Alçak ruhlu olanlar para arar, yüksek ruhlu olanlar ise saadet arar. ostrovski
SAHRA'NIN UYANIŞI ve YÜKSELİŞİ: M.S. 8000 - M.Ö. 5000
Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. B...
69. Bölüm

24: Dünya Yuvarlak (M.Ö. 3078)

14 Okuyucu
0 Beğeni
0 Yorum
Bölüm 24: Dünya Yuvarlak (M.Ö. 3078)
24.1. Kumaş Tüccarının Yolculuğu

Delft şehri, kuzeyin gri sabahı altında uykudan yeni uyanıyordu. Taş sokaklarda sis ağır ağır yayılıyor, kanallardan yükselen buğu sabah ışığını yutuyordu. Rüzgâr, kumaş balyalarının arasından eserek tuzlu deniz kokusunu şehre taşıyordu.

Genç Leeuwenhoek, elinde sıkıca sardığı kumaş tomarlarını tutuyordu. Babası Willem, kapının eşiğinde durmuş, yüzündeki çizgileri daha da derinleştiren bir ciddiyetle konuştu:

“Oğlum… bu kumaşlar bizim ekmeğimizdir. İskenderiye’de pazara çıkaracaksın, altınlarını alıp geri döneceksin. Sakın unutma; ticaret işidir bu, macera arama. Kumaşları sat ve geri dön.”

Leeuwenhoek başını salladı ama gözlerinde başka bir parıltı vardı. İçinde tarif edemediği bir merak yanıyordu. Babasının sözleri, kulaklarında ağır bir yemin gibi çınlasa da kalbi ufkun ötesini arıyordu.

Liman kalabalıktı. Gemiciler halatları çekiyor, fıçıları güverteye taşıyor, martılar gökyüzünde çığlık çığlığa dönüyordu. ”Hollanda’nın Şansı” adındaki büyük yelkenli, Akdeniz yolculuğuna hazırdı. Geminin direkleri sisin içinde dev bir orman gibi yükseliyordu.

Leeuwenhoek, kumaşlarını sandıklara yüklettikten sonra güverteye çıktı. Babası son kez elini omzuna koydu:

“Unutma Leeuwenhoek, sen bir tüccarsın, kâşif değil. Kumaşları sat, paranı al, geri dön.”

Genç tüccar başıyla onayladı ama gözlerini ufuktan ayıramadı. Yelkenler rüzgârla şişti, gemi ağır ağır hareket etti. Liman, Delft’in sisli çatılarının arkasında küçülürken Leeuwenhoek’un kalbinde yeni bir sayfa açılıyordu.

Günler geçti. Kuzey Denizi’nin hırçın dalgaları, fırtınaların çığlığı, yağmurun amansız kamçısı… Gemiciler direklere tırmanıyor, halatlar gıcırdayarak geriliyordu. Leeuwenhoek, gece yarısı güvertede gökyüzünü seyrederken yıldızların hiç bu kadar parlak görünmediğini fark etti. Her parıltı, uzak diyarlara çağıran bir işaret gibiydi.

Sonunda Akdeniz’e indiler. Sular daha sakin, gökyüzü daha berraktı. Kokular değişti: zeytin, incir, baharat… Akdeniz’in sıcak rüzgârı yüzünü okşarken Leeuwenhoek, yolculuğun sadece ticaret olmayacağını sezdi.

Ve bir sabah, ufukta görkemli bir şehir belirdi: İskenderiye. Yüzlerce geminin yanaştığı liman, göğe yükselen sütunlar, mozaiklerle süslü binalar ve pazarların gürültüsü… Doğunun ve Batının kalbi burada atıyordu.

Leeuwenhoek, kumaş sandıklarını gemiden indirdi. Deve kervanları hazır bekliyordu. Giza’ya doğru yola çıkacaktı. Çölün sonsuz kumları batıdan uzanırken önünden nil nehrinin kokuları geliyordu.

O an Leeuwenhoek içinden fısıldadı:

“Belki de kaderim burada yazılıdır.”

Çölde yıldızların altında ilk gece, kumaş balyalarının üzerine uzandı. Gökyüzüne baktı: milyonlarca yıldız, sonsuz bir deniz gibi akıyordu. Delft’te babasının sesi hâlâ kulaklarındaydı, ama kalbi başka bir yere aitmiş gibi çarpıyordu.

24.2. Afrika Olimpiyatları ve Kemet Teknoloji Fuarı

Leeuwenhoek’in kervanı Giza’ya vardığında onu bekleyen manzara nefesini kesti. Ufukta, dev bir roket dikiliydi: bronz kaplamalı rampalar, dev su çarkları, rüzgârla dönen pervaneler… Kemet halkı, yüzyıllar boyunca taşlara değil bilime yatırım yapmıştı. Artık dünyanın dört bir yanından gelen insanlar bu şehre “icatların başkenti” diyordu.

Şehrin girişinde büyük pankartlar asılıydı: ”Afrika Olimpiyatları Başlıyor!”

Her sokak müzik, şarkı ve tezahüratla çınlıyordu.

Leeuwenhoek, kumaş sandıklarını bir pazar yerine indirdi. Çevresi kalabalıkla doluydu:

Bir yanda nehir kıyısında timsah yakalama yarışları, seyircilerin nefesini tutarak izlediği bir mücadele…

Başka bir yanda hızlı koşucular, tozlu pistte çıplak ayaklarıyla şimşek gibi süzülüyorlardı.

Atların boyalı eyerlerle süslendiği yarışlar, kılıç dansları ve şarkı söyleme turnuvaları arenaları dolduruyordu.

Ama en büyük merak, gökyüzünde yaşanıyordu. Halk, elleriyle güneşi siper ederek başlarını kaldırıyordu. Dev bir uçurtma, insan taşıyordu! Kanatları kuş tüyleriyle güçlendirilmiş planörler, Nil kıyısındaki tepelerden kendini gökyüzüne bırakıyor, kalabalık çığlık çığlığa alkışlıyordu. Bir başka yarışmada, içi sıcak hava ile dolu balonlar göğe yükseliyordu; iplerle tutulan sepetlerin içinde cesur yolcular vardı.

Leeuwenhoek’in müşterileri kumaş tomarlarını elden geçirirken gözleri sürekli sahnelere kayıyordu. Kalabalığın coşkusu, Nil kıyısına yayılan davul sesleriyle birleşmişti. Kumaşlarını iyi fiyatlara satabiliyordu, çünkü panayırdan çok daha büyük bir kalabalık bir aradaydı.

Derken borular çalındı. Şehrin merkezinde toplanan halk, ”Kemet Teknoloji Fuarı Başlıyor!” diye haykırıyordu. Olimpiyatlardan sonra herkesin beklediği en büyük etkinlik buydu.

