bir şekilde yer alamadığı toplumlar, bir ayağı prangaya vurulmuş gibi sendeleyerek ilerler. Kadınların maruz kaldığı ayrımcılık, onların potansiyellerini gerçekleştirmelerini engellerken, toplumu da büyük bir enerjiden ve yaratıcılıktan mahrum bırakır.
Köklü ve ulu bir ağacın büyümesi ve gelişmesi için nasıl ki suya, güneşe ve toprağa ihtiyacı varsa, toplumların da büyüyüp gelişmesi için kadınların bilgiye, özgürlüğe ve hakka erişimine ihtiyaçları vardır. Kadınlar, toplumun en temel yapı taşlarıdır; birer anne, birer eş, birer birey olarak, nesillerin yetişmesinde ve toplumsal değerlerin aktarılmasında büyük bir rol oynarlar. Kadınların haklarına saygı gösterilmediğinde, bu temel yapı taşları zayıflar ve toplumun bütünlüğü sarsılır. Kadın haklarına saygı göstermeyen bir toplum, adaletin ve eşitliğin tohumlarını kurutur. Bu tür toplumlar, kendi içinde derin çatışmalara ve huzursuzluklara yol açar. Kadınların maruz kaldığı şiddet, ayrımcılık ve haksızlıklar, toplumsal vicdanı yaralar ve toplumsal barışı tehdit eder. Kadınların sesi kısık kaldığında, toplumun vicdanı da sağırlaşır.
Kadın hakları mücadelesi, yüzyıllardır süren bir direnişin adıdır. Bu mücadele, kadınların eşit haklara sahip olma, özgürce yaşama ve kendi hayatlarını kontrol etme isteklerinin bir yansımasıdır. Kadın haklarının tarihçesi, kadınların oy hakkı, eğitim hakkı, çalışma hakkı ve daha birçok alanda verdikleri uzun soluklu bir savaşı anlatır. Bu tarih, kadınların haklarını kazanmak için verdikleri fedakarlıkları, cesareti ve azmi gösterir. Tarih boyunca, kadınlar hakları için büyük mücadeleler vermişlerdir. Susan B. Anthony'nin Amerika'daki oy hakkı mücadelesinden, Türkiye'de Halide Edib Adıvar'ın kadın hakları savunusuna kadar, sayısız kadın, toplumun daha adil ve eşit bir hale gelmesi için çaba sarf etmiştir. Bu kadınlar, sadece kendi hakları için değil, aynı zamanda geleceğin kadınları için de savaşmışlardır. Onların cesareti ve azmi, bugünün kadınlarına ilham kaynağı olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Türkiye'de kadın hakları tarihçesi, mücadele ve direnişle dolu bir geçmişe sahiptir. Osmanlı İmparatorluğu döneminden başlayarak, Cumhuriyet'in kuruluşuna ve günümüze kadar kadınlar, haklarını elde etmek için büyük bir çaba sarf etmişlerdir. Cumhuriyet'in ilanıyla birlikte kadınlar, birçok alanda haklar elde etmişler, ancak bu hakların tam anlamıyla uygulanması uzun yıllar almıştır. Türkiye'de kadın hakları, halen birçok alanda geliştirilmesi gereken bir konudur.
Kadın haklarına önem veren toplumlar, sadece kadınlar için değil, herkes için daha yaşanabilir bir dünya yaratır. Kadınların eğitim alması, iş hayatına katılması, siyasi arenada söz sahibi olması, toplumsal dinamizmi artırır ve ekonomik kalkınmayı destekler. Kadınların özgürce çalışabildiği, kendilerini ifade edebildiği ve haklarına saygı duyulduğu toplumlar, yaratıcı düşüncenin ve yenilikçi fikirlerin filizlendiği verimli topraklardır.
Kadınların haklarını göz ardı eden toplumlar ise, geçmişin gölgesinde sıkışıp kalır. Bu tür toplumlar, ne denli güçlü görünürse görünsün, köklü sorunların ve haksızlıkların pençesinde kıvranır. Kadınların eşit haklara sahip olmadığı bir dünya, yarım kalan bir şiir gibidir; eksik ve anlamsız. Ancak kadınların hakları tam anlamıyla tanındığında, o şiir tamamlanır ve insanlık en güzel melodisini bulur.
Unutulmamalıdır ki, kadınların hakları insanlığın haklarıdır. Kadınların özgürlüğü, tüm insanlığın özgürlüğüdür. Toplumlar, kadınların sesine kulak verdikçe, onlara hak ettikleri değeri verdikçe, gerçek anlamda ilerleyebilir ve gelişebilirler. Kadın haklarına saygı göstermek, sadece bir erdem değil, aynı zamanda toplumsal bir zorunluluktur. Çünkü kadınların sesi, toplumun vicdanıdır ve o vicdan susturulamaz.
Kadınların haklarına önem vermeyen toplumlar, aslında kendi geleceğini karartır. Bu yüzden, kadın hakları mücadelesi hepimizin mücadelesidir. Kadınlar özgür oldukça, toplumlar da özgürleşir; kadınlar eşit oldukça, adalet yerini bulur; kadınlar güçlü oldukça, insanlık da güçlenir. Kadın hakları, hepimizin ortak mirasıdır ve bu mirası korumak, insanlığa olan borcumuzdur.
Toplumda cinsiyetçilik ve kadın hakları üzerine düşünmek, derinlemesine ve acıyla yoğrulmuş bir yolculuğa çıkmaktır. Bu yolculukta her adımda, yüzyıllardır süregelen eşitsizliklerin, ayrımcılığın ve şiddetin izlerine rastlarız. Kadınlar, toplumun neredeyse her alanında maruz kaldıkları cinsiyetçilikle savaşmak zorunda kalmış ve kalmaktadırlar. Bu savaş, bireysel düzeyde yaşanan acıların ötesine geçerek toplumsal bir yara haline gelmiştir.
Cinsiyetçilik, kadınların hayatlarının her noktasında karşılarına çıkan bir engel olarak varlığını sürdürmektedir. Kadınlar, iş yerinde, evde, sokakta, okullarda ve hemen hemen her sosyal ortamda cinsiyetçi tutum ve davranışlarla yüzleşmek zorunda kalıyorlar. Cinsiyetçilik, sadece fiziksel veya sözlü tacizle sınırlı kalmayıp, aynı zamanda kadınların toplumsal hayattaki rollerini sınırlayan, onları belirli kalıplara sokmaya çalışan derin bir zihniyet problemidir. Cinsiyetçiliğe maruz kalan kadınlar, bu durumun yarattığı travmalarla yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Taciz ve şiddet, sadece fiziksel yaralar açmakla kalmaz; ruhsal yaralar da bırakır. Bu yaralar, toplumun her kesiminde hissedilir ve maalesef çoğu zaman göz ardı edilir. Şiddet gören kadınlar, içinde bulundukları durumu ifşa etmekte zorlanır ve yardım istemekten çekinirler. Çünkü toplum, çoğu zaman mağduru suçlayarak, kurbanın üzerine daha fazla yük bindirir.
Aile içi şiddet, kadınların en çok maruz kaldığı şiddet türlerinden biridir. Aile içinde yaşanan şiddet, çoğu zaman gizli kalır ve kadınların en güvenli hissetmeleri gereken yerde, yani evlerinde, bir korku ve acı kaynağı haline gelir. Bu şiddet, fiziksel olduğu kadar duygusal, ekonomik ve psikolojik boyutlarda da kendini gösterir. Aile içi şiddet, sadece bireysel bir problem değil, toplumsal bir sağlık sorunudur ve acilen ele alınması gerekmektedir.
Toplumda şiddet gören ve tacize uğrayan kadınların hikayeleri, aslında toplumun hikayesidir. Bu kadınlar, sessiz çığlıklarıyla toplumun vicdanına seslenirler. Taciz ve şiddet, kadınların hayatlarında derin izler bırakırken, toplumun bu duruma kayıtsız kalması, adaletin ve insan haklarının zedelenmesine neden olur. Kadınların maruz kaldığı taciz ve şiddet, toplumun her kesiminde yer alan bir sorun olup, bu sorunla yüzleşmek ve çözüm üretmek, toplumsal bir sorumluluktur.
Küçük yaşta evlendirilen kız çocukları, toplumun en savunmasız kesimlerinden birini oluşturur. Bu çocuklar, kendi hayatlarını yaşamadan, kendi kararlarını veremeden, birer eş ve anne rolüne zorlanırlar. Bu durum, onların eğitim haklarını ellerinden alır ve çocukluklarını çalar. Küçük yaşta evlilikler, çocukların fiziksel ve ruhsal sağlığına ciddi zararlar verir ve bu çocukların geleceğini karartır.
Adalet, kadın hakları mücadelesinde kilit bir kavramdır. Adalet, kadınların maruz kaldıkları haksızlıkları ve ayrımcılığı sona erdirme, eşitlik ve insan onurunu koruma arzusunun bir ifadesidir. Kadınların adalete erişimi, toplumsal cinsiyet eşitliğinin sağlanması için hayati öneme sahiptir. Adalet sistemi, kadınları korumalı ve onların haklarını savunmalıdır.
Kadın hakları ve eğitim arasındaki bağlantı, güçlü ve ayrılmaz bir bağdır. Eğitim, kadınların kendilerini ifade etmeleri, haklarını bilmeleri ve savunmaları için en güçlü araçlardan biridir. Eğitimli kadınlar, toplumda daha aktif rol alır ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Eğitim, kadınların ekonomik bağımsızlıklarını kazanmalarına, kendilerine güven duymalarına ve daha güçlü bir gelecek inşa etmelerine olanak tanır.
Türkiye'de kadın olmak, zorluklarla dolu bir yolculuktur. Kadınlar, toplumsal cinsiyet eşitsizliği, şiddet, ayrımcılık ve birçok engelle mücadele etmek zorundadırlar. Ancak bu mücadele, kadınların güçlü ve dirayetli duruşlarını da beraberinde getirir. Türkiye'de kadınlar, her şeye rağmen hayata tutunur, haklarını savunur ve toplumsal değişimin öncüsü olurlar. Kadınlar, toplumun yarısını oluşturur ve onların sesi, toplumun vicdanını yansıtır.
Bu yazıyı, cinsiyetçiliğe maruz kalan, şiddet gören, tacize uğrayan, küçük yaşta evlendirilen ve hakları için mücadele eden tüm kadınlara ithaf ediyorum. Kadınların sesi, bizim sesimizdir ve bu ses, adalet, eşitlik ve insan hakları mücadelesinin en güçlü yankısıdır. Unutmayalım ki, kadınların özgürlüğü, toplumun özgürlüğüdür ve bu özgürlük için hep birlikte mücadele etmeliyiz.
daha fazla
29 dakika
KİBİR
İleti
Kibir, insan ruhunun karanlık bir köşesinde sinsice bekleyen bir duygudur. Bu duygu, kimi zaman zarif bir maskenin ardında gizlenir, kimi zaman ise çirkin yüzünü aleni bir şekilde gösterir. Kibirli olmak, kişinin kendisini başkalarından üstün görmesi, kendi varlığını yüceltme çabasıdır. Ancak bu çaba, çoğu zaman insanın kendisine ve çevresine büyük zararlar verir.
Kibir, insan ruhunu adım adım zehirleyen, içten içe çürüten bir hastalıktır. Bir düşünün, bir kimse kibirle dolup taştığında, aslında içinde ne büyük bir boşluk olduğunu fark edemez. Kendi değerini, başkalarını küçümseyerek artırmaya çalışan bir kişi, ruhunun derinliklerindeki eksikliği, yetersizliği göremez. Bu eksiklik, kibrin yıkıcı etkisiyle daha da derinleşir ve kişi, farkında olmadan kendi ruhunun mezarını kazmaya başlar.
Kibirli insan, çevresindeki diğer insanları kendisinden uzaklaştırır. Kibirli biriyle muhatap olmak, çoğu zaman soğuk bir duvara çarpmak gibidir. Bu duvar, sevgi ve anlayıştan yoksundur. İnsanlar, kibirli kişilerin yanında kendilerini değersiz hissederler ve zamanla bu duygudan kaçınmak için ondan uzaklaşırlar. Kibirli insan ise, yalnızlığının farkına vardığında genellikle çok geç kalmıştır. İçindeki kibir, bir ateş gibi onu yakıp tüketmiş, geriye sadece kül bırakmıştır.
Kibir, tüm inançlarda günah olarak nitelendirilir. Bu sadece bir tesadüf değildir; zira kibir, insanın hem kendisine hem de toplumuna karşı işlediği bir suçtur. Kendi değerini yüceltmek uğruna başkalarını küçümsemek, insanlık onuruna aykırıdır. İnançlar, kibri günah sayarak, insanları bu yıkıcı duygudan uzak durmaya teşvik eder. Zira kibir, insanı hem bu dünyada hem de öte dünyada felakete sürükler.
Kibir, insan ruhunun derinliklerinde saklı duran, fark edilmesi zor ama etkileri yıkıcı olan bir duygudur. Bu duygu, tarih boyunca sadece insanları değil, varlıkların en bilgesi ve en kudretlisi olan Şeytan'ı da ele geçirmiştir. Onun kibirle dolu hikayesi, insanoğluna ibret niteliğinde bir ders sunar. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyi reddetmesi ve kıyamete kadar lanetlenmesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gözler önüne seren çarpıcı bir öyküdür.
Şeytan, melekler arasında bilgeliği ve kudreti ile bilinen bir varlıktı. Tanrı’nın emirlerine itaat eden, göklerdeki güzellikleri ve bilgeliği ile övülen bir varlıktı. Ancak bir gün, Tanrı, çamurdan yarattığı Adem'e secde etmeleri için tüm meleklere emir verdiğinde, Şeytan'ın içindeki kibir uyanmaya başladı. O, ateşten yaratılmıştı; ateş, çamura boyun eğer miydi? Şeytan, kendi üstünlüğüne inandı, kendi varlığını yüceltti ve Yaratıcı'nın emrine karşı geldi. Şeytan'ın kibri, onu isyana sürükledi. "Ben ateşten yaratıldım, o ise çamurdan. Ona secde etmem," dedi. Bu sözler, sadece bir başkaldırı değil, aynı zamanda kibrin en karanlık ifadesiydi. Şeytan, kendi yaratıcısını ve onun iradesini hiçe sayarak, kendisini Yaratıcı'nın kararlarının üzerinde görmeye başladı. Bu kibir, onu geri dönülmez bir yola sürükledi. Yaratıcı'nın huzurunda baş kaldıran Şeytan, artık bir düşman, bir isyancıydı. Yaratıcı, Şeytan'ın kibirli başkaldırısını elbette affetmedi. Ona kıyamete kadar lanet okudu ve huzurundan kovdu. Şeytan, yeryüzüne düşerken, kibri ve isyanı ile birlikte düşüyordu. Artık o, insanlığın baş düşmanı, insanları yoldan çıkarmak için ant içmiş bir varlıktı. Kibir, Şeytan'ı sadece ilahi huzurdan kovmakla kalmamış, onun varoluşunu da lanetlemişti. Her adımında, her nefesinde, kibrinin bedelini ödüyordu. Şeytan'ın hikayesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gösteren bir aynadır. İnsanlar, bu hikâyede kendi kibirlerini, kendi hatalarını görmelidirler. Kibir, insanı yücelttiğini sanırken aslında onu en derin çukurlara sürükler. Şeytan'ın kibri, onun yüceliğini alıp götürmüş, onu ebedi bir düşman haline getirmiştir. İnsanlar da kibirlerine kapıldıklarında, kendi içlerindeki iyiliği ve saflığı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Şeytan, her ne kadar kibirli ve isyankâr olsa da, içinde bir yerde pişmanlık duygusu taşıyor olabilir mi? Her lanetli adımında, cennetin kaybolan görkemini, Tanrı'nın huzurundaki masumiyetini hatırlıyor olabilir mi? Ancak kibir, onu bu pişmanlığı dile getirmekten alıkoyar. O, kendi yarattığı karanlıkta hapsolmuştur. İnsanlar da kibirlerine yenik düştüklerinde, geri dönüşü olmayan yollara girerler. Pişmanlık, kibrin ardında saklanan bir gölge olarak kalır. Şeytan'ın hikayesi, insanlara kibirden uzak durmaları gerektiğini öğretir. Kibir, sadece bireyin kendisine değil, çevresine ve tüm insanlığa zarar verir. Adem'e secde etmeyen Şeytan, aslında tüm insanlığa secde etmeyi reddetmiş, onları kendi karanlık yoluna çekmek istemiştir. İnsanlar, kibirlerinin farkına varmalı ve bu yıkıcı duygudan uzak durmalıdırlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve sevgi ile hareket etmek, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyişi ve kibirle dolu isyanı, kıyamete kadar sürecek bir lanetle sonuçlanmıştır. Bu hikâye, kibirin ne denli yıkıcı olabileceğini ve insanları nasıl geri dönülmez yollara sürükleyebileceğini gösterir. Kibrin gölgesinden çıkarak, sevgi ve alçakgönüllülükle aydınlanan bir yolda yürümek, insanın kendi ruhunu ve çevresini iyileştirmesinin en doğru yoludur. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
Tarih sahnesinde de kibir, birçok meşhur insanın düşüşüne neden olmuştur. Bu insanların kendilerini yüceltme çabaları, sonunda onları büyük bir çöküşe sürüklemiştir. Örneğin Napolyon Bonapart, askeri dehasıyla bilinen bir liderdi, ancak kibri onun sonunu getirmiştir. 1812 yılında Rusya'yı işgal etmeye karar verdiğinde, zaferden emin olarak yola çıkmıştı. Ancak Rusya'nın sert kış şartları ve gerilla savaşı taktikleri karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. Napolyon’un kibirli kararı, yüz binlerce askerin ölümüne ve kendi imparatorluğunun çöküşüne neden oldu.
Bir başka tarihi şahsiyet Adolf Hitler, kibri ve megalomanisi ile bilinen bir diktatördü. II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği'ne karşı başlattığı Barbarossa Harekâtı, kibrinin bir yansımasıydı. Kendini yenilmez sanan Hitler, Sovyetler'in gücünü hafife aldı ve bu hata, Almanya'nın savaşı kaybetmesine yol açtı. Hitler’in kibirli kararları, milyonlarca insanın ölümüne ve Avrupa'nın harap olmasına neden oldu.
Bizans İmparatoru I. Justinianus'un eşi İmparatoriçe Theodora, kendisine duyduğu aşırı güven ve kibirle tanınırdı. Nika İsyanı sırasında, saraydan kaçmayı reddederek kalmayı ve isyanı bastırmayı tercih etti. Bu karar hem sarayın hem de birçok insanın hayatına mal oldu. Theodora’nın kibirli tavrı, Bizans İmparatorluğu'nu büyük bir krize sürükledi
İngiltere Kralı Henry VIII, kibirli ve despotik yönetimi ile bilinir. Bir erkek varis sahibi olma hırsıyla, altı farklı kadınla evlendi ve kiliseyi bile kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Bu kibirli tutumu, İngiltere'de dini ve siyasi çalkantılara neden oldu. Henry’nin kibiri, sonunda onu yalnız ve mutsuz bir şekilde ölmeye mahkûm etti.
Edebiyat dünyasının güçlü kalemi William Shakespeare'in "Kral Lear" adlı eserinde, kibirli kral Lear'ın hikayesi anlatılır. Kral Lear, krallığını üç kızı arasında paylaştırırken, kibirli bir şekilde sadece kendisini en çok seven kızına en büyük payı vermeyi planlar. Ancak bu kibirli yaklaşım, trajik bir sonuç doğurur ve Lear, hem tahtını hem de ailesini kaybeder. Lear'ın kibri, onu deliliğe ve nihayetinde ölümüne sürükler.
Tarih kibriyle hezimete uğramış meşhur ya da meşhur olmayan birçok insanın hezimet hikayeleri ile doludur. Bir tür kötücül lanete benzeyen kibir, insanın kendisini sevgi ve anlayıştan mahrum bırakır. Kendi üstünlüğüne inanmış bir kimse, başkalarının sevgisini ve saygısını hak ettiğini düşünür. Ancak gerçek sevgi ve saygı, zorla kazanılamaz; samimiyet ve alçakgönüllülükle elde edilir. Kibir, bu erdemleri yok eder ve geriye sadece sahte bir üstünlük hissi bırakır. Bu sahte his, insanı giderek daha da yalnızlaştırır ve ruhunu tüketir.
Kibirli olmak, ruhun karanlık bir köşesinde hapsedilmiş bir acıyı ifade eder. İnsan, bu acının farkına varmadan, kibirle dolup taşar. Ancak bir gün, o karanlık köşede sıkışıp kalan acı, tüm gücüyle ortaya çıkar ve insanı pençesine alır. Kibir, kişinin kendi ruhunu yavaş yavaş yok eden bir duygudur ve bu yok oluş, çoğu zaman geri dönüşü olmayan bir yola çıkarır.
Kibirli olmanın hem kişiye hem de çevresine verdiği zararlar büyüktür. Kibir, insanı hem ruhsal olarak tüketir hem de sosyal ilişkilerini zedeler. Kibirden uzak durmak, insanın kendisiyle barışık olmasını ve çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve samimiyeti seçmek hem ruhu hem de toplumu iyileştirir. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
Kibir, insan ruhunu adım adım zehirleyen, içten içe çürüten bir hastalıktır. Bir düşünün, bir kimse kibirle dolup taştığında, aslında içinde ne büyük bir boşluk olduğunu fark edemez. Kendi değerini, başkalarını küçümseyerek artırmaya çalışan bir kişi, ruhunun derinliklerindeki eksikliği, yetersizliği göremez. Bu eksiklik, kibrin yıkıcı etkisiyle daha da derinleşir ve kişi, farkında olmadan kendi ruhunun mezarını kazmaya başlar.
Kibirli insan, çevresindeki diğer insanları kendisinden uzaklaştırır. Kibirli biriyle muhatap olmak, çoğu zaman soğuk bir duvara çarpmak gibidir. Bu duvar, sevgi ve anlayıştan yoksundur. İnsanlar, kibirli kişilerin yanında kendilerini değersiz hissederler ve zamanla bu duygudan kaçınmak için ondan uzaklaşırlar. Kibirli insan ise, yalnızlığının farkına vardığında genellikle çok geç kalmıştır. İçindeki kibir, bir ateş gibi onu yakıp tüketmiş, geriye sadece kül bırakmıştır.
Kibir, tüm inançlarda günah olarak nitelendirilir. Bu sadece bir tesadüf değildir; zira kibir, insanın hem kendisine hem de toplumuna karşı işlediği bir suçtur. Kendi değerini yüceltmek uğruna başkalarını küçümsemek, insanlık onuruna aykırıdır. İnançlar, kibri günah sayarak, insanları bu yıkıcı duygudan uzak durmaya teşvik eder. Zira kibir, insanı hem bu dünyada hem de öte dünyada felakete sürükler.
Kibir, insan ruhunun derinliklerinde saklı duran, fark edilmesi zor ama etkileri yıkıcı olan bir duygudur. Bu duygu, tarih boyunca sadece insanları değil, varlıkların en bilgesi ve en kudretlisi olan Şeytan'ı da ele geçirmiştir. Onun kibirle dolu hikayesi, insanoğluna ibret niteliğinde bir ders sunar. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyi reddetmesi ve kıyamete kadar lanetlenmesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gözler önüne seren çarpıcı bir öyküdür.
Şeytan, melekler arasında bilgeliği ve kudreti ile bilinen bir varlıktı. Tanrı’nın emirlerine itaat eden, göklerdeki güzellikleri ve bilgeliği ile övülen bir varlıktı. Ancak bir gün, Tanrı, çamurdan yarattığı Adem'e secde etmeleri için tüm meleklere emir verdiğinde, Şeytan'ın içindeki kibir uyanmaya başladı. O, ateşten yaratılmıştı; ateş, çamura boyun eğer miydi? Şeytan, kendi üstünlüğüne inandı, kendi varlığını yüceltti ve Yaratıcı'nın emrine karşı geldi. Şeytan'ın kibri, onu isyana sürükledi. "Ben ateşten yaratıldım, o ise çamurdan. Ona secde etmem," dedi. Bu sözler, sadece bir başkaldırı değil, aynı zamanda kibrin en karanlık ifadesiydi. Şeytan, kendi yaratıcısını ve onun iradesini hiçe sayarak, kendisini Yaratıcı'nın kararlarının üzerinde görmeye başladı. Bu kibir, onu geri dönülmez bir yola sürükledi. Yaratıcı'nın huzurunda baş kaldıran Şeytan, artık bir düşman, bir isyancıydı. Yaratıcı, Şeytan'ın kibirli başkaldırısını elbette affetmedi. Ona kıyamete kadar lanet okudu ve huzurundan kovdu. Şeytan, yeryüzüne düşerken, kibri ve isyanı ile birlikte düşüyordu. Artık o, insanlığın baş düşmanı, insanları yoldan çıkarmak için ant içmiş bir varlıktı. Kibir, Şeytan'ı sadece ilahi huzurdan kovmakla kalmamış, onun varoluşunu da lanetlemişti. Her adımında, her nefesinde, kibrinin bedelini ödüyordu. Şeytan'ın hikayesi, kibrin ne denli yıkıcı olabileceğini gösteren bir aynadır. İnsanlar, bu hikâyede kendi kibirlerini, kendi hatalarını görmelidirler. Kibir, insanı yücelttiğini sanırken aslında onu en derin çukurlara sürükler. Şeytan'ın kibri, onun yüceliğini alıp götürmüş, onu ebedi bir düşman haline getirmiştir. İnsanlar da kibirlerine kapıldıklarında, kendi içlerindeki iyiliği ve saflığı kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Şeytan, her ne kadar kibirli ve isyankâr olsa da, içinde bir yerde pişmanlık duygusu taşıyor olabilir mi? Her lanetli adımında, cennetin kaybolan görkemini, Tanrı'nın huzurundaki masumiyetini hatırlıyor olabilir mi? Ancak kibir, onu bu pişmanlığı dile getirmekten alıkoyar. O, kendi yarattığı karanlıkta hapsolmuştur. İnsanlar da kibirlerine yenik düştüklerinde, geri dönüşü olmayan yollara girerler. Pişmanlık, kibrin ardında saklanan bir gölge olarak kalır. Şeytan'ın hikayesi, insanlara kibirden uzak durmaları gerektiğini öğretir. Kibir, sadece bireyin kendisine değil, çevresine ve tüm insanlığa zarar verir. Adem'e secde etmeyen Şeytan, aslında tüm insanlığa secde etmeyi reddetmiş, onları kendi karanlık yoluna çekmek istemiştir. İnsanlar, kibirlerinin farkına varmalı ve bu yıkıcı duygudan uzak durmalıdırlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve sevgi ile hareket etmek, hem bireysel hem de toplumsal huzurun anahtarıdır. Şeytan'ın Adem'e secde etmeyişi ve kibirle dolu isyanı, kıyamete kadar sürecek bir lanetle sonuçlanmıştır. Bu hikâye, kibirin ne denli yıkıcı olabileceğini ve insanları nasıl geri dönülmez yollara sürükleyebileceğini gösterir. Kibrin gölgesinden çıkarak, sevgi ve alçakgönüllülükle aydınlanan bir yolda yürümek, insanın kendi ruhunu ve çevresini iyileştirmesinin en doğru yoludur. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
Tarih sahnesinde de kibir, birçok meşhur insanın düşüşüne neden olmuştur. Bu insanların kendilerini yüceltme çabaları, sonunda onları büyük bir çöküşe sürüklemiştir. Örneğin Napolyon Bonapart, askeri dehasıyla bilinen bir liderdi, ancak kibri onun sonunu getirmiştir. 1812 yılında Rusya'yı işgal etmeye karar verdiğinde, zaferden emin olarak yola çıkmıştı. Ancak Rusya'nın sert kış şartları ve gerilla savaşı taktikleri karşısında büyük bir yenilgiye uğradı. Napolyon’un kibirli kararı, yüz binlerce askerin ölümüne ve kendi imparatorluğunun çöküşüne neden oldu.
Bir başka tarihi şahsiyet Adolf Hitler, kibri ve megalomanisi ile bilinen bir diktatördü. II. Dünya Savaşı sırasında, Sovyetler Birliği'ne karşı başlattığı Barbarossa Harekâtı, kibrinin bir yansımasıydı. Kendini yenilmez sanan Hitler, Sovyetler'in gücünü hafife aldı ve bu hata, Almanya'nın savaşı kaybetmesine yol açtı. Hitler’in kibirli kararları, milyonlarca insanın ölümüne ve Avrupa'nın harap olmasına neden oldu.
Bizans İmparatoru I. Justinianus'un eşi İmparatoriçe Theodora, kendisine duyduğu aşırı güven ve kibirle tanınırdı. Nika İsyanı sırasında, saraydan kaçmayı reddederek kalmayı ve isyanı bastırmayı tercih etti. Bu karar hem sarayın hem de birçok insanın hayatına mal oldu. Theodora’nın kibirli tavrı, Bizans İmparatorluğu'nu büyük bir krize sürükledi
İngiltere Kralı Henry VIII, kibirli ve despotik yönetimi ile bilinir. Bir erkek varis sahibi olma hırsıyla, altı farklı kadınla evlendi ve kiliseyi bile kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirdi. Bu kibirli tutumu, İngiltere'de dini ve siyasi çalkantılara neden oldu. Henry’nin kibiri, sonunda onu yalnız ve mutsuz bir şekilde ölmeye mahkûm etti.
Edebiyat dünyasının güçlü kalemi William Shakespeare'in "Kral Lear" adlı eserinde, kibirli kral Lear'ın hikayesi anlatılır. Kral Lear, krallığını üç kızı arasında paylaştırırken, kibirli bir şekilde sadece kendisini en çok seven kızına en büyük payı vermeyi planlar. Ancak bu kibirli yaklaşım, trajik bir sonuç doğurur ve Lear, hem tahtını hem de ailesini kaybeder. Lear'ın kibri, onu deliliğe ve nihayetinde ölümüne sürükler.
Tarih kibriyle hezimete uğramış meşhur ya da meşhur olmayan birçok insanın hezimet hikayeleri ile doludur. Bir tür kötücül lanete benzeyen kibir, insanın kendisini sevgi ve anlayıştan mahrum bırakır. Kendi üstünlüğüne inanmış bir kimse, başkalarının sevgisini ve saygısını hak ettiğini düşünür. Ancak gerçek sevgi ve saygı, zorla kazanılamaz; samimiyet ve alçakgönüllülükle elde edilir. Kibir, bu erdemleri yok eder ve geriye sadece sahte bir üstünlük hissi bırakır. Bu sahte his, insanı giderek daha da yalnızlaştırır ve ruhunu tüketir.
Kibirli olmak, ruhun karanlık bir köşesinde hapsedilmiş bir acıyı ifade eder. İnsan, bu acının farkına varmadan, kibirle dolup taşar. Ancak bir gün, o karanlık köşede sıkışıp kalan acı, tüm gücüyle ortaya çıkar ve insanı pençesine alır. Kibir, kişinin kendi ruhunu yavaş yavaş yok eden bir duygudur ve bu yok oluş, çoğu zaman geri dönüşü olmayan bir yola çıkarır.
Kibirli olmanın hem kişiye hem de çevresine verdiği zararlar büyüktür. Kibir, insanı hem ruhsal olarak tüketir hem de sosyal ilişkilerini zedeler. Kibirden uzak durmak, insanın kendisiyle barışık olmasını ve çevresiyle sağlıklı ilişkiler kurmasını sağlar. Kibir yerine, alçakgönüllülük ve samimiyeti seçmek hem ruhu hem de toplumu iyileştirir. Unutmayalım ki, kibir, insanı bitip tüketen bir duygudur ve bu duygudan arınmak, gerçek huzurun ve mutluluğun anahtarıdır.
daha fazla
51 dakika
Noktalama Alameti
İleti
Noktası noktasına, virgülü virgülüne,
"imla hatası" bile güzelleşiyordu şiirde...
"imla hatası" bile güzelleşiyordu şiirde...
4 saat
İleti
Gerçeklerden kopuşum seninle başladı...
Gelme !
Artık ayaklarım basmıyor yere!
15 saat
Anlamak
İleti
Yazılanlar kelimelerden ibaret.
Ne bir sevdam var nede bir Leylam
Ne ben Mecnunum ne de Divane
Bir hayaldi uydurduğum.
Ben bir şairim kelimelerdir maharetim.
Yazdıklarımdan nasibi olan aldı.
Peki ya sen okurken nasiplendin mi ? E.Balta
Ne bir sevdam var nede bir Leylam
Ne ben Mecnunum ne de Divane
Bir hayaldi uydurduğum.
Ben bir şairim kelimelerdir maharetim.
Yazdıklarımdan nasibi olan aldı.
Peki ya sen okurken nasiplendin mi ? E.Balta
daha fazla
18 saat
İleti
Kar, kış…
Nasıl olacak ki böyle…
Sana açılan kapıların şifrelerini söyle !
20 saat
İleti
https://www.instagram.com/reel/C7rdDwai61Z/?igsh=eXVsbDlpc3poNDBq
1 gün
Gençlik
İleti
Yıllar bir nehir gibi akıp giderken, sık sık çocukluğuma, kerpiçten yapılmış evimizin serin duvarlarına ve tozlu sokaklarımıza dönüp bakarım. Yoksulluğun çelimsiz gölgesinde büyüyen ama sevgiyle dolu günlere. Çocukluğum, annemin eksikliğinde, babaannem ve dedemle geçti. Babam, annemle yollarını ayırdıktan sonra bizi, kardeşimle birlikte, onların yanına bıraktı. Babam, çalışmak zorundaydı ve biz onun gölgesinde büyüdük. Annem ise, kendimi bildim bileli hayatımda yoktu. Onun yokluğunu her daim hissettim; bu eksiklik, ruhumda derin yaralar açtı.
Kerpiç evimizin önünde oynarken, ellerimizdeki toprak kokusu hâlâ burnumda, ayaklarımızın altında ezilen çakıl taşlarının sesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Ayakkabılarımızın deliklerini yamalarken babaannemin elleri nasırlıydı, ama yüreği daima sıcaktı. Dedemin çalışmaktan yorgun düşmüş bedeni, bize olan sevgisiyle dimdik ayakta dururdu. Onların sevgisi, yoksulluğun her türlü sertliğini yumuşatırdı. Tıpkı Hz. Adem'in Cennet Bahçesi'ne duyduğu özlem gibi, ben de geçmişimin masum ve saf dünyasına duyduğum özlemi derinlerde hissediyorum şimdi.
O siyah önlüklü ilkokul yıllarımı düşündüğümde, kalbimde tarifsiz bir özlem belirir. Sabahın erken saatlerinde, babaannemin ördüğü beyaz dantelli yakamı takıp okula gidişim hâlâ gözlerimin önünde. Her sabah sınıfımızda yankılanan neşeli çocuk sesleri, tahtaya kalkıp okuduğumuz şiirler, hepimizin dilinde aynı coşkuyla söylediğimiz marşlar... Okul bahçesinde oynadığımız oyunlar, arkadaşlarımızla paylaştığımız saf neşeler, hayatın getireceği zorluklardan bihaber, masum ve mutlu yıllardı.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı geldiğinde, içimdeki heyecan tarifsizdi. Her yıl, büyük bir coşkuyla kutladığımız bu bayramda, arkadaşlarımla birlikte hazırladığımız gösteriler, süslediğimiz okul bahçesi ve elimize aldığımız rengarenk çiçekler ile "23 NİSAN" yazısını oluşturmamız... O unutulmaz günlerde, ben her zaman "S" harfini tutan çocuk olurdum. Çiçeklerle bezenmiş harfleri tutarken içimde hissettiğim gurur ve sevinç, hiçbir şeye değişilmezdi. O anların masumiyeti ve coşkusu, hayatımın en güzel anıları arasında yer aldı.
Kerpiç evimizin penceresinden dışarıya bakarken, rüzgârın ağaç dallarını sallayışını izlerdim. Her bir yaprak, sanki hayatın zorluklarına rağmen ayakta kalmayı başaran bizler gibi, dirençle tutunurdu dallarına. Akşam yemeklerimizi bir arada yerken, soframıza oturan yoksulluk değil, aile bağlarımızın kuvvetiydi. Sade yiyeceklerimiz vardı belki ama soframıza eşlik eden muhabbetlerimiz, en lezzetli yemeklerden daha doyurucuydu.
Gözlerimi kapatıp o günlere geri döndüğümde, çocukken sahip olduğum umutlarımı ve hayallerimi hatırlarım. Her şeye rağmen, içimde daima parlak bir gelecek umudu taşırdım. Mahallemizin köşesindeki eski kitapçıdan ödünç aldığım kitapları okurken, hayal gücüm beni uzak diyarlara götürürdü. Gerçek dünyada sahip olamadıklarım, hayallerimde can bulurdu.
O yılların saflığına ve masumiyetine olan özlemim, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde her zaman canlıdır. Gençliğin verdiği o tatlı heyecan, henüz hayatın acımasız gerçekleriyle tanışmamış olmanın verdiği huzur, zamanla anılarımda birer hazineye dönüştü. Gençliğin o büyülü yılları, sanki zamanın dışındaymış gibi gelir bana. Kötü şeylerin yaşanmadığı, her şeyin daha basit ve daha saf olduğu zamanlar. Şimdi, kırk iki yaşımın olgunluğunda, geçmişe dönüp baktığımda, gençliğimin güzelliklerini ve zorluklarını daha net görebiliyorum. Yoksulluk, çocukluğumu zorlaştırmış olabilir, ama o yılların bana kattığı değerler, hayatımın en büyük zenginlikleri oldu. Ailemizin sevgisi, dostluklar ve küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmek, bana hayatta en önemli şeylerin para ve mal mülk olmadığını öğretti.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zaman dilimidir. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği o yıllara dönüp baktığımda, içimde bir sıcaklık ve hüzün dalgası yükselir. Zorlukların arasında büyüyen umutlarım ve babaannemin bana verdiği sevgi, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Şimdi, bu anıları kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti. Evet, gençlik gerçekten de çok hoş bir yaş dönemi. O günlerin saf mutluluğunu ve umutlarını kalbimde daima yaşatacağım. Bu anılar, hayatımın en değerli hazinesi olarak, her zaman benimle olacak. Geçmişe olan bu özlem, bana bugünü daha anlamlı kılmayı öğretiyor ve geleceğe dair umutlarımı canlı tutuyor.
Pek yaşlı sayılmam ama gençlik hakkında da yazacaklarım var elbette. Gençlik, insan hayatında benzersiz bir dönemin adıdır; umutların, hayallerin ve sınırsız olanakların en yoğun yaşandığı zaman dilimi. Gençliğin verdiği o saf heyecan, yaşamın en acımasız gerçeklerine bile meydan okuyabilen bir güçtür.
Gençlik yıllarımı düşündüğümde, içimde tarifi zor bir özlem belirir. O yılların saflığı, masumiyeti ve coşkusuyla harmanlanmış anılar, kalbimde her zaman canlı kalır. Gençlik, insanın en özgür olduğu zamandır; düşünceleri, hayalleri ve umutları sınırsızdır. Henüz hayatın getireceği zorluklarla tanışmamış olmanın verdiği bir rahatlıkla, dünya ayaklarımızın altında gibi hissederiz.
Gençliğin en değerli yanlarından biri de insanın kendini keşfetme yolculuğudur. Bu dönemde, kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi ve hayatımızda neyin peşinden gitmek istediğimizi öğreniriz. Her yeni deneyim, her yeni dostluk ve her yeni adım, bizi biraz daha şekillendirir. Gençlik, insanın kendini en özgür ve en güçlü hissettiği zamanlardan biridir. Bu dönemde sahip olduğumuz cesaret ve kararlılık, bizi hayatta istediğimiz yere götürebilecek en önemli kılavuzlardır. O yılların saflığı ve coşkusu, hayatın ilerleyen dönemlerinde nadir bulunan bir hazine gibi gelir bana. Gençliğin o tarifsiz enerjisi, her şeyi mümkün kılacakmış gibi hissettirir. Hayallerimizin peşinden koşarken, engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz.
Gençliğin bir diğer büyülü yönü de zamanın yavaş ilerlediği hissidir. Her an, her dakika dolu dolu yaşanır. Gençliğin verdiği enerjinin sonsuz olduğunu düşünürüz. Geceler boyunca süren sohbetler, sabaha kadar süren eğlenceler, gündüzleri dolu dolu geçen anılar, hepsi bir araya geldiğinde, hayatımızın en parlak dönemlerini oluşturur. Bu dönemde yaşanan dostluklar ve aşklar, hayatımız boyunca bizimle kalacak izler bırakır. Gençliğin en hoş yanlarından biri de insanın hayal gücünün sınırsızlığıdır. Geleceğe dair umutlarımız ve planlarımız, gökyüzündeki yıldızlar kadar çoktur. Bu umutlar ve hayaller, bizi hayatın monotonluğundan uzak tutar. Her yeni gün, yeni bir macera, yeni bir keşif demektir. Gençken, hayatın tüm renkleri daha canlı, tüm sesleri daha melodik gelir bize. Bu dönemde sahip olduğumuz sağlığın ve enerjinin değeri de paha biçilemezdir. Gençken, vücudumuzun ve zihnimizin sınırlarını zorlayabiliriz. Gece geç saatlere kadar çalışabilir, spor yapabilir ve hala enerjik hissedebiliriz. Bu enerjiyi ve sağlığı, hayatımızın ilerleyen dönemlerinde ararız. Gençliğin verdiği bu güç, bizi her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek kadar güçlü kılar.
Gençlik, aynı zamanda hayatta her şeyin mümkün olduğunu hissettiğimiz bir dönemdir. Hayallerimizin peşinden giderken, önümüzdeki engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz. Zaman ilerledikçe, gençliğin verdiği o saflığı ve coşkuyu daha çok özlemle anarız. Hayatın getirdiği sorumluluklar ve zorluklar, gençliğin o masum ve saf dünyasını gölgeler. Ancak, gençlikte yaşadığımız anılar ve kazandığımız değerler, hayatımız boyunca bize rehberlik eder. Gençliğin verdiği umutlar ve hayaller, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, aynı zamanda ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zamandır. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Bu yazıyı kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Gençliğin ebedi büyüsü, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti.
Kerpiç evimizin önünde oynarken, ellerimizdeki toprak kokusu hâlâ burnumda, ayaklarımızın altında ezilen çakıl taşlarının sesi hâlâ kulaklarımda çınlar. Ayakkabılarımızın deliklerini yamalarken babaannemin elleri nasırlıydı, ama yüreği daima sıcaktı. Dedemin çalışmaktan yorgun düşmüş bedeni, bize olan sevgisiyle dimdik ayakta dururdu. Onların sevgisi, yoksulluğun her türlü sertliğini yumuşatırdı. Tıpkı Hz. Adem'in Cennet Bahçesi'ne duyduğu özlem gibi, ben de geçmişimin masum ve saf dünyasına duyduğum özlemi derinlerde hissediyorum şimdi.
O siyah önlüklü ilkokul yıllarımı düşündüğümde, kalbimde tarifsiz bir özlem belirir. Sabahın erken saatlerinde, babaannemin ördüğü beyaz dantelli yakamı takıp okula gidişim hâlâ gözlerimin önünde. Her sabah sınıfımızda yankılanan neşeli çocuk sesleri, tahtaya kalkıp okuduğumuz şiirler, hepimizin dilinde aynı coşkuyla söylediğimiz marşlar... Okul bahçesinde oynadığımız oyunlar, arkadaşlarımızla paylaştığımız saf neşeler, hayatın getireceği zorluklardan bihaber, masum ve mutlu yıllardı.
23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı geldiğinde, içimdeki heyecan tarifsizdi. Her yıl, büyük bir coşkuyla kutladığımız bu bayramda, arkadaşlarımla birlikte hazırladığımız gösteriler, süslediğimiz okul bahçesi ve elimize aldığımız rengarenk çiçekler ile "23 NİSAN" yazısını oluşturmamız... O unutulmaz günlerde, ben her zaman "S" harfini tutan çocuk olurdum. Çiçeklerle bezenmiş harfleri tutarken içimde hissettiğim gurur ve sevinç, hiçbir şeye değişilmezdi. O anların masumiyeti ve coşkusu, hayatımın en güzel anıları arasında yer aldı.
Kerpiç evimizin penceresinden dışarıya bakarken, rüzgârın ağaç dallarını sallayışını izlerdim. Her bir yaprak, sanki hayatın zorluklarına rağmen ayakta kalmayı başaran bizler gibi, dirençle tutunurdu dallarına. Akşam yemeklerimizi bir arada yerken, soframıza oturan yoksulluk değil, aile bağlarımızın kuvvetiydi. Sade yiyeceklerimiz vardı belki ama soframıza eşlik eden muhabbetlerimiz, en lezzetli yemeklerden daha doyurucuydu.
Gözlerimi kapatıp o günlere geri döndüğümde, çocukken sahip olduğum umutlarımı ve hayallerimi hatırlarım. Her şeye rağmen, içimde daima parlak bir gelecek umudu taşırdım. Mahallemizin köşesindeki eski kitapçıdan ödünç aldığım kitapları okurken, hayal gücüm beni uzak diyarlara götürürdü. Gerçek dünyada sahip olamadıklarım, hayallerimde can bulurdu.
O yılların saflığına ve masumiyetine olan özlemim, yüreğimin derinliklerinde bir yerlerde her zaman canlıdır. Gençliğin verdiği o tatlı heyecan, henüz hayatın acımasız gerçekleriyle tanışmamış olmanın verdiği huzur, zamanla anılarımda birer hazineye dönüştü. Gençliğin o büyülü yılları, sanki zamanın dışındaymış gibi gelir bana. Kötü şeylerin yaşanmadığı, her şeyin daha basit ve daha saf olduğu zamanlar. Şimdi, kırk iki yaşımın olgunluğunda, geçmişe dönüp baktığımda, gençliğimin güzelliklerini ve zorluklarını daha net görebiliyorum. Yoksulluk, çocukluğumu zorlaştırmış olabilir, ama o yılların bana kattığı değerler, hayatımın en büyük zenginlikleri oldu. Ailemizin sevgisi, dostluklar ve küçük şeylerden mutlu olmayı öğrenmek, bana hayatta en önemli şeylerin para ve mal mülk olmadığını öğretti.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zaman dilimidir. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Çocukluğumun ve gençliğimin geçtiği o yıllara dönüp baktığımda, içimde bir sıcaklık ve hüzün dalgası yükselir. Zorlukların arasında büyüyen umutlarım ve babaannemin bana verdiği sevgi, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Şimdi, bu anıları kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti. Evet, gençlik gerçekten de çok hoş bir yaş dönemi. O günlerin saf mutluluğunu ve umutlarını kalbimde daima yaşatacağım. Bu anılar, hayatımın en değerli hazinesi olarak, her zaman benimle olacak. Geçmişe olan bu özlem, bana bugünü daha anlamlı kılmayı öğretiyor ve geleceğe dair umutlarımı canlı tutuyor.
Pek yaşlı sayılmam ama gençlik hakkında da yazacaklarım var elbette. Gençlik, insan hayatında benzersiz bir dönemin adıdır; umutların, hayallerin ve sınırsız olanakların en yoğun yaşandığı zaman dilimi. Gençliğin verdiği o saf heyecan, yaşamın en acımasız gerçeklerine bile meydan okuyabilen bir güçtür.
