SAHRA'NIN UYANIŞI ve YÜKSELİŞİ: M.S. 8000 - M.Ö. 5000
Sahra Çölü, bugün dünyanın en kurak ve geniş çöl alanlarından biridir; ancak yaklaşık 15.000 ila 5.000 yıl önce bu topraklar göllerle dolu, otlaklarla kaplı ve yaşamla iç içe bir ekosisteme sahipti. B...
Kuzey rüzgârı, kervanın çanlarını karlı bozkırın sessizliğinde çınlatıyordu.
Tanrı Taşı’nın işaret ettiği yönden şaşmayan tüccar, bir yıldır göğsünü gere gere yürüyordu.
“Tanrı kuzeydedir!” diyordu her fırsatta.
Ne fırtına, ne açlık, ne de buzulların beyaz diyarı bu inancı sarsabildi.
Günler sonra, kurtların uğultusu karanlıktan yükseldi.
Kurtların gözleri karanlıktan parladığında kervandakiler birbirine yaslandı.
“Bu… bu kaç tane?” diye kekeledi gençlerden biri.
“Çok fazla!” diye bağırdı diğeri, kamçısını sallayarak.
“Meşaleleri yukarı kaldırın, belki korkarlar!”
Ama uğultu daha da yaklaştı. Tüccar, kervanın önünde haykırdı:
“Orada bir mağara var! Çabuk, oraya!”
Parlayan gözler etraflarını sardığında kervan, can havliyle donmuş bir mağaraya sığındı. Meşaleler yanıyor, nefesleri buhar gibi havaya karışıyordu.
Ama sığınak sandıkları mağaranın derinliklerinden koca bir gölge kıpırdadı. Meşale alevi yansıdığında, ayının koca kafası belirdi.
“Tanrım… bu defa da ayı!” diye fısıldadı biri.
Ayının kükremesi kayaları titretti.
“Koş! Daha derine, çabuk!” diye bağırdı tüccar.
Panikle daha derinlere koştular.
Ayının kükremesi, mağaranın duvarlarını çatlattı sanki.
Dar tünele girerken adamların biri sıkışıp kaldı:
“Geçemiyorum, çok dar!”
“Geç! Ezil de geç, yoksa ayı seni parçalayacak!” diye bağırdı arkadaki.
Tüccar ve adamları dar bir tünelden sürünerek geçtiler. Meşale kıvılