- 1566 Okunma
- 4 Yorum
- 1 Beğeni
Denizdeki Kavun
Denizdeki Kavun
Ne sıcak bir hava off! Denize nazır kayalıklardan alev püskürüyor sanki. Güneş ikindiye döndü ama hala bütün hışmıyla tepelerden savruluyor enseme, yüzüme, kafama, canlı cansız her şey bir hamamın göbek taşı gibi. Çalılıklar nasıl dayanır, nasıl kavrulmaz taneler, nasıl yeşil kalırlar yapraklar şaşarım.
Sahilden yürümeyle epeyce eziyet çekilen, dikenli çalılar, makiler ve yüksek otlarla kaplı tepeler arasındaki bu yerde, eksik parçalarına kavuşmuş makine gibi, tıkır tıkır işler, geçip giderdi kuşluk vakitleri, öğlenler, ikindiler. Farkına bile varılmazdı akşamın gurupta var oluşuna. Asıl amaç, yıl boyu yoğunlaşmış kafayı boşaltıp, kendini dinlemek , dinlenmekti. Bıçak kadar keskin, tuzlu ve kristal parçaları gibi parlayan bu kayalıklarda temmuz ile ağustos ayının neredeyse tamamı gelip geçerdi.
Şu sıralar felsefe kitaplarına merak salmış, insan, insan ilişkileri , insan- doğa ilişkileri gibi, insan -doğaüstü ilişkileri gibi, genellikle orta yaş belirti ve bulgularına erişmek adına, sırt çantamda Konfüçyüs’ ün özlü sözlerini desenleyen kitabı, ya da Eflatun`un Sokrates`i ve sofilerinin söyleşilerini özenle, coşku ile anlattığı kitabı dönüşümlü, satır satır okuyor, derin bir haz alıyordum çözümleyebildiğimde. Ara ara birkaç satır geriye dönüp yeniden irdeleyerek, kimi kalemle altlarını çizerek, kelime kelime üzerlerinde düşünüyordum. İnsan seslerinden az da olsa uzaklaşmış, kuş sesleri, martı seslenişleri, küçük deniz çırpıntılarının nefis uyumunda durağanlaşmak, okumak ve öğrenmeye sevdalanmak...
Dikkatimi dağıltıyordu minik bir çırpıntı, arada bir gözümün üstünde bir pırıltı titriyor, denize saldığım misinayı yokluyorum arada bir. Kimi bir ot balığıdır iğneye takılan, kimi dip balığı küçük gümüş isparozlar oluyordu kısmetim. Özene bezene çıkarıp, salıyordum yaşadıkları yere, yeniden yeni bir yaşama, daha büyümeye, gerisin geriye, tuzlu suya.
Hasılı, orada yalnızlığı,oradaki sesleri ve kokuları seviyordum. Geniş kenarlı bir şapka, sırtımda yeşili ve siyahı ağarık bozarık, kısa kollu, çıplak bedene giydiğim pamuklu tuz lekelerinden kalıplaşmış, kısa paçalı pantolonumla, oranın bir parçası gibi hissediyordum kendimi. Yeniden kitaba dönüyordum ki,beyaz gri ayvazlar (martılara taktığım isim) ciyaklayıp, bağırıp uçuşuyorlardı tepemde, alıcı kuşlarım gibi. Sahil boyu insanlar karınca gibi görünüyorlardı uzaktan. Bazı takımı taklavatı, kitabımı toparlıyor, bir oyuğa yerleştirip, küçük bir kayaya çıkıp, nârâlar atarak denize bocalıyordum kendimi. Böyle böyle akşamı ediyordum sorumsuzca. Ve aynı patikalardan,dikenli çalılıklara sürüne sürüne dönüyordum çadır sefasına. Muhteşem, tatlı bir yorgunlukla.
Hemen her eşyanın taşınabilir olması cinsi ile zeytin ağaçlarının altındaki salaş çadır yaşamı, bizi nasıl da mutlu ederdi çoluk çocuk.. Birkaç yıldır böyle yaşıyorduk yaz tatillerini. Orada yerleşik eski ve yeni tanıdıklarla bir boşnak köyü. Dizim dizim gerdanlık koylarından biri İzmir’in. Alımlı kızları, afilli gençleri, sürülerle kedi ve köpek arasında, eğlenceli, yardımlaşmalı, çoğu muhacır (göçmen) bir kamp alanıydı, konaklanan koca bir zeytinlik. İncecik çadır beziyle birbirimizden ayrılıp, uzaklardan gelen fabrika homurtuları, hurda limanlarının yükleme sesleri arasında uyumanın, heyecan verici, eğlenceli anları da oluyordu geceleri. Çevre çadırlarda horlayanları, öksürenleri, osuranları, çadır bezine çişini yapan köpekleri, canım gecelere dair yaşanan olağan sesleri duyarak uykuya dalmak da, anılarımıza kazınan sayfalardı yaz yaşamlarımızda.