Dev meydanda çadırlar ve stantlar kurulmuştu.

Bir çadırda, su gücüyle dönen yeni çarklar gösteriliyordu.

Başka bir yerde, bakır kabloların içinden elektrik geçiriliyor, kalabalık "en hızlı dönen motor” diye alkışlıyordu.

En uzak köşede ise atsız arabalar vardı: Cinat, Buharat, Barutat, Rüzgârat, Petrolat, Güneşat, Yayat, Suat. İsimlerindeki güçlerle hareket eden araçlar.

Ama Leeuwenhoek’in dikkatini en çok çeken, güneş battıktan sonra göğe doğru çevrilmiş dev tüpler oldu. İnsanlar sıraya girmiş, bu aletlerle Ay’ın yüzeyine bakıyordu. Fısıldaşmalar kulağına geldi:

“Kraterleri görüyor musun?”

“Bak, ışığın gölgesinde dağlar var!”

Leeuwenhoek’in kalbi hızla çarpmaya başladı. Kumaşlarını satmaya gelmişti ama gözlerini bu yeni icatlardan ayıramıyordu. Bir tüccarın gözleri değil, bir kâşifin ruhu vardı onda.

Ticaret için gelmişti, ama kaderi onu bilimin içine çekmeye başlamıştı.



24.3. Atsız Araba Yarışı

Arenayı dolduran on binlerce kişi nefesini tutmuştu. Kuru, sıcak bir rüzgâr, kalabalığın fısıltısını taşıyordu. Davulların tok sesi, bir savaşın ritmi gibi gümbürdüyor, borular keskin ve tiz çığlıklar atıyordu. Leeuwenhoek, gözlerini kırpmadan, bu koca makine ve icatların arasındaki kaosu izliyordu. Her patlama, her homurtu, içindeki kaşif ruhunu alevlendiriyordu.

Bir anda büyük gong, tüm sesleri yutan sağır edici bir gürültüyle çaldı.

Bir görevli, yükseltilmiş bir platformdan, yankılanan güçlü sesiyle kalabalığa seslendi: “Ey Kemet halkı! Bugün atların değil, bilimin günü! Bugün kasların değil, zekânın yarışı başlıyor! İşte karşınızda tarihin ilk atsız arabalarının yarışı!”

Kalabalık alkış ve tezahüratlarla coştu. Görevli, her bir aracı birer efsanevi canavar gibi tanıttı:

“Cinat! Elektriğin gizemli gücüyle dönen tekerlekler! Gürültüsüz, ama ölümcül bir yılan gibi kayıyor!”

“Buharat! Kaynayan suyun nefesiyle ileri atılan, duman püskürten dev kazanlı araba!”

“Barutat! Ateşin ve patlayışın kudretiyle fırlayan çelik kaplan! Her patlaması bir zafer çığlığı!”

“Rüzgarat! Gökyüzünün rüzgarını yakalayan bir çöl şahini gibi süzülen yelkenli hız makinesi!”

“Petrolat! Karanlık yağların ateşiyle homurdanan metalden bir aslan!”

“Güneşat! Altın disklerle ışığın kendisini süren mucizevi buluş!”

“Yayat! Yayların gerilimiyle zıplayarak ilerleyen kumun üzerinde dans eden tuhaf koşucu!”

“Suat! Suyun ağırlığını tekerleklere taşıyan kararlı ve sabırlı dev kule!”

Kalabalık her isimde ayağa fırlıyor, sevinç çığlıkları göğe yükseliyordu. Kral Karmen, diğer kralların yanından kalktı, elini havaya kaldırdı. Sesi arenanın her köşesinde yankılandı:

“Bugün tarihe tanıklık edeceksiniz! En hızlı olan, yalnızca şöhreti değil, geleceği de kazanacak! Yarış başlasın!”

Ardından gong yeniden çaldı. Yedi araba, bir anda ileri atıldı. Tekerlekler kumları savurdu, motorların homurtusu, buharın hırıltısı, barutun patlaması, yelkenlerin şakırtısı arenayı doldurdu. Meydanı anında toz, duman ve metalik yağ kokusu kapladı. Seyirciler çığlıklarla ayağa fırladı.

Ama sekizinci araba kıpırdamıyordu: Petrolat.

Nabu-Ser, direksiyonun arkasında öfkeyle kollarını sallıyor, motoru çalıştırmaya çalışıyordu. Motor homurdanıyor ama inatla ateş almıyordu. Halk arasında mırıltılar yükseldi, fısıltılar alaycı bir fısıltıya dönüştü::

“Petrolat bozuldu mu?”

“Daha yarış başlamadan kaybetti!”

Nabu-Ser’in alnından ter damlıyordu. Motoru kontrol ederken elleri yağ içinde kalmıştı. Dudaklarından öfkeyle fısıldadı:

“Haydi… çalış! Ateşlen!”

Önde ise Barutat, patlama üstüne patlamayla herkesi korkutarak pistin liderliğini aldı. Buharat arkasında güvenle ilerliyor, buharı rüzgâra savuruyordu. Rüzgârat yelkenlerini rüzgârla doldurarak, kumun üzerinde hafif bir kuş gibi süzülüyordu. Cinat, elektrik cızırtılarıyla istikrarlı ilerlerken, Güneşat güneş ışığını emerek pistin ortasında hızlanıyordu. Yayat ani sıçramalarla rakiplerini şaşırtıyor, Suat ise ağır ama kararlı adımlarla su damlalarını pist boyunca savuruyordu.

Tam o sırada… Petrolat birden hayata döndü!

Motor, gürleyen bir aslan gibi kükredi. Halktan duyulan mırıldanmalar, coşkulu bir çığlığa dönüştü. Nabu-Ser’in yüzünde vahşi bir gülümseme belirdi. Geç kaldığı için en sona düşmüştü ama gözlerinde ateşe dönen bir hırs vardı.

“Şimdi görün gücümü!” diye bağırdı.

Petrolat, devasa bir ivmeyle ileri fırladı. Tekerleklerinden fırlayan kum bulutları tribünleri kapladı. Arka arkaya rakiplerini geçiyordu. İlk turda Suat’ı, sonra Yayat’ı solladı. İkinci turda Güneşat’ı ve Cinat’ı geride bıraktı. Buhar bulutlarının içinden fırladı, Buharat’ı da geçti. Halk artık nefesini tutmuştu.

Son tura girildiğinde liderlik Barutat ile Rüzgârat arasındaydı. Barutat her patlamada öne fırlıyor ama savruluyordu; Rüzgârat yelkenlerini rüzgârla doldurmuş, hafif ve zarif ilerliyordu.