Gençlik yıllarımı düşündüğümde, içimde tarifi zor bir özlem belirir. O yılların saflığı, masumiyeti ve coşkusuyla harmanlanmış anılar, kalbimde her zaman canlı kalır. Gençlik, insanın en özgür olduğu zamandır; düşünceleri, hayalleri ve umutları sınırsızdır. Henüz hayatın getireceği zorluklarla tanışmamış olmanın verdiği bir rahatlıkla, dünya ayaklarımızın altında gibi hissederiz.
Gençliğin en değerli yanlarından biri de insanın kendini keşfetme yolculuğudur. Bu dönemde, kim olduğumuzu, neyi sevdiğimizi ve hayatımızda neyin peşinden gitmek istediğimizi öğreniriz. Her yeni deneyim, her yeni dostluk ve her yeni adım, bizi biraz daha şekillendirir. Gençlik, insanın kendini en özgür ve en güçlü hissettiği zamanlardan biridir. Bu dönemde sahip olduğumuz cesaret ve kararlılık, bizi hayatta istediğimiz yere götürebilecek en önemli kılavuzlardır. O yılların saflığı ve coşkusu, hayatın ilerleyen dönemlerinde nadir bulunan bir hazine gibi gelir bana. Gençliğin o tarifsiz enerjisi, her şeyi mümkün kılacakmış gibi hissettirir. Hayallerimizin peşinden koşarken, engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz.
Gençliğin bir diğer büyülü yönü de zamanın yavaş ilerlediği hissidir. Her an, her dakika dolu dolu yaşanır. Gençliğin verdiği enerjinin sonsuz olduğunu düşünürüz. Geceler boyunca süren sohbetler, sabaha kadar süren eğlenceler, gündüzleri dolu dolu geçen anılar, hepsi bir araya geldiğinde, hayatımızın en parlak dönemlerini oluşturur. Bu dönemde yaşanan dostluklar ve aşklar, hayatımız boyunca bizimle kalacak izler bırakır. Gençliğin en hoş yanlarından biri de insanın hayal gücünün sınırsızlığıdır. Geleceğe dair umutlarımız ve planlarımız, gökyüzündeki yıldızlar kadar çoktur. Bu umutlar ve hayaller, bizi hayatın monotonluğundan uzak tutar. Her yeni gün, yeni bir macera, yeni bir keşif demektir. Gençken, hayatın tüm renkleri daha canlı, tüm sesleri daha melodik gelir bize. Bu dönemde sahip olduğumuz sağlığın ve enerjinin değeri de paha biçilemezdir. Gençken, vücudumuzun ve zihnimizin sınırlarını zorlayabiliriz. Gece geç saatlere kadar çalışabilir, spor yapabilir ve hala enerjik hissedebiliriz. Bu enerjiyi ve sağlığı, hayatımızın ilerleyen dönemlerinde ararız. Gençliğin verdiği bu güç, bizi her türlü zorluğun üstesinden gelebilecek kadar güçlü kılar.
Gençlik, aynı zamanda hayatta her şeyin mümkün olduğunu hissettiğimiz bir dönemdir. Hayallerimizin peşinden giderken, önümüzdeki engellerin önemsiz kaldığı, her başarının bir zafer olarak kutlandığı o günler, kalbimde her zaman özel bir yere sahiptir. Gençliğin verdiği güçle, hayatın tüm zorluklarına meydan okuyabileceğimizi düşünürüz. Zaman ilerledikçe, gençliğin verdiği o saflığı ve coşkuyu daha çok özlemle anarız. Hayatın getirdiği sorumluluklar ve zorluklar, gençliğin o masum ve saf dünyasını gölgeler. Ancak, gençlikte yaşadığımız anılar ve kazandığımız değerler, hayatımız boyunca bize rehberlik eder. Gençliğin verdiği umutlar ve hayaller, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır.
Gençlik, yalnızca bir yaş dönemi değil, aynı zamanda ruhun tazeliği ve hayata dair sınırsız umutların en yoğun olduğu bir zamandır. Şimdi anlıyorum ki, gençliğin verdiği cesaret ve hayaller, insanın yaşam yolculuğunda en kıymetli kılavuzlarıdır. Gençken sahip olduğumuz o duru umutlar ve saf arzular, yıllar geçtikçe daha da anlam kazanır. Bu yazıyı kaleme alırken, gençliğimin o tarifsiz güzelliklerini yeniden yaşar gibi oluyorum. Gençliğin ebedi büyüsü, hayatımın her döneminde bana rehberlik etti. Annesizliğin açtığı derin yaralar, babaannemin şefkatiyle bir nebze kapanmış olsa da o eksikliği her zaman hissettim. Bu acı, hayatım boyunca içimde bir yara olarak kaldı, ama aynı zamanda bana güçlü olmayı öğretti.
daha fazla
1 gün
Obezite Günlüğü 4
İleti
Her sabah, hayatın güneşle uyandığı saatte, terlemeye başlıyorum. Belki de ilk kez gerçekten uyanıyorum diyebilirim. Daha önce sadece yarı uyanık bir şekilde yaşarken, şimdi yaşamın tam merkezinde yer alıyorum. Değişimin ritmi, adeta yüreğimin atışlarına senkronize olmuş gibi. Ve bu değişimin odak noktası, bedenimdeki dönüşüm.
Bugün, özgürlüğe adım attığım ilk haftayı geride bıraktım. Bundan tam yedi gün önce, tartıda yüz yirmi altı kilogramı gördüğümde, hayatımın büyük bir değişime ihtiyacı olduğunu anladım. Aslında beni takip edenler bilirler ki bunu bana bir yansımam anlatmıştı. Yalnız gerçek şu ki; vücudumun ağırlığı sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir yük olarak omuzlarımda birikmişti. Belki de bu sebeple, sağlıklı bir bedene kavuşmanın iç huzurumu da yeniden bulmamı sağlayacağını hissettim.
İlk adımım, yıllardır beni esir alan şeker, beyaz ekmek ve unlu mamullerden vazgeçmek oldu. Her sabah kahvaltı soframı süsleyen beyaz ekmek dilimleri ve kahvenin yanına iliştirdiğim tatlı kurabiyelerle vedalaşmak kolay olmadı. Ancak, bu alışkanlıklardan kurtulmanın özgürlüğün ilk adımı olduğunu biliyordum.
Beyaz ekmeğin yerine tam tahıllı ekmeği, rafine şekerin yerine doğal tatlandırıcıları koymak, vücuduma verdiğim en değerli hediyeydi. İlk birkaç gün şekerin eksikliğini hissettim. Tatlı krizleri, göz alıcı pastaların hayali ve çayın yanındaki boşluk... Ancak, bedenim bu eksikliğe uyum sağlamaya başladıkça, zihnimde de bir ferahlık hissettim. Şekerden uzak durmak, sadece bedenimi değil, zihnimi de temizlemişti. Unlu mamullerin hayatımdan çıkışı, midemdeki hafiflikle birlikte ruhuma da huzur getirdi.
Beslenme düzenimi sadeleştirdikçe, kendimi daha huzurlu ve dingin hissetmeye başladım. Sabahları taze meyve ve yoğurtla yaptığım hafif kahvaltılar, öğlenleri bol sebzeli salatalar ve akşamları protein ağırlıklı dengeli tabaklar… Her öğün, bedenime ve ruhuma bir nevi terapi oldu. Beslenme düzenimdeki bu sadelik, hayatımın diğer alanlarına da yansıdı. Daha üretken, daha yaratıcı ve daha huzurlu bir yazar oldum.
Bir haftada verdiğim üç kilogram, sadece rakamsal bir değişim değildi; bu, yeni bir başlangıcın sembolüydü. Tartıda gördüğüm her eksilen gram, içimdeki ağırlıklardan da bir parça eksiltiyordu. Artık daha hafiftim hem fiziksel hem de zihinsel olarak.
Geleceğe dair umutlarım, hedefim olan yetmiş dokuz kiloya ulaşmanın hayaliyle daha da parladı. Bu hedefe doğru attığım her adım, beni daha güçlü kılıyordu. Zaman zaman zorlandım, elbette. Eski alışkanlıklar peşimi bırakmak istemedi. Ancak, her zorlandığım an, yeni hayatımın güzelliklerini hatırladım. Daha hafif, daha enerjik ve daha huzurlu bir ben... Bu hayal, beni her seferinde motive etti.