Eğitimci olmanın sorumluluğu mu, alışkanlığı mı diyeyim, kendimi biraz daha gerilere çekerdim berduş dostlardan. Dost diyorum. Çünkü; sahil insanı bir başkadır hoyrat yaşamakta. Eğlence eksenlidir, sarhoştur çoğunlukla yaşamları. Yeme içme alışkanlıklarından asla ödün vermezler. Hele Boşnak iseler. İddia etmek ve birbirlerine şakacıktan sövmeler, muziplikte üzerlerine yoktur boşnakların. Şerif Taytıs takma adıyla muhtarın ve ekibinin yaptıklarını anlatmak günler sürer, belki. Fırıl fırıl, dünya tatlısı, iri kıyım bir adam. Bir ufuktur gözlerindeki maviler, bir deniz dalgası gibidir yüzündeki anlam.
Bilinir ki bu ülkede, her köyün akıllıları kadar, bir de delileri vardır. Öylece bildiklerimiz. Benim durumda matematik ve mantıkla uğraşma zorunluluğu olan bir öğretmenin, akıllı, uslu, örnek olması kaçınılmazdı her yerde? Saklanmadan, kendimi gizlemeden, gözleyerek, sade, yalın ve öğretici olmanın keyfini de hani içten içe yaşamak, derin bir haz veriyordu onlar gibi azıcık deli yaşamıma! Birazcık ukalalık yapmak da hakkım olsundu hani!.
Sıradan bir günün kuşluk sıraları, biraz ekmek, balık avı için yem ve malzeme ile o güne has sahil yolundaki traktör römorku satıcısından küçük bir kavun alıp, sahilden tepeyi adımlayarak yolu aşıp, karşı kayalıklara, konakladığım yere vardım. Deniz kıpırtısız ve cam kadar saydam, o gün. Demek ki, sıcak bir günün algısı, doğanın işaretleriyle tembihleniyordu insanlara... Okumam için Alman bir felsefecinin şiir kitabını yanıma ek almıştım. Hazırlığım uzunca sürdü. Elbette ki, işin zevkinde olduğum için.. Bir tavuğun taneyi bulmak için, dakikalarca eşinmesi gibi işimi ağırdan alıyor, düzeneğimi öyle kuruyordum. Bazen birileri gelip yakınlara oturunca, huzursuzluğa kapılıyor, paylaşamamanın, orayı yer edinmenin verdiği psikolojisiyle sessiz kalıyordum. ”Rastgelee!” sözlerini duymazlıktan gelince, doğal olarak karşıdaki insan da gıcıklanıyordu. Ot balığı, hanos balığı, dip isparozlarından başkaca da balık pek bulunmuyordu oralarda. Erkenden çekip gidince insanlar, kayalıklar babamın malı gibi bana kalıyordu, bilmem sessizlik mi yoksa paylaşamamak mı?.
Ekmek torbasını bir oyuğa yerleştirdim. Bir naylon torbaya da küçük kavunu koyup, iple bağladım ve sivri bir kayaya halka yapıp geçirerek, deniz suyuna daldırdım.Torbadan şişe çıkmayınca canım sıkıldı,ama varsın olsundu. Sıcağa alışkındım. Hem, küçük bir kavun ile bu iş çözülürdü. Böylece, ikindi zamanı, serin serin kavun ekmek yiyecektim. Kitabımı açtım. Çeviriden kaynaklanan deyim uyuşmazlıklarını anlamaya çalışarak şiirlerini yudumlamaya başladım Bertolt Breht (amcanın). Çok severdim. Ayvazlar çığlık çığlığa geldiler gittiler, bir kaç karabatak gömüldüler denizin sularına, balıkçı motorlarının sesleriylekimi ara verip, kapayıp açtım kitabımı. Misina takıldı otlara yosunlara, bir iki atlayıp kurtardım oltalarımı tersten çekerek, denizden. Zamanı savuşturuyordum, isteğimce.Her şey çok güzeldi...