Derken… Petrolat sahneye çıktı. Motorunun uğultusu, gök gürültüsünü bastırıyordu. Kum fırtınası gibi yanlarından geçti.

Son düzlüğe geldiklerinde üç araba yanyana girdi: Barutat, Rüzgârat ve Petrolat.

Virajda felaket geldi. Suat, ağır su deposunun dengesini kaybetti. Virajı dönerken gürültülü bir çatırtıyla yan yattı ve devasa su kütlesi piste boşaldı. Seyirciler çığlık çığlığa geri kaçtı. Arabalar kaygan zeminde yalpalayarak suyun üzerinden geçti. Ama Uruk-Ka'nın arabası pistin kenarında devrilmiş bir heykel gibi hareketsiz kalmıştı.

Yarış devam ediyordu. Rüzgârat, ince ve zarif yelkenlerini rüzgârla doldurmuş, yeniden hız kazanmıştı. Halk onun hafif dansına büyülenmişti ki… pistin kenarındaki hurma ağaçlarından birinin dalı yelkeni yakaladı. Kumaş kulak tırmalayan bir sesle yırtıldı, parçalandı. Rüzgârat yalpaladı, hızını kaybetti. Irsu direksiyon başında çırpınıyordu ama çaresizce geride kaldı.

Önde Barutat ise çılgınca ilerliyordu. Her patlama arabayı ileri fırlatıyor, her patlamada kalabalık ”Ooooh!” diye bağırıyordu. Ama Sekhdukar’ın gözleri çılgınlıkla parlıyordu. ”Daha güçlü! Daha hızlı!” diye bağırdı, yeni bir barut torbasını motora boşalttı.

Sonra en dramatik an Barutat’la geldi. Patlamalardan biri kontrolü aştı. Barutat’ın gövdesinin yanından alevler ejderhanın nefesi gibi fışkırdı. Seyircilerden bir çığlık yükseldi. Sekhdukar, yanan arabadan kendini can havliyle son anda dışarı attı, birkaç takla atarak tozun içinde yuvarlandı. Bir an herkes sustu…

Tam o sırada Barutat bir kayaya çarptı. Ve ardından: BOOOOOM! dev bir patlamayla infilak etti. Gökyüzüne dev bir ateş topu yükseldi. Alev sütunu arenayı sarsarken, seyirciler dehşetle bağırdı. Kızgın hava dalgası seyircilerin saçlarını savurdu, çocuklar korkuyla annelerinin kucağına saklandı.

Enlil-Hotep bastonuna yaslanarak, ”Bu… aklın cesaretle birleştiği anın bedeli,” diye mırıldandı.

Toz duman içinde sadece birkaç araba kalmıştı: Cinat, titreyerek ama istikrarlı ilerliyordu. Buharat, sisler saçan gövdesiyle ağır adımlarla yürüyordu. Güneşat, aynalarını ışığa çevirmiş pırıl pırıl parlıyordu. Ve en arkadan gelen Petrolat, motorunun kükreyişiyle bütün bu kaosun arasından bir mızrak gibi yaklaşıyordu.

Son düzlükte, halk ayağa kalktı. Tüm bu kaosun ortasında, geriden başlayan Nebuser ve Petrolat yavaş yavaş öne çıkıyordu. Gözleri ileriye kilitlenmişti.

Son tura girildiğinde kalabalık artık sadece Petrolat’ı konuşuyordu. Rakiplerin çoğu geride kalmış, pist bir savaş alanına dönmüştü. Nebuser son düzlükte gazı kökledi. Petrolat, gürleyen bir yıldırım gibi öne fırladı. Rakiplerini birer birer geçti.

Ve işte son çizgi! Petrolat’ın tekerlek izleri kumları alev alev savururken, Nebuser birinciliği aldı. Tribünlerden kulakları sağır eden bir çığlık yükseldi. Kral ayağa kalktı, gözleri parlıyordu:

“İşte geleceğin atsız arabası!” diye haykırdı.

Nabu-Ser, bitiş çizgisini geçtiğinde, zaferin sarhoşluğuyla direksiyondan elini çekti ve bitkin bir halde sırtını koltuğa yasladı. Etrafındaki toz bulutu dağıldığında, arenanın savaş alanına döndüğünü gördü. Yıkık, devrilmiş arabalar ve dumanı tüten enkazlar… O ise, bu kaosun içinden sapasağlam çıkmış tek kişiydi. Yüzünde, tüm bu çılgınlığa rağmen, zaferin huzurlu tebessümü vardı.

Görevliler koşarak yanına geldi, onu yavaşça platforma doğru yönlendirdiler. Vücudu yorgunluktan titriyordu. Kalabalık Petrolat’ın adını haykırıyor, arenayı gök gürültüsü gibi titretiyordu.

Kral Karmen, pırıl pırıl parlayan, altın bir platformda onu bekliyordu. Üzerinde işlemeli bir pelerin vardı, gözleri ateşti. Nabu-Ser, ağır adımlarla platforma çıktı. Halkın coşkulu tezahüratları bir an bile dinmiyordu.

Kral Karmen, Nabu-Ser’in karşısına geçti. Boyu uzun, omuzları genişti. Yüzünde, bilimin ve aklın zaferine duyduğu saygı okunuyordu. Elini, Nabu-Ser’in omzuna koydu. ”Sen… Kemet’in geleceğini bize getirdin,” dedi. Altın bir taç şeklinde yapılmış, üzerinde araba tekerlekleri figürleri olan, parlayan bir nesneye uzattı.

Ardından tekrar alkışlar koptu. Bu kez, Nabu-Ser’in adını haykırıyorlardı. PETROLAT! PETROLAT! Bu sadece bir arabanın adı değil, yeni bir dönemin, yeni bir çağın adı olmuştu. Nabu-Ser, yüzündeki huzurlu gülümsemeyle kalabalığa baktı. Yarış bitmişti, ama asıl yolculuk yeni başlıyordu.

Leeuwenhoek, bu devrimci yarış arenasında, kendi kaderini yeniden yazmak istediğini fark etti. Kumaş tüccarı olarak geldiği Kemet’te bilimin ve keşfin bir parçası olma arzusuyla dolmuştu.



24.4. Kadın Bilgin Meritre ve İlk İnsanlı Roket

Akşam güneşi Giza Platosu’nu altın rengine boyarken, Meritre evinde ailesiyle yemek masasında oturuyordu. Çocukları, babalarının ve annelerinin yüzündeki ciddiyeti fark etmiş, merak dolu gözlerle ona bakıyordu.

“Anne,” dedi küçük kızı, çatalıyla yemeğinin parçasını oynatarak, ”Dünya düz mü, yuvarlak mı?”

Meritre gözlerini tabağından çekip çocuklarına bakarken kalbi burkuldu. ”Bilmiyoruz henüz,” diye yanıtladı sessizce. ”Yarın, Afrika olimpiyatlarının son gününde dev roketi fırlatacağız. Dünyanın düz mü yuvarlak mı olduğunu belki bir tavuk görecek. Ama biz… biz hâlâ bilemeyeceğiz.”

Küçük kızı sordu. ”Dünyanın düz mü, yuvarlak mı olduğu roketin çıktığı yerden görülebilir mi?”

Meritre derin bir nefes aldı, gözlerini kapadı. ”100 km yüksekten Nil’in başladığı yer görülmüyorsa, ufkun altında kayboluyorsa, dünya yuvarlaktır. Eğer Güney Afrika'nın okyanusu görülüyorsa Dünya düzdür.”

O gece Meritre çocuklarını yataklarına yatırdı. Onlara hikâyeler anlattı, ama gözlerinden süzülen bir damla, hem endişesini hem de kararlılığını gösteriyordu.

Meritre eşine kararını açıkladı. ”Kararımı verdim. Yarın o rokete tavuğu değil, kendimi bağlayacağım.”

“Meritre! Bunu yapamazsın! Kendini riske atıyorsun! Çocuklarımız var, sen bir kadınsın ve bu… bu çılgınlık!”

Meritre soğukkanlı ama kararlı bir şekilde karşısına dikildi. ”Dinle beni… Ben bir bilginim. İnsanlık, bilgiyi öğrenmeye değer verdiğinde yükselir. Eğer bu fırsatı kaçırırsak, bir tavuk bile Nil’in başladığını görecekken biz hâlâ bilmiyor olacağız!”

Evde yemek masasında başlayan tartışma, hızla sertleşmişti. Kocası ellerini sinirle masaya vurdu bağırarak karşılık verdi: ”Ama sen… sen… bir insanın yapabileceği en riskli şeyi yapıyorsun! Daha önce hiç denenmemiş dev bir rokete binmek… bunun düzgün çalışacağının hiçbir garantisi yok!”

Meritre derin bir nefes aldı, gözlerinde hem üzüntü hem kararlılık vardı. Konuşması yavaşça, ama etkileyici bir ağırlıkla ağırlaştı:

“Öğrenecek olduğumuz bilginin büyüklüğünü düşün. Hayatımızın ne anlamı kalır ki… Henüz bilinmesi gereken bilgiyle karşılaştırıldığında, kendi küçük hayatımızın önemi ne ki? Bu fedakarlığı yapmazsak, keşfi ilerletemeyiz, bilimin sınırlarını daha da öteye taşıyamayız. Evren… evren bizim hayal ettiğimizden çok daha garip ve olağanüstü. Ben bunu görebilirim. İnsanlık için… bilgi için… bunu yapmalıyım.”

Kocası gözlerini yaşlarla doldurdu. ”Ama… seni kaybedersem… çocuklar…”

Meritre yumuşayarak, ama hâlâ kararlı:

“Biliyorum… ama eğer bir adım atmadan beklersek, hiçbir şey öğrenemeyiz. Cesaret ve akıl birleşirse insanlık yükselecek. Nil’in başladığını görebileceğim… ve belki de, evrenin sırlarını, daha önce kimsenin göremediği gizemlerini anlayabileceğim.”

Kocası durdu, sessizlik ağır bastı. Sonra Meritre’nin gözlerine bakıp başını yavaşça salladı. ”O zaman… git… ama geri döneceğine söz ver.”

Meritre gülümsedi, gözyaşlarını silerek: ”Söz veriyorum… İnsanlığın en değerli bilgisiyle döneceğim.”



24.5. Roket Hazırlıkları ve Meritre’nin Kararı

Afrika Olimpiyatları’nın son günüydü. Giza Platosu’nun üzerinde devasa roket, göğe yükselen bir obelisk gibi dimdik duruyordu. Tunçtan kaplamalar, alüminyum yakıt tankları ve bakır bağlantılar, sabah güneşiyle parlıyordu. Etrafta bilginler, mühendisler ve işçiler telaşla koşuşturuyor; halatlar geriliyor, valfler sıkılıyor, ölçüm aletleri kontrol ediliyordu.

Başbilgin Enlil-Hotep kalın parşömenler ve hesap tablolarıyla tüpün yanına geldi:

“Yakıt basıncı sabit, hava akışı doğru… Eğer bir aksilik olmazsa, roket 100 kilometreyi geçecek.”

Diğer bilgin Tefnut, elinde küçük bir kafesle yaklaştı. İçinde bir tavuk vardı, meraklı gözlerle etrafına bakıyordu.

“Bu hayvan uzayda yaşanabildiğini gösterecek. Basınç ve sıcaklık değerlerini öğrenmemiz için en güvenli yol bu.”

Meritre öne çıktı, sesi sert ama sakindi:

“Hayır. O rokete bir tavuk değil, ben bineceğim.”

Tefnut’un yüzü bembeyaz kesildi. ”Delirdin mi? Bu roket dev bir ateş mızrağı! Bir insanın dayanabileceğini nereden biliyoruz?”

Meritre dik durdu, gözleri kararlıydı:

“Biliyoruz çünkü denemek zorundayız. Eğer Nil’in kaynağını görürsem, dünya düz mü yuvarlak mı sorusuna yanıt vereceğiz. Eğer yapmazsak, insanlığın en büyük sorusu hâlâ cevapsız kalacak. Bir tavuk bilmeyecek, biz bilemeyeceğiz.”

Bilgin Nabu-Ser öne atıldı: ”Ama Meritre, bu sadece tehlike değil… ölüm demek olabilir.”

Meritre’nin sesi titremedi:

“Eğer bilgi uğruna ölmek gerekirse, buna değer. Öğreneceğimiz bilginin büyüklüğünü düşünün! Hayatlarımızın ötesinde bir anlam taşıyor.”

Bilginler birbiriyle fısıldaşmaya başladı. Kimi başını sallıyor, kimi korkuyla geri çekiliyordu. Sonunda Başbilgin Enlil-Hotep, ağır bir sesle konuştu:

“Böyle bir karar, yalnızca kralın izniyle alınabilir. Ona çıkalım.”



24.6. Kralın'ın İzni

Kral dev salonun ortasında tahtında oturuyordu. Meritre, bilginlerle birlikte huzura çıktı. Salonda bir uğultu vardı; herkes merakla ne konuşulacağını bekliyordu.

Enlil-Hotep öne çıkarak:

“Büyük Kral'ım, ilk roket fırlatmamız için her şey hazır. Geleneksel olarak bir hayvan göndermeyi planlamıştık… fakat Bilgin Meritre, kendisi çıkmakta ısrarcı.”

Kral’ın kaşları çatıldı. ”Bir kadın mı? Hem de bir anne? Bu… bu çılgınlık değil mi?”

Meritre başını eğdi, sonra gözlerini doğrudan kralın gözlerine dikti.

“Efendim. Bir tavuğun gördüğüyle insanlığın gördüğü aynı olabilir mi? Bir insanın gözleriyle görüp kalemiyle yazacağı her şey tarihe geçer. Nil’in kaynağını ben görebilirim. Eğer ufukta kayboluyorsa, dünya yuvarlaktır. Eğer güney okyanusu görünüyorsa, kesinlikle düzdür. Bu bilgi, hepimizin kaderini değiştirecek.”

Kral sessizce düşündü, sonra sordu:

“Hayatını feda etmeye hazır mısın?”

Meritre ileri atıldı, sesi meydan okuyordu:

“Öğreneceğimiz bilginin büyüklüğünü bir düşünün. Kendi hayatımızın anlamı, bilmemiz gerekenlerin yanında ne ki? Bu fedakârlığı yapmazsak, keşfi ilerletemeyiz, bilimin sınırlarını daha da öteye taşıyamayız. Evren, hayal ettiğimizden çok daha garip ve olağanüstü. Ben bunu görüyorum. Eğer birileri bu adımı atmazsa, insanlık daha uzun yıllar cehaletin içinde kalacak. Ben bu adımı atmaya hazırım.”

Salonda sessizlik çöktü. Herkes kralın kararını bekliyordu. Sonunda kral tahtından kalktı, ağır adımlarla Meritre’nin yanına geldi.

“Senin cesaretin, kahramanların cesaretiyle yarışıyor. Peki öyle olsun… İlk göğe çıkan insan bir kadın olacak.”

Kalabalıktan hayret dolu bir uğultu yükseldi. Kimi gözyaşı döktü, kimi hayranlıkla başını salladı. Meritre gözleri parlayarak rokete doğru yürüdü.

Ve o an, tarihin akışı değişti.



24.7. Rokete Biniş

Güneş, yükselirken roketin gölgesi Giza Platosu’na dev bir mızrak gibi düşüyordu. Kalabalık sessizdi; yalnızca rüzgârın uğultusu ve metalin arada sırada çıkardığı gıcırtılar duyuluyordu.

Meritre ağır adımlarla rampaya doğru yürüdü. Her adımı, sanki yüzlerce yıllık geleneği ve korkuyu çiğniyor gibiydi. Bilginler ona yetişti, telaşla fısıldaşarak etrafını sardılar.

Tefnut’un sesi çatallandı:

“Meritre, dur! İçeride hava basıncı düşerse… kapsül hava sızdırırsa ciğerlerin parçalanabilir! Basınç tulumu yok.”

Meritre durdu, gözlerini kalabalığa çevirdi.

“Eğer bilginin peşinde ölmek gerekiyorsa, bu benim görevim. Tavuk nasıl korumasız gidecekse ben de öyle gideceğim. Yaşamak, bazen öğrenmekten daha küçük bir şeydir.”

Kalabalık uğuldadı. Birkaç işçi gözyaşlarını sildi, kimi ellerini semaya kaldırıp dua etti.

Başbilgin Enlil-Hotep, titreyen elleriyle parşömenleri göğsüne bastırdı:

“Eğer bu görevde ölürsen… seni bilimin ilk şehidi olarak yazacağız. Ama hayatta kalırsan, tüm insanlık senin adını asla unutmayacak.”

Meritre başını salladı, dudaklarında ince bir gülümseme vardı.

“Benim adım değil, gördüğüm şey önemli. Dünya düz mü, yuvarlak mı… işte gerçek mesele bu.”

İşçiler rampanın halatlarını çekti, tırmanış merdiveni açıldı. Meritre, tunç basamaklardan yukarı çıkarken kalabalık nefesini tuttu. Rüzgâr eteğini savurdu; güneş ışığında altın gibi parlayan saçları, bir anlığına ateşten bir taç gibi göründü.

Roketin kapak halkası açıldı. İçeride dar, bakır kaplamalı bir oturma haznesi vardı. Ne yastık ne kemer… sadece tahtadan bir koltuk ve bronzdan yapılmış primitif bir kıskaç sistemi.

Meritre içeri girdi, bir an geriye dönüp kalabalığa baktı. O anda göz göze geldiği ilk kişi kocasıydı. Adamın gözleri yaşlı, dudakları titriyordu. Meritre ona sessizce başını salladı. ”Biliyorum” der gibi… ”Ama gitmeliyim.”

Kapak kapandı. Dışarıda kalabalık haykırmaya başladı:

“Meritre! Meritre! Meritre!”

Ve tarihte ilk kez, bir insan tehlikesini bilerek göğe yükselmeyi seçmişti.



24.8. İlk Roket Fırlatma Töreni

Kapı kapandı. Metalin soğukluğu, tok bir gürültüyle yerine oturduğunda, Meritre bir an durdu. Arkasında kalan kalabalığın coşkusu, davulların patırtısı ve Kral Karmen’in heyecanlı sesi artık sadece uzak bir uğultu olarak geliyordu. Tek başına kalmıştı. İçerisi dar, metalik ve biraz da boğuk kokuyordu; 18 metrelik dev gövdenin içinde, kalbinin ritmi roketin kendi atışıyla yarışıyordu.

Meritre derin bir nefes aldı. Ellerini kablolar ve valflerin üzerindeki seramik kaplamalı yüzeylere dokundurdu. Soğuk, ama güven verici bir soğuktu. Gözleri kapsülün camına takıldı; ufuk, Nil Nehri, uzak çöl tepeleri… hepsi şimdi bir resim kadar uzaktaydı ama birkaç dakika sonra, kendi gözleriyle görebilecekti.

Arenayı dolduran on binlerce kişi nefesini tutmuştu. Kuru, sıcak bir rüzgâr, kalabalığın fısıltısını taşıyordu. Davulların tok sesi, bir savaşın ritmi gibi gümbürdüyor, borular keskin ve tiz çığlıklar atıyordu. Giza Platosu’nun ortasında yükselen devasa roket, ateşi yutmaya hazır bir ejderha gibi dimdik göğe uzanıyordu.

Bir anda büyük gong, tüm sesleri yutan sağır edici bir gürültüyle çaldı.

Yükseltilmiş bir platformda duran görevli, kalabalığa sesini çelik gibi çarptı:

“Ey Kemet halkı! Bugün uçurtmaların, balonların ve kanatların günü değil, roketin günü! Bugün uçma yarışı değil, uzay yarışı başlıyor! İşte karşınızda, göklere yükselecek ilk insanlı roket!”

Kalabalık çığlıklarla coştu, alkış tufanı arenayı sarstı.