Sporu hayatıma dahil etmek de bu sürecin önemli bir parçası oldu. Her sabah yaptığım kısa yürüyüşler, bedenimi olduğu kadar zihnimi de canlandırdı. Adımlarım hızlandıkça, içimdeki enerji de arttı. Her ter damlası, eski yüklerden kurtulmanın sembolü oldu. Her adımda kendimi yeniden keşfettim.
Kilo verme sürecim, sadece fiziksel bir değişimden ibaret değildi. Bu süreç, aynı zamanda kendimi yeniden bulma, içsel huzuru yakalama yolculuğuydu. Her gün, daha sağlıklı bir bedene ve daha huzurlu bir ruha kavuşmanın mutluluğunu yaşadım. Şekerin, beyaz ekmeğin ve unlu mamullerin hayatımdan çıkışı, sadece bedenimi değil, ruhumu da arındırdı. Kendimi daha özgür, daha hafif ve daha huzurlu hissediyorum.
Bu yolculukta, yazılarım da değişti. Daha içten, daha samimi ve daha derin yazılar yazmaya başladım. İçimdeki huzur, kalemime de yansıdı. Her kelime, yeni hayatımın bir yansıması oldu. Hedefim olan yetmiş dokuz kiloya ulaştığımda, sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da yeniden doğmuş olacağım.
Bu süreçte öğrendiğim en önemli şey, kendine inanmanın ve kararlılıkla hedefe doğru ilerlemenin gücü oldu. Her gün, yeni bir başlangıç ve her adım, daha sağlıklı bir geleceğin habercisi... Bu yolculukta kendime verdiğim en büyük hediye, içsel huzurumu bulmak oldu. Ve şimdi, her gün bu huzuru kucaklayarak yeni güne başlıyorum.
Hayat, bir serüvendir ve ben bu serüvenin kahramanıyım. Kilo verme sürecim, sadece bedenimi değil, aynı zamanda ruhumu da besliyor. Her gün, yeni bir başlangıca uyanıyorum ve kendi hikayemi yazıyorum. Ve bu hikaye, cesaretin, kararlılığın ve sebatın zaferini anlatıyor.
Bugün, özgürlüğe adım attığım ilk haftayı geride bıraktım. Bundan tam yedi gün önce, tartıda yüz yirmi altı kilogramı gördüğümde, hayatımın büyük bir değişime ihtiyacı olduğunu anladım. Aslında beni takip edenler bilirler ki bunu bana bir yansımam anlatmıştı. Yalnız gerçek şu ki; vücudumun ağırlığı sadece fiziksel değil, aynı zamanda ruhsal bir yük olarak omuzlarımda birikmişti. Belki de bu sebeple, sağlıklı bir bedene kavuşmanın iç huzurumu da yeniden bulmamı sağlayacağını hissettim.
İlk adımım, yıllardır beni esir alan şeker, beyaz ekmek ve unlu mamullerden vazgeçmek oldu. Her sabah kahvaltı soframı süsleyen beyaz ekmek dilimleri ve kahvenin yanına iliştirdiğim tatlı kurabiyelerle vedalaşmak kolay olmadı. Ancak, bu alışkanlıklardan kurtulmanın özgürlüğün ilk adımı olduğunu biliyordum.
Beyaz ekmeğin yerine tam tahıllı ekmeği, rafine şekerin yerine doğal tatlandırıcıları koymak, vücuduma verdiğim en değerli hediyeydi. İlk birkaç gün şekerin eksikliğini hissettim. Tatlı krizleri, göz alıcı pastaların hayali ve çayın yanındaki boşluk... Ancak, bedenim bu eksikliğe uyum sağlamaya başladıkça, zihnimde de bir ferahlık hissettim. Şekerden uzak durmak, sadece bedenimi değil, zihnimi de temizlemişti. Unlu mamullerin hayatımdan çıkışı, midemdeki hafiflikle birlikte ruhuma da huzur getirdi.
Beslenme düzenimi sadeleştirdikçe, kendimi daha huzurlu ve dingin hissetmeye başladım. Sabahları taze meyve ve yoğurtla yaptığım hafif kahvaltılar, öğlenleri bol sebzeli salatalar ve akşamları protein ağırlıklı dengeli tabaklar… Her öğün, bedenime ve ruhuma bir nevi terapi oldu. Beslenme düzenimdeki bu sadelik, hayatımın diğer alanlarına da yansıdı. Daha üretken, daha yaratıcı ve daha huzurlu bir yazar oldum.
Bir haftada verdiğim üç kilogram, sadece rakamsal bir değişim değildi; bu, yeni bir başlangıcın sembolüydü. Tartıda gördüğüm her eksilen gram, içimdeki ağırlıklardan da bir parça eksiltiyordu. Artık daha hafiftim hem fiziksel hem de zihinsel olarak.
Geleceğe dair umutlarım, hedefim olan yetmiş dokuz kiloya ulaşmanın hayaliyle daha da parladı. Bu hedefe doğru attığım her adım, beni daha güçlü kılıyordu. Zaman zaman zorlandım, elbette. Eski alışkanlıklar peşimi bırakmak istemedi. Ancak, her zorlandığım an, yeni hayatımın güzelliklerini hatırladım. Daha hafif, daha enerjik ve daha huzurlu bir ben... Bu hayal, beni her seferinde motive etti.
Sporu hayatıma dahil etmek de bu sürecin önemli bir parçası oldu. Her sabah yaptığım kısa yürüyüşler, bedenimi olduğu kadar zihnimi de canlandırdı. Adımlarım hızlandıkça, içimdeki enerji de arttı. Her ter damlası, eski yüklerden kurtulmanın sembolü oldu. Her adımda kendimi yeniden keşfettim.
Kilo verme sürecim, sadece fiziksel bir değişimden ibaret değildi. Bu süreç, aynı zamanda kendimi yeniden bulma, içsel huzuru yakalama yolculuğuydu. Her gün, daha sağlıklı bir bedene ve daha huzurlu bir ruha kavuşmanın mutluluğunu yaşadım. Şekerin, beyaz ekmeğin ve unlu mamullerin hayatımdan çıkışı, sadece bedenimi değil, ruhumu da arındırdı. Kendimi daha özgür, daha hafif ve daha huzurlu hissediyorum.
Bu yolculukta, yazılarım da değişti. Daha içten, daha samimi ve daha derin yazılar yazmaya başladım. İçimdeki huzur, kalemime de yansıdı. Her kelime, yeni hayatımın bir yansıması oldu. Hedefim olan yetmiş dokuz kiloya ulaştığımda, sadece fiziksel olarak değil, ruhsal olarak da yeniden doğmuş olacağım.
Bu süreçte öğrendiğim en önemli şey, kendine inanmanın ve kararlılıkla hedefe doğru ilerlemenin gücü oldu. Her gün, yeni bir başlangıç ve her adım, daha sağlıklı bir geleceğin habercisi... Bu yolculukta kendime verdiğim en büyük hediye, içsel huzurumu bulmak oldu. Ve şimdi, her gün bu huzuru kucaklayarak yeni güne başlıyorum.
Hayat, bir serüvendir ve ben bu serüvenin kahramanıyım. Kilo verme sürecim, sadece bedenimi değil, aynı zamanda ruhumu da besliyor. Her gün, yeni bir başlangıca uyanıyorum ve kendi hikayemi yazıyorum. Ve bu hikaye, cesaretin, kararlılığın ve sebatın zaferini anlatıyor.
daha fazla
1 gün
ACILAR
İleti
“Acı sözlerin dilinden sıra sıra dökülürken, gönlün kahkaha atıyordu, boynu bükük sevdama. Dilin yosmalık yaparken, saf duygularıma vurduğun her acı söz ile katili olduğun hayallerim yerle bir olmuştu kimsesiz ve öksüz sinemde. İncittiğin yerden incineceğin günü beklemekteyim.” Aydın Benli
daha fazla