Acıkmaya başladım.Zaten güneşte ikindiye yattı.Arada bir kavunun kovuğunu yokluyordum.Kuytuda iyi bir yerdeydi.Güneş vuruyordu ama varsın olsundu. Ilıktan daha serince olmalı diye düşündüm.Çok amaçlı bıçağımı özenerekten, temkinli, denize doğru eğilerek yıkayıp,yemek hazırlığına başladım.O ara sol yamaçta havlamalar duyarak o yana yöneldim.Neredeyse köyün köpeklerinin yarısı oralardan, aşağıdaki büyük kayanın gizlediği deniz girintisine doğru iniyorlardı.Tahmin etmekte pek güçlük çekmedim.”Köyün divanesinin işi olmalı” dedim.Yanılmamıştım.Biraz sonra “ tarzan” ismini taktığımız güneş karası ve kupkuru derili garip adam beliriverdi yanı başımda. Bahar aylarından güz sonlarına kadar sadece kısa bir pantolon veya uzun donla dolaşırdı bu adam.Uzamış kendi eliyle makaslanmış saçları inanılmaz güneş yanığıydı.Bozuk ve açık sarı,keçeleşmiş,yapış yapıştı.Zayıf, kara kuru bir insandı.Kemikleri iyiden iyiye seçiliyordu.Sigaradan sararmış ve kırık dökük dişleri yüzüne acı çeken bir anlam katıyordu.Sahil ile bulunduğum yerin arasında deniz seviyesine yakın, terkedilmiş deniz foklarının barınaklarından birinin üzerini tahta naylon,lastik araba tekerlekleriyle tentelemiş,kendi sığacak kadar küçük bir barınak yapmıştı. Hatta soba borusunun çıkıntısı bile görünüyordu.İçi naylon torba ve sahile atılı lastik plastik türü ne var ne yok ise topladığı atıklarla doluydu.Sahil evlerine yakın bir çay bahçesinde görürdüm bazen onu.Sonradan kardeşinin yeri olduğunu,kendisinin emekli işçi olduğunu,büyük şehri terk ederek buralarda yaşadığını,bütün parasını kasap kıymasına,sakatat ve kemik ile fırından topladığı ekmeğe verdiğini duyardık.’Bu da böyle bir yaşam’ deyip,elbette çoğunluğun garipsediği gibi uzak aralı bakışlarla öyle görmeye çalışırdık bu insanı.Bütün hayvanlar onu tanır,sahipli sahipsiz onu gören peşine takılırdı.Kimi açlıktan,kimi vefadan,kimi de onu korumak için.Korkardık yaklaşmaya...Pek dostu yoktu adamcağızın.Ya da bize öyle gelirdi.Ancak,uzaktan göz göze geldiğimizde başımla hafif bir selamlama yapardım.Almazdı selamımı.Bel ki öyle sanırdım...
Gölgesi üzerime kadar geldi.Bana bakmadan seslendi:‘Meraba hoca!’dedi kaba ve boğuk bir sesle.Şaşırdım.demek beni tanıyordu.Hemen yanıtladım selamını.Bu ara misina titreyince kavun kesmeye hazırlandığım bıçağı yana bırakıp,ağır ağır kısmetteki balığı çekmeye başladım.Bir çırpınıp bir boşaltıyordu oltayı.Kuvvetinden ağırlığı fena görünmüyordu.Sarımtırak koca bir hanoz’du gelen kısmet.Eh yani,yenebilir de.Yenmese de kedilerindi kısmet...Doğal olarak göz ucuyla iki üç adım solumda, hareketli olan adama baktım.Hani işin zevkli tarafı,havası var ya!..Adamın umurunda bile değildim.Ben balığı iğneden kurtarıp torbaya koymaya çalışırken,o da kalın atık bir misinanın ucuna paslı çiviyi ağırlık yapmış,kayalıklarda bolca bulunabilecek,olta iğneyi iliştirmeye çalışıyordu.Seslendim;’yedeğim var,verebilirim agam’...Ses yok!O kendi işine ben kendi işime yöneldik.Bir ara eğilip benden yana,denize doğru baktığını hissettim göz ucuyla.Orada kavunum vardı.Torba içinde suya salınmış.’Aha’dedim,’buyur!..İki lokma bir şey yiyeceğim.Ancak bana yeter.Şimdi nerden çıkageldi ki şu adam.Allahım yarabbim...Ağzım dilimde kurudu.Neyse , kendimi teselli etmeliyim,sakin ol evlat;oyalanır gider birazdan’diye düşündüm.Yemleri yenileyip oltamı salıverdim.Bıçağı katlayıp emniyete aldım.Kitabı da sol elime alarak uçuşan mısralara gömülmek istedim...Neredeee!...Aklım,mideme yenik düşmüş,kavun ekmek ve dibimdeki adamdan başka hiçbir şeyi düşünemiyordum.Öğlen güneşi; kayalıkları kavurmuş,ikindi olmasına karşın sıcaklık solda kayalıklardan,sağda göğün Midilli’ye yakın parçasında asılı, parlaklığıyla alev alev yalayıp canıma okumaya başlamıştı.Önümde billurumsu mavi deniz,dilip ağzımda kayışlaşmış,damağım kupkuru, üstelik kavun da torbada densiz densiz sallanıyordu...Epey sürdü bu işkence.Kalkıp gitsem,kavun görünecek.Hani,adama ne?Ama ayıp olur.O da bana ‘hoca’dediğine göre cibilliyetimi biliyordu anlaşılan.Allah,Allaaah!..
Solumda bir kıpırdanma oldu.Aynı anda sol tepedeki bizleri gözleyen köpeklerde de.’İyi, gidiyor galiba’diye geçirdim içimden.misinasını iri bir taşa bağladı,uzun donunu sıyırıp,yanı başımdan dibime doğru denize şooor şooor işemeye başladı...Kan beynime fırladı bir an.Şu duygusal, romantik ,dinlence ortamına bakın!.Ne hale geldi.Anladık.Adamcağız hayvansever divane,saf..İyi de bu yapılana ne demeli.Zaten ömür boyu unutamayacağım bir günün özeti,şöyle kazınıyordu kafama; Brecht’in ‘üstad öğren’şiiri,bir türlü kesip yiyemediğim kavunum,şu adamın üryan üryan işemesi.Sıcak için hadi her neyse.Alışığım.Severim sıcak havayı...
Doğrudan bana döndüğünü hissettim adamın..Seslendi boğuk bir sesle;’hoca misinama bak,birde şuradaki gölgede yatan karnı şiş iki köpeğe.Gelen olursa taş atmasınlar,sesleniver.Ben köye gidip döneceğim...’dedi.Yalın ayak hızla tırmandı kayalıkları,o iki köpeğe komutunu duydum,sonra dikenli çalılar arasında ilk tepeyi aştı ve gözden kayboldu diğer köpeklerle birlikte.Fırsatı yakalamıştım:Hışımla ok gibi fırladım,şu kısacık zaman bencilliğinde kavunu çekip çıkardım,parçalara ayırdım,ekmekten koca bir parça koparıp parmağımla yan avurduma tıkıp,ilk dilim kavunu yüzüme sürercesine damağımda sonsuz bir hazla dolaştırıp,ilk iri lokmaları,sonra, peşi sıra diğerlerini kısa sürede mideme yolladım...Ohhhh!Dünya ne kadar güzelmiş...
Açlığın dürtüsüyle birleşen hırs kendi malımı bana hırsızlatmış,oburca,birazda vahşice bilinçaltının kurbanı olmuştum.
Yaklaşık yarım saat sonra tepeden ıslık sesi geldi.Elleri yine doluydu.Belli ki
akşam mamalarını dağıtacaktı köpeklerin.Öylede oldu.O iki köpek,ininceye kadar beklediler onu.Diğerleri arkasında küçük bir sürü.Yarı görünür yarı görünmez bölüştürdü birkaç yana.Biraz bekledi,sonra bir torbayla yanıma geldi.
Kocaman bir Kırkağaç kavunuydu torbasından çıkan.Seslenmeden yanıma sokuldu.Ben biraz geriye yaslandım geçebilsin diye.Sormadan bıçağımı aldı,kavununu özenle ikiye böldü,ve tam yarısını bıçağımla birlikte önüme bıraktı...
..............
Sonbahar ve kış ayları bu dersi özümsemekle geçti günlerim.Her aklıma gelişte ter bastı bütün bedenimi.Sınıflarda olanca yalınlığıyla anlattım çocuklarıma ‘tarzanı’.Devamı da vardı bu öykünün.İzmir’i sel basmıştı o yıl.Akşam haberlerinde; ağaç dallarıyla yarı tıkalı bir köprüye yapışmış, kolları açık birini gösteriyordu çekim araçları.Sel suları çekilince görünür olmuştu, çamurdan heykel gibi bir adam.Ve sonraki yaz kardeşinden duyduk; içeride kalan kedilerini kurtarmak için ölüme atlamıştı çekinmeden.
Güle güle en büyük öğretmen.Biliyor musun,en güzel yerlerdesin...
2000/Denizli