Tanrı Hapishanesi
Ne zihin ne gönül olabilir mi. Olabilmek, olmak ve ölmek. Ölmenin ardının can sıkıcılığı. Sonsuzluk en ücra kepazelik. Tanrı kendini kaybetmiş olmalı. Ya da ben öyle düşünüyorum. Kaç tane yaratıcı ismi aradı zihnim. En eskisini, en kadimini, en başlangıcını. Lakin en kolay hitap şekli Tanrı imiş. Adı Tanrı imiş ilkin, ilk olanın, edenin... Zaten herkes biliyor. İstisnalar kaideyi bozmaz ise, onun adı Tanrı.
Lakin o bir hapishanede. Alem denilen, sonsuz güç denilen, can sıkıntısı denilen, yapılacak bir şeyin olmadığı bir mekanda, yalnız. Kendi hapishanesini kendi tasarlamış.
Fiziksel değil bildiğimiz kadarıyla, enerji değil, ruh da değil, zihin de değil, zaten et kemik veya maddenin bütünü de değil, parçası da değil. Tanımsız bir ukala.
Alem olarak, uzay olarak, gönül ve zihin olarak bir Tanrı oyunu içindeyiz biz insanlar. Ses midir biçimsiz olan, göz müdür zihinsiz olan. Etsiz ve kemiksiz ölen.
Nasılsa öleceğiz ama eni bitiriyor bu merak. Bir an önce gerçeğe ulaşmak istemek. Güç tutkum yok, hırsım da yok, sadece bilmek istiyorum, anlamak istiyorum.
Düşündüğümüz Tanrı için tapıcılığa gerek yok, benim de tapmaya ihtiyacım yok, dua gereksiz beddua gibi. Lakin acı çekmemeliyim. Boşluğa düşmemeliyim.
Aydınlanmak, yükselmek, gök ve gönül katlarını ardından bırakmak ne için. Tanrı kendisi yiyen yılan gibi lakin yedikçe yeniden baş veren gövde veren, sonsuzlukta daire gibi daim dönen ...dönen, dönen, döndükçe kuyruğunu yemede, yedikçe baş vermede.
İnsan çok geri bir tür. Dünyadaki canlılar başka bir canlı bilmediğimiz ve insan üstü olduğunu düşündüğümüz canlılara da yine dünyadaki canlılardan özellik aktarmaktan başka bir hayale ulaşamıyor.
Bilebildiğimiz zaman ve tarihte de dünya inanç yollarında merak edilecek ne kaldı ki? O yüzden bizim şathiye yazanlara en üstad ozan ve şair gözüyle bakmamız lazım veya Tanıyı yeren, sözle döven, yazıyla tuş eden parmaklara ve klavyelere ve düşüncelere daha çok ihtiyacımız var. Şathiye yazan da yok artık meydanda, yani ben denk gelmiyorum. Denk gelsem seviniyorum.
Üzüntü sevinç sıkıntı usanç heyecan mutluluk kahır vb vs duygulardan arınabilmek için ne yapmalı ki? İnsanların en çok ihtiyacı olan şey galiba tebessüm. Karınca e arı kolanisi gibi dünya kıtalarındaki insanlar. Belki çekirge sürüsü gibi veya balık sürüsü gibi.. En büyük benzetmeleri bile dünya içinden yapabilmek üzüntü veriyor. Çünkü başka bir alem ve yaşam biçimi bilmiyoruz da görmedik de...
Acizliğini hissetmek veya bilmek, kudrete boyun eğmekten kurtarıyor insanı. Ne Tanrı ne de yaşam gerekiyor zihnimize. Bedeni düşünenler zaten dünyanı nereden baksan yarısından fazlası, onlar ki tapıcı. Tapıcılar sonra en çok gelen insanlar ise kimlerdir bilmiyorum, ateist bir huzur ile agnostik bir huzur ötesinden tapıcı huzurunu da kesiştiren bir nokta inanç var mıdır acaba? Dünyanın gelecekteki en kalabalık inancı o mı olacaktır.
İleri sar, geri sar... İleri sar geri sar, ileri sar geri sar... Oynat bakalım geçmişi ve geleceği şimdiden.
Ateş arındırır mı, sağlar mı o geçişi. Mesela patlasa bulunduğumuz yer mağma çıksa her şey eritse ve insan da o huzurla erimeye tebessüm etse. Ateş bilinen en arındırıcı şey.
Asyada bilinen bir gırtlak müziği var, galiba onu da dinlemek lazım. Okyanusun ortasındansırt üstü yatmışsın vegırtlak sesleri çıkarıyorsun. Üste yıldızlar, bir koruyucu kap içinde, camekan içinde dünyanın sonuna kadar herhangi bir enerjiye ihtiyaç duymadan sadece ses çıkarmak sesi dinlemek ve seyretmek sadece yıldızları.
Bedenlerimiz işte o yüzden toprağa besin olmalı, yakılmalı öldüğümüzde.. Toprak kirli arındırmaz bizi. Ateş arındırır. Bütün tapınaklara yapılmalı son uğurlama masası.
Şimdi bir toprağa gömülen ölü merasimi düşünüyorum, bir de yakılan bir ölünün merasimini.. Hangisi daha kolay? Çünkü zorlaştırmamak lazım? Kolaylaştırmak lazım.
Tanrıyı kendinden arındırmanın yolunu bilinen tarihte bulamadı hiç kimse. Bizler de bulamayacağız, bizden sonrakiler de, ne zaman buluruz meçhul.
Meçhule bir tebessüm lazım yüksek zihinlere, engin gönüllere...
Zihin aktarımı olsa ve bir bebeğe ölmüş ninesini veya dedesinin zihni aktarılvıerse doğduğu andan kısa bir zaman sonra. Bir insan ömrü kadar tecrübe, yaşanmışlığı bir bebek biliverse, fark ediverse ama muhtaç olsa annesine veya babasına.. Sanırım halimiz böyle, dünya kültürlerindeki bilgi kadar bir aktarım yapılıyor zihinlerimize veya kendimi almaya çalışıyoruz lakin muhtacız o bebek gibi.. Yapamıyoruz, konuşamıyoruz, yürüyemiyoruz vb vs lakin sanki her şeyi tecrübe etmişiz gibi bir hal..
Sandım ki Tanrı bir çılgınlık halinde yaratmış ola olanı biteni. Tanrı çıldırdığı an oldu veya başladı her şey.. Sonsuz uzay, sonsuz galaksi, dünya ve içindekiler...
Rüya ile hayal aynı mıdır? Gerçek nedir, uyusam uyusam ve uyuyarak ulaşsam erişsem kavuşsam...
Kavuşmak da istemiyoruz ama. gerçekten kavuşmak istesek bir çok şeyin farkına vardığımızı düşündüğümüz zaman gideriz bir tebessüm ile hiç ardımıza bakmadan. Ölüm anında bile ardındakilere düşünen bir tür olmak ne garip ve açıklanamayan bir şey...
:) Tebessüm ile merhaba yeni güne...
Y.