- 643 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
ARAYIŞ
ARAYIŞ
Issızlaşan kalbini şehrin kalabalık yerlerine giderek doldurmaya çalışıyordu. Kalbine ne dolduracağını henüz bilemiyordu. Güzel insanlar doldurmalıyım diye düşündü... Ama onu da tanımlayamıyordu. Kendi gibi olan diye düşündü ama kendini de tanımlayamadığının farkına vardı. Zaten tanımlasa kalbi ıssız kalmazdı... Daha çok kalabalık olmalı diye düşündü. Ama onun bir Çınaraltı’sı, Sahaflar’ı yoktu. Yeni Camisi de yoktu ki güvercinleri olsundu. Çocukluğunda camilerde güvercinlerin olduğunu hatırladı. Neden yoktu şimdi onlar diye geçirdi içinden. Bir Üsküdar’ı da yoktu ki denizle yalnızlığını paylaşsın.
Şimdi neden deniz ve güvercinler aklına gelmişti... Güvercinlerin kendisine yakınlık göstermesindeki hissettiğini bütün insanlar da hissediyor muydu? Peki kuşları neden kafeslere koyarlardı ve severlerdi. İnsan sevdiğini hapseder miydi? Denizi seyretmek hangi duyguyu veriyordu insana... Denizi seyrederken neden dalar insan. Mahzunlaşır. Siz hiç kahkaha atarak denizi seyreden gördünüz mü? İnsanlar tek başlarına denizi seyrederken hayal mi kurarlar, hayatlarının muhasebesini mi yaparlar?...
Yalnızdı ve yalnızlığı seviyordu. Ama kalabalıklar içine atıyordu kendini... Sonra hissetti ve bildi ki; yalnızlık insanın kafasında, kalbinde. Ve en büyük yalnızlıklar aslında çok kalabalık yerlerde. Belki kalabalığa bu yüzden atıyordu kendini. Büyük şehrin kalabalığından dertlenen insanların aslında bu kalabalıktan kopmak istemediklerini hissetti. İstanbul’dan gelenlerin havasını suyunu beğendikleri taşra şehirlerinden usanarak hemen nasıl geri döndüklerini hatırladı...
Sonra hissetti ve bildi ki; yalnızlık aslında özgürlük özlemi. Çünkü İstanbul’dan memleketine ziyarete gelen kişi, özgürce davranamamaktan sıkılıyor. Caddede yürüyüşü, kılığı kıyafeti hep gözlem altında... Hisseti ve bildi ki ister yalnızlık, ister kalabalıklar, ister güvercinler ister deniz hepsi özgürlükler içinde anlamlı...
Durdu ve düşündü ‘anlamlı’ demek ne demekti. Anlamlı neyi kapsıyordu... Bir şey nasıl ‘anlam’ kazanabilirdi? Mutluluk kelimesi geçti içinden. Bir şeye anlam yüklemek, anlamlı olmak, hayatını anlamlı kılmak gibi bir sürü söz kalıpları geçti içinden. Televizyonlardaki anlam kargaşalarını düşündü. Kargaşanın görmek, duymak ve hissetme farklılığından olduğunu düşündü. O zaman bakış açılarının farklılığı bu kargaşayı meydana getiren dedi. Ve zihninde bakış açılarıyla ilgili egzersizler yapmaya başladı. Fakat insanların dili gibi zihni de, her türlü bakış açısına dönüyor ve hemen ona uygun bir senaryo uyduruyordu. ‘ Doğru bir bakış açısı’ bulmalıyım dedi. Ve bakmak için bir yerde durmak gereğini keşfetti. Buna çok gerek vardı. Çünkü insanlar kendilerine uygun olanları bakış açısıymış gibi sunuyorlardı. Ve kendilerine uygun olan da değişince sözde bakış açıları da değişiyordu. “olaya şöyle bakarsak, böyle bakarsak” cümleleri kuruyorlardı. Ve ‘görecelilik’ kavramını da kendi senaryoları için bir araç olarak kullanıyorlardı. Yani temelde kaygan olmayan bir bakış açıları yoktu. Belki menfaatlerine bakışları vardı. Ve tabii durdukları bir ‘değişmezleri’ de yoktu. O zaman nerede durmalıydı?
Dünyaya anlam verebilmesi için kendine anlam vermeliydi. Kendine anlam verebilmesi için doğru bir bakış açısı gerekliydi. Doğru bir bakış açısı içinde doğru yerde durmalıydı...
..... Arandı durdu. Belki neyi aradığını biliyordu ama neyi bulacağını bilemiyordu. Zaman su gibi akıyor oysa nerede duracağını bir türlü kestiremiyordu. Kitapları karıştırıyor, tamam şimdi buldum dediği şeyler bir süre sonra anlamını yitiriyordu. Kitaplardakiler bir kuramdan öte gitmiyordu. O kadar doldu ki, felsefi tanımlamalardan; bu tanımlamaları yapanlar acaba mutlu mu diye geçirdi içinden. Darvin mutlu muydu? Freud mutlu muydu? Bizimkiler mutlu muydu?
Derken tanımlamalarla mutlu olunamayacağını hissetti. Ve mutluluğun soyuttan da öte bir kavram hatta kavram bile değil bir ‘hal’ olabileceğini; hep matematiksel düşündüğünü; yavrusuna yem götüren bir kuşu görünce fark etti. Ve çevresindeki bazı insanların çok basit yaşantılarını gözlemledi. Basit kazanımların onları ‘mutlu’ ettiğini gördü.. Doğaya baktı, hayvanları inceledi. Ve evrendeki mükemmel işleyin farkına varmaya başladı. İnsanların ‘mutlu’ olmak için üniversiteler bitirdiğini, mühendislikler okuduğunu ama bitkilerin ve hayvanların bunu zaten yaptığını fark etti. Kunduzun barajlar inşa ettiğini, termitlerin çok katlı barınaklar inşa ettiğini, karıncaların, arıların sosyal yaşamdaki gibi görev bölüşümlerini hayretle fark etti. Her fark etmenin onu heyecanlandırdığını gördü. Hayvanlar ve bitkilerdeki bu düzenin, organizmanın ancak tasviri yapılabilirdi ama nasıl ve hangi anlam yüklenecekti buna. Doğa kanunu demek en büyük cahillik değil mi... Yaradan ve Allah kelimesi üzerinde odaklandı...
Kadim bir aramaydı bu, insanoğlu hep arayıp durmuştu. Güneşe yıldızlara, ateşe, suya bağlanmış, tanrılar edinmişti hep o kalbindeki boşluğu doldurmak için. Demek ki tanrı kalplerde bir boşluk bırakmıştı ta ki insanlar tanrıyı oraya koyabilsin; ama dünyayı da öyle çekici kılmıştı ki bunu herkes başaramıyordu. İşte bunun adı imtihandı herhalde.
Camiye gitti. Yaşlı bir vaiz, bağırıp çağırıyor, hiç de güzel olmayan bir üslupla nasihat ediyordu. Nasihat değil sanki insanları camiden kaçırmaya çalışıyordu. Sıkıldı. Çıksam mı diye düşündü. Biraz daha sabretti. Sonra cemaati izlemeye başladı. Fark etti ki cemaat te zaten onu dinlemiyor. Yüz ifadeleri hiç camide olma mutluluğunu vermiyordu. Şu vaiz bitirse artık diyorlardı sanki... Artık dayanamadı, kalktı çıkacaktı. Bulmaya geldiğini umduğu şey bu vaizden olamazdı... Tam çıkarken, vaiz yine sert bir üslupla bir ayet okudu: ‘bildiğinizle amel ederseniz, Allah size bilmediğinizi öğretir.’ Birden durdu. Taş kesildi adeta. Ne ileri gidebiliyor ne de geri dönebiliyordu. ‘Bilmediğinizi öğretir’ sözü onu çarpmıştı. Döndü, ‘söyleyene değil, söylenene ve söyletene bak’ diyerek vaize olan kızgınlığını giderdi.
Bilmediğini nasıl öğreteceğinin tek şartı vardı. Bildiğiyle amel etmek, Yani hissedip, yaşamak. Ondan sonra yeni kapılar açılabilirdi. Demek ki mutlulukta bir emek istiyordu...
Bildiğiyle amel etmeye başladı. Sonra gördü, duydu ve hissetti ki; önceki görmeleri ve duymaları ve hissetmeleri gerçek değildir. Görmeden, duymadan, hissetmeden de içeri bir görüş bir duyuş ve bir hissediş var. Ve fark etti ki mutluluğun bütün tanımları yanlış. Tek tanım geçerli: kalbin tatmin edilmiş olma haline mutluluk denir. Kalbin tatmin olma yolunu bilmeyen hiçbir zaman mutlu olamaz. O yol Allah’a teslim olma yoludur. ‘Kalpler ancak Allah’ı zikretmekle mutmain olur’ anahtar ayetiydi.
Artık nerede duracağı belli olmuştu. Durduğun yer belliyse bakış açını aramana gerek yok. O onun bir uzantısı olarak zaten geliyor. Durdu. Baktı. Kendini bildi. Rabbi’ni bildi.
Selahattin Cansız.
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.