Görevli, roketi anlattı:

“Bu dev mızrak, 3 aşamalı silindirik alüminyum gövdesi, çelikten nozul, seramik kaplamayla güçlendirilerek yapılmıştır! Alüminyum tozu, potasyum nitrat ve su jelinden oluşan yakıtla doldurulmuştur. İçinde, bilgin Meritre oturuyor! Bir tavuk yerine, insanlığın onuru ve cesareti göğe yükselecek!”

Kalabalıktan şaşkınlık uğultusu yükseldi. ”Bir kadın mı?” “İçinde insan mı var?” Sesler birbirine karıştı.

O anda Kral Karmen, diğer kralların yanından kalktı. Uzun pelerinini rüzgâr dalgalandırırken elini göğe kaldırdı. Sesi, arenanın her köşesine yayıldı:

“Bugün tarihe tanıklık edeceksiniz! İlk kez, bir insan göğün kapısını aralayacak! Cesaretiyle bize ışık tutacak! İnsanlık, bu günden sonra artık eskisi gibi olmayacak! Fırlatma başlasın!”

Davullar daha sert, daha hızlı çalmaya başladı. Borular çığlık çığlığa yükseldi. Gözler roketin altına çevrildi;

Görevli elini havaya kaldırdı:

“Halkım! Hep bir ağızdan geri sayın! Onun yolculuğu yalnız Meritre’nin değil, hepimizin yolculuğu olacak!”

Meritre ”Hazırım,” dedi kendi kendine. Sesini kimse duyamazdı. Telsizi yoktu. Başında kaskı, üzerinde basınç tulumu yoktu, ama cesaretinin ağırlığı göğsünü sıkıyordu.

Görevli, uzaktan elini kaldırıp son kontrolleri işaret etti. Meritre, elleriyle minik kolları kavradı, gözlerini kapattı ve saymaya başladı:

On binlerce kişi, nefesleri bir olmuş gibi bağırdı:

“ON! DOKUZ! SEKİZ!...”

Davulların, boruların ve kalabalığın sesleri bir anda zihninde yankılandı. Dışarıda on binlerce insan nefesini tutmuş, gözleri gökyüzüne dikilmişti. Meritre, koltuk kemerini sıkıca kavradı; her bir teli, her bir vida, her bir mekanizmayı hissedebiliyordu.

“3… 2… 1… Ateş!”

Alt aşama patladı. 1.645 kilogramlık kütle, dev bir güçle onu yukarı doğru fırlattı. Göğsüne çarpan G kuvveti, nefesini kesiyor, kalbini sıkıştırıyordu. Ellerini koltuğa bastı, bacakları ağırlığın altında eziliyordu. Gözleri kapanmak istese de, dışarıdaki manzarayı görmek için açtı: kumlar ve arenadaki insanlar küçülüyordu, rüzgârın sesi, metalin uğultusuna karışıyordu.

Orta aşama, 1.135 kilogramlık katı yakıt, kısa bir patlama ile devreye girdi. Roket titredi, sarsıldı, ama Meritre havada süzülen bir kuş gibi kendini hissetti. Yerçekimsizliğin ilk dokunuşunu hissetti: kolları hafifledi, saçları yukarı doğru kalktı, nefesi yavaşladı. Bir an için, hem korku hem özgürlükle doldu; dünya ve ufuk, altındaki mavi Nil ile birlikte birbirine karışıyordu.

En üst aşama, 783 kilogramlık küçük ama güçlü blok, son bir itiş için ateşlendi. Roket bir ok gibi gökyüzüne fırladı, Meritre’nin kalbi göğsünden taşacak gibi atıyordu. Artık sadece metalin ve kendi iradesinin kontrolünde yükseliyordu. Gözlerinin önünde, ufuk, Nil, ve Afrika Olimpiyatları’ndaki kalabalık küçülüyor, uzaklaşıyordu.

24.9. İlk İnsan Uzayda

Ve artık, tamamen yerçekimsiz. Dünya'ya başka bir açıdan bakıyordu: altındaki çöller ve denizler, artık bir tablo gibiydi. Meritre, ilk kez kendi gözleriyle ufku ölçebilme heyecanını hissetti. Yanındaki kontrol paneline göz attı. Cihazlar hâlâ çalışıyordu: G kuvvetinin değişimini kaydediyordu. İlk patlamada 6 G’yi hissetmiş, şimdi ise 0 G’ye yaklaşmıştı.

Meritre koltuğundan kalkıp camdan dışarı baktı, gözleri yavaşça ufka kaydı. Altında çöl ve Nil Nehri’nin yeşil çizgisi vardı. Ufuk çizgisinde Nil kaybolmuştu; tam olarak düşündüğü gibi, ufkun altına giriyordu. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun gözle görülür kanıtıydı.

Daha uzağa baktığında, Akdeniz ve Kızıldeniz masmavi komple gözüküyordu; ama Güney Afrika kıyıları hâlâ ufkun altındaydı, görünmüyordu. Yani, gözlemleri ve dünyanın yuvarlaklığını doğruluyordu: Nil Nehri ufukta kayboluyor, Güney Afrika görünmüyordu; "Dünya yuvarlak" dedi. Meritre’nin kalbi heyecanla çarptı. Bu sadece bir gözlem değil, yıllardır merak edilen soruya kesin ve net bir yanıt demekti. İnsan gözüyle ve ölçümlerle birlikte, Dünya yuvarlak olduğuna kesin şekilde tanıklık ediyordu.

Tıpkı Ay ve diğer gezegenlerde gördüğü yuvarlak şekiller gibi, Dünya da gözleri önünde yuvarlak bir gezegen olarak duruyordu. Onu izleyen gözler, yıllarca sorulan ”Dünya düz mü, yuvarlak mı?” sorusuna kesin yanıt bulmuştu. Şaşkınlık, hayranlık ve hafif bir heyecan karışımı yüzüne yayıldı.

“Dünya, tıpkı Ay gibi yuvarlak. Nil Nehri ufkun arkasında kayboluyor, okyanus hafifçe kıvrılıyor. İnsan gözüyle doğrulanabilir.” dedi.

Yerçekimsizliğin verdiği özgürlükle, bir yandan ufku tarıyor, bir yandan cihazların verilerini kaydediyordu. Yerçekimsizliği denemek için minik hareketler yaptı. Elleriyle küçük objeleri havada fırlattı, yumuşakça süzüldüklerini gözledi. Notlarını hızla aldı: ”Kabarcıklar yuvarlak, birleşme süresi uzun, akışkan davranışı Dünya’dakinden tamamen farklı.”

Bu kısa ama yoğun 8-9 dakika, insanlık için dev bir adımın ötesinde, Meritre için tarifsiz bir keşif anıydı. Bu sürede yuvarlak dünyanın üzerinde gördüğü denizleri, nehirleri ve yeryüzü şekillerini çizdi. Yaptığı deneylerin ve ölçüm aletlerinin sonuçlarını yazdı.

Kabin hafifçe serbest düşmeye geçti. Dünya atmosferine girişte kızıl sıcaklıklar ve sürtünme ile parladı, ama dış gövde seramik kaplamalarıyla korundu. Meritre, hissettiği G kuvvetinin etkisiyle dişlerini sıkıca kapatıp, yalnızca cihazların okumasına odaklandı. Paraşüt açılmazsa nasılsa notlarımı aldım diye düşündü. ”Öğrenecek olduğumuz bilginin büyüklüğü karşısında hayatımızın ne önemi var ki” diye fısıldadı.

Ardından, paraşüt otomatik olarak açıldı. Kabin yavaşça süzüldü, çöl kumları yaklaşırken Meritre’nin yüzünde korku yerine gülümseme belirdi. Gözleri yerde kendisini bekleyen büyük kalabalığa kaydı.

Kumların üstüne yumuşak bir iniş yaptı. Meritre derin bir nefes aldı. Kabinden dışarı adım attığında, kalabalık ve kralların bakışları üzerindeydi.



24.10. Karşılama Töreni

Meritre, kabininden çıktığında, çöldeki iniş alanında büyük bir kalabalıkla karşılandı. Mısır’ın kralları, bilginleri ve halkı, bu tarihi anı kutlamak için toplanmıştı. Gökyüzünden inen bu cesur kaşifi selamlamak için davullar çalıyor, flütler melodilerle yankılanıyordu. Kral, altın işlemeli pelerinini dalgalandırarak ona doğru yürüdü. Meritre’nin elinden tuttu, yüksekçe bir platforma çıkardı. Meritre’ye altın işlemeli bir kaftan giydirdi ve başına zafer tacı taktılar.

Kral gür sesiyle ilan etti:

“Bugün gök kapısı açıldı! Bu kadın, bizlere yalnızca cesaret değil, bilginin kudretini de gösterdi! Meritre’nin adı ebediyen tarihe yazılacak!”

Kalabalık, ”Gökten gelen kadın!” diye bağırarak onu alkışladı. Meritre, ellerini kaldırarak sessizce teşekkür etti, gözleri hâlâ uzaydan dünyayı görmenin hayranlığıyla parlıyordu.



24.11. Bilginlerin Toplantısı

Ertesi gün, Giza'nın Kayıtlar Salonu içine büyük kütüphanede bir toplantı düzenlendi. Afrika’nın en büyük matematikçileri, gökbilimcileri ve filozofları, Meritre’nin gözlemlerini dinlemek için bir araya geldi. Salonda mumlar yanıyor, papirüs ruloları açılmış, kalemler hazır bekliyordu. Meritre, sakin ama kararlı bir sesle anlatmaya başladı:

“Uzayda, Dünya’yı bir tablo gibi gördüm. Nil Nehri ufkun altında kayboluyor, Akdeniz bir yay gibi kıvrılıyor. Güney Afrika kıyıları görünmüyordu. Bu, Dünya’nın yuvarlak olduğunun kesin kanıtı.”

Bilginler, notlar alarak başlarını salladı. Meritre, yerçekimsiz ortamda yaptığı deneyleri detaylandırdı: ”Su damlacıkları yuvarlak kabarcıklar oluşturuyor, havada süzülen objeler düz bir çizgide hareket ediyor. Yerçekimi olmadan her şey farklı.”

Toplantıda, Dünya’nın yuvarlak olmasının ne anlama geldiği tartışıldı. Bir gökbilimci, ”Bu bilgi, denizciler için yeni rotalar açar. Eğer Dünya yuvarlaksa, batıya yelken açarak doğuya varılabilir! Yuvarlak bir Dünya'da aynı yönde ilerleyen biri başladığı noktaya geri dönebilir” dedi. Bir matematikçi ise, ”Artık haritaları düz bir yüzeye değil, bir küre üzerine çizmeliyiz,” diye ekledi. Ticaret yollarının kısalacağı, yıldızların konumlarının daha iyi anlaşılacağı ve belki de yeni toprakların keşfedileceği konuşuldu.

Toplantının en heyecan verici anı, Uçma Sanatı Mektebinde 12 yaşında genç bir öğrenci olan Şarmaadat’ın ayağa kalkmasıyla geldi. Elinde bir ip ve ucuna bağlı bir taş vardı. İpi hızla çevirerek, ”Eğer bir cisim yeterince hızlı dönerse, yere düşmez. Tıpkı Ay’ın Dünya’nın çevresinde dönmesi gibi, biz de bir aracı Dünya’nın yörüngesine sokabiliriz!” dedi. Salonda bir uğultu yükseldi. Şarmaadat, devam etti: ”Bunun için ne kadar hız gerektiğini hesaplamalıyız. Ama önce, Dünya’nın çevresini tam olarak bilmeliyiz.”

Meritre, bu fikre hayran kaldı. ”Syene’de gölgesiz bir öğle vaktiyle, İskenderiye’de gölgenin açısını ölçersek bu iki şehrin mesafesini de ölçersek Dünya’nın çevresini bulmak için temel oluşturur.” dedi.

Syene ve İskenderiye arasındaki mesafeyi, gölgelerin açısını ve Dünya’nın çevresini hesaplamak için formüller yazıldı. Bir bilgin, papirüs üzerine şu denklemi çizdi:

Dünya’nın çevresi = (360° / gölge açısı) × mesafe

Bu hesaplama, yörüngeye bir araç yerleştirmek için gereken hızı bulmada ilk adım olacaktı. Şarmaadat, ”Eğer bir araç yeterince hızlı hareket ederse, Dünya’nın çekiminden kurtulmadan onun çevresinde dönebilir. Bu, gökyüzünden Dünya’nın her yerini sürekli gözlemlememizi sağlar! Dünyanın çevresinde dönen ve Dünya'ya hiç düşmeyen şehirler yapabiliriz” dedi.

Toplantıda, yörüngeye bir araç yerleştirmenin faydaları tartışıldı. Bir gökbilimci, ”Böyle bir araç üzerine yerleştirilecek teleskop, yıldızların ve gezegenlerin hareketlerini daha iyi gözlemleyebilir. Gökyüzü haritalarımız kusursuz olur,” dedi. Bir başkası, ”Hava durumunu önceden tahmin edebiliriz. Bulutların hareketini, fırtınaların gelişimini izleyebiliriz,” diye ekledi. Bir filozof ise daha ileri gitti: ”Belki de bu araçlar, başka dünyalara mesaj göndermemizi sağlar. Ya da başka dünyalardan gelen mesajları yakalar!”

Meritre, bu fikirlerin her birini dinlerken, uzayda geçirdiği kısa ama yoğun anları düşündü. ”Bir araç yörüngeye yerleşirse, sadece bilim için değil, insanlık için bir umut olur. Dünya’yı bir bütün olarak görebilir, sınırların ötesine bakabiliriz,” dedi.

Toplantı ilerledikçe, bilginler başka olasılıkları da gündeme getirdi:

Bir bilgin, yörüngeye yerleştirilen bir aracın, uzak şehirler arasında hızlı iletişim kurmak için kullanılabileceğini önerdi. ”Işık sinyalleri ya da yansıtıcı yüzeyler kullanarak mesajlar gönderebiliriz. Mısır’dan Atina’ya anında haber iletebiliriz!”

Bir mühendis, yörüngeye araç göndermek için daha güçlü roketler ve hafif malzemeler geliştirilmesi gerektiğini söyledi. ”Seramik kaplamalar işe yaradı, ama daha dayanıklı alaşımlar bulmalıyız. Alüminyum tozu yakıtından daha güçlü yakıtlar araştırmalıyız.”

Bir diplomat, bu başarının diğer medeniyetlerle paylaşılması gerektiğini önerdi. ”Yunanlar, Persler, hatta uzak doğudaki bilginlerle bir araya gelmeliyiz. Dünya’yı birlikte keşfetmeliyiz.”

Toplantı sona ererken, Meritre ayağa kalktı. ”Uzayda geçirdiğim kısa sürede, Dünya’nın ne kadar hassas ve güzel olduğunu gördüm. Onu korumalı, anlamalı ve keşfetmeliyiz. Bu sadece bir başlangıç. Gelecekte, belki de Ay’a, hatta daha ötesine gideriz.”

Salon alkışlarla doldu. Meritre’nin gözleri, ufka bakar gibi dalgındı. Uzayın sessizliği hâlâ kulaklarında yankılanıyordu.



24.12. Dünyanın Çevresi Hesaplama Ekibi

Kral Karmen, bilginlerin tartışmasını dikkatle dinledi. Bir süre sessiz kaldı; yalnızca mumların titreyen ışıkları yüzüne vuruyordu. Sonra ağır adımlarla ayağa kalktı. Sesi, taş duvarlarda yankılandı:

“Meritre’nin gördükleri, göz ardı edilemez. Dünya’nın yuvarlaklığını ispat etmek, yalnızca bilginin değil, krallığımızın da şanıdır. Bu yüzden Syene’ye bir sefer düzenlenecek! Orada gölgesiz öğle vaktinde ölçüm yapılacak, aynı anda İskenderiye’de gölge açısı kaydedilecek. Bu mesafeyi ölçün, açıyı hesaplayın. Bana Dünya’nın çevresini getirin!”

Salon bir anda alkış ve heyecanla doldu. Matematikçiler hesap araçlarını, mühendisler ölçüm düzeneklerini hazırlamak için fısıldaşmaya başladı. Meritre’nin gözleri parladı; yaptığı yolculuğun bir sonraki adımı, insanlığın elindeki en kesin sayıya dönüşecekti.

Kral elini kaldırdı:

“Ekip kurulacak, yol hazırlıkları başlayacak. Bu görev, yalnızca bir hesaplama değil, insanlığın göğe uzanan ikinci adımı olacak!”

Mumların alevleri sanki daha parlak yanıyordu. Toplantı böylece kapandı, fakat bilginlerin zihninde yeni bir yolculuğun kapısı aralanmıştı.

Roket fırlatmasını izleyen ve bilginlerin toplantısını bir köşede dinleyen Leeuwenhoek için kumaş ticareti artık teferruattan başka bir şey değildi. Bilimin içine çekilen Leeuwenhoek kendi kaderini yeniden yazmak istediğine karar verdi. Kuzeydeki ülkesinin, Delft şehrinden kumaş tüccarı olarak geldiği Kemet’te bilimin ve keşfin bir parçası olma arzusuyla yanıyordu.

...

24.13. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)

Sahara: "Nil-7, peki Meritre neden kendisini feda etmek istedi? Bir tavuğun gitmesine izin verseydi, yine de öğrenmiş olmazlar mıydı?"

Nil-7: "Sahara, tavuk görebilir ama anlatamaz. İnsanlık, bilgisini ancak kendi gözleriyle gördüğünde ilerletebilir. Meritre, bilginin değerinin hayatın riskinden bile büyük olduğuna inanıyordu."

Sahara: "Dünya’nın yuvarlak olduğunu görmeyi neden bu kadar istediler ki? Biz zaten biliyoruz. O zamanlar bilmemek çok mu kötüydü?"

Nil-7: "Bilmemek kötü değildir, küçük kız. Kötü olan, öğrenmeye çalışmamaktır. O çağda insanlar gökyüzüne bakıyor ama kesin bir cevap bulamıyordu. Meritre’nin cesareti sayesinde binlerce yıl sonra sen, Dünya’nın yuvarlak olduğunu biliyorsun. Yani onun seçimi, senin bilgisinin tohumuydu."

Sahara (biraz düşündükten sonra): "Yani bazen bir insanın tek bir kararı, binlerce yıl sonrasını değiştirebilir mi?"

Nil-7 (yumuşak bir tonla): "Evet, Sahara. Tıpkı bir tohumun toprağa düşmesi gibi… Küçük görünür ama büyüdüğünde koca bir ormanı değiştirir. Meritre’nin kararı da insanlığın zihninde büyüyen bir orman oldu."

Sahara (merakla): "Peki Nil-7… Eğer ben de büyüyünce bir şey keşfetmek istersem ama herkes bana ‘yapma’ derse… Ne yapmalıyım?"

Nil-7 (hafifçe başını eğerek): "İşte o zaman kalbine bakacaksın. Eğer isteğin yalnızca kendin içinse dikkatli olmalısın. Ama eğer insanlığın bilgisini, başkalarının geleceğini büyütmek içinse… Meritre’nin cesaretini hatırla. O zaman yolun sana açılır."

Sahara (uzun süre sessiz kaldı, sonunda gözleri parladı): "Ben de büyüyünce gökyüzüne çıkmak istiyorum. Belki Ay’a, belki yıldızların yanına… Tıpkı Meritre gibi."

Nil-7 (metalik sesi yumuşadı, adeta gülümsüyordu): "Ve belki bir gün senin hikâyen de başka bir çocuğa anlatılır, Sahara."
Yorum Yapın
Yorum yapabilmeniz için üye olmalısınız.
Yorumlar
© 2025 Copyright Edebiyat Defteri
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.

Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.
ÜYELİK GİRİŞİ

ÜYELİK GİRİŞİ

KAYIT OL