- 125 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
Zamana Yolculuk – Ölümün Hakikatine Uyanmak
Kendimi hayatın akışı içinde savrulmuş bir halde buluyorum. Etrafımdaki herkes sanki bir yarışta, nefes nefese koşarken ben, tüm bu koşturmacanın ortasında duruyorum. Gözlerim, zihnim, ruhum; hepsi aynı soruyu tekrarlıyor: "Bu zaman bize niye verildi? Ölümü hak etmek için mi, yoksa boş uğraşların içinde kaybolmak için mi?"
O kadar çok zaman harcıyoruz ki bir şeylerin peşinde; bazen değerini bile anlamadığımız şeylerin. Elimizdeki zamanı tutmaya çalışıyoruz, ama parmaklarımızın arasından akıp gidiyor. Zaman... Bize hayatın başında, henüz dünyaya ilk adımı attığımızda, verilen o görünmez sermaye. Adeta bir hesap açılıyor ve her gün bu hesaptan belli bir süre harcanıyor. Kimse biriktiremiyor, kimse geri kazanamıyor. Ya onu iyi değerlendirir, ölümü hak edecek işler yaparız ya da onu boşa harcayıp günlerimizi, haftalarımızı, yıllarımızı israf ederiz.
İçimde taşıdığım bu duygu, bir rüyanın ardından belirginleşti. Geceleri gözümü kapattığımda, her şey farklı bir dünyada yeniden şekilleniyor. Rüyalarda yaşadıklarımız, gerçek hayatın bir provası gibi, bize önceden bir fragman sunuyor. Tıpkı bu dünya hayatının ahiretin küçük bir reklamı olduğu gibi... Ve her rüyanın ardından, uyanınca, gerçekte neyin peşinde olduğumu bir kez daha sorguluyorum. Hayatımı, zamanı ve ölümü hak etme meselesini.
Her insan, bu dünyada belli bir süre için var. Allah’ın verdiği bir mühlet bu; adeta bir emanete benziyor. Ne kadar uzun ya da kısa olduğunun önemi yok. Bu süreyi, ölüme hazırlanarak mı geçiriyoruz, yoksa sadece anlık zevkler peşinde mi savuruyoruz?
O sabah uyandığımda, içimde bir sıkıntı vardı. Geceden kalma bir duyguydu bu; bir uyarı gibi. Rüyamda, beyaz örtülerle kaplanmış bir yolda yürüyordum. Her adımda, bir şeylerin bittiğini, sona yaklaştığımı hissettim. Uykudan uyanmak, bu sona varmayı simgeliyordu sanki. İçimde bir korku vardı ama bu korkunun adı ölüm değildi. Korkum, ölümü hak etmeyen bir hayat yaşamaktan geliyordu.
Bir yandan da rüyalarımda karşıma çıkan her sahne, zihnimde dönüp duran bir fragmana dönüşüyordu. Rüyalarda yaşadıklarım, gün içinde yaşadıklarımın, akşam yatarken aklıma düşen korkuların, özlemlerin ve pişmanlıkların yansımaları gibiydi. O uykudan uyanma anı ise, bize verilen bu dünya zamanında, o büyük uyanışa hazırlık yapmamız gerektiğini söylüyordu. Ölüm, bir varış noktası değil; sadece farklı bir dünyanın kapısıydı.
Bu düşünceler içinde dolaşıp dururken, bir anlığına çevremdeki insanları izlemeye başladım. Kimi işine yetişmeye çalışıyor, kimi telefonuna dalmış, kimi giyimine, kimi ise akşamki planlarına odaklanmış… Herkes bir şeylerin peşinde, fakat asıl olandan uzak, dağınık. Birçoğumuz, ölüm fikrinden kaçıyor gibiyiz. Aslında ölüm, hepimizin hayatının ortasında duruyor; ama nedense onu hak etmek için yaşamak yerine, sürekli unutmaya çalışıyoruz. Oysa zamanı tanımak, ona göre yaşamak; yani hakikatine uyanmak, ölümün bir an olsun bizi düşündüreceği anlardan kaçmamaktır.
Bir gün, yalnız başıma uzun bir yola çıktım. Dağları, ovaları, küçük köyleri geçerek, neredeyse bir sonsuzluk içinde yol alıyordum. Yolun başında sanki hiçbir şey düşünmemiş gibi hissettim. Sadece kendimle baş başa kalmak istemiştim. Ama her kilometrede içimdeki düşünceler şekil değiştirdi. Gördüğüm her manzara, zihnime yeni bir fikir kattı. Dağların sükûneti, yıldızların sayısızlığı, rüzgarın sesi bana bir şeyler anlatıyor gibiydi. Evrenin dili, o sessizlikte apaçık konuşuyordu.
Yolculuğum sırasında, genç bir çobanla karşılaştım. Bir dağın eteğinde, koyunlarını otlatıyordu. Yanına yaklaştım ve selam verdim. Sohbet ettik. Hayatından, koyunlardan, dağlardan bahsetti. Ona, "Burada tek başına olmak seni korkutmuyor mu?" diye sordum. Gülümsedi ve dedi ki: “Korkmam. Koyunlarımla, doğayla birlikte olduğumda kendimi yalnız hissetmem. Çünkü buradaki her şey, yaratılmış olan her varlık bana bir dost gibi. Biz Allah’ın yarattığı mahluklarız ve bu dünyada bir süreliğine varız. Hepimiz sonunda geri döneceğiz.”
O çobanın sözleri bana kendimi hatırlattı. Evet, hepimiz bir gün geri döneceğiz. Bu dünyadaki zamanımız, o geri dönüşe hazırlık değil mi? Ölümü hak etmek için bize verilen bir süre değil mi?
Yolculuktan döndüğümde, daha önce hiç olmadığım kadar düşünceliydim. Yaşadığımız her şey, bize ölümle yüzleşmemiz gerektiğini hatırlatıyordu. Kendi kendime soruyordum: "Bu zamanı nasıl değerlendirdim? Boş işlerin peşinde mi koştum, yoksa gerçekten anlam dolu bir hayat mı yaşadım?" Öyle ya, bu dünyada yaptıklarımız bir bakıma, ölümle buluşacağımız günün provasından ibaret değil mi? Bir şeyin provasını yaparken nasıl ki ona hazırlanırız, aynı şekilde bu hayat da, ölümden sonraki o büyük gün için bir hazırlık değil mi?
Ruhumda bir huzur arayışı vardı. Her insan gibi, ben de huzuru bulmak istiyordum. Ama bu huzur, ne zenginlikte ne de şöhretteydi. Gerçek huzur, Allah’ın hoşnut olduğu bir hayat sürmekti. Zaman, bu amaca ulaşmak için verilmişti. Ve her gün, her nefes, bu amaca bir adım daha yaklaşmak için bir fırsattı.
Bu dünyada insan, çoğu zaman sıradan şeylerin peşine düşer. Günlük rutinler, ihtiyaçlar, arzular derken, hayat hızla geçip gider. Ancak, içinde taşıdığı duygular, insanı her şeyden çok etkiler. Hayatın içindeki boşlukları hissetmek, aslında Allah’ın varlığını anlamak için bir fırsattır. Bize sunulan bu hayat, sadece dünya için değil; ahiret için, o büyük uyanış için bir hazırlıktır.
Öyleyse, her insan, içinde yaşadığı zamandan ölümün hakikatine uyanmalıdır. Zamanı doğru değerlendirmek, dünya nimetlerinden tat almakla değil; bu nimetleri, ölümden sonra ulaşılacak olan o sonsuz saadet için bir araç olarak görmektir.
Bu düşüncelerle hayatıma devam ediyorum, her an, her nefes, bana verilen zamanı ölümü hak edecek işler yaparak harcayabilmek için dua ediyorum. Biliyorum ki, zaman içinde yol alırken, hepimizin amacı aynı olmalı: Ölümü hak etmek…
Erol Kekeç/07.11.2024/Sancaktepe/İST
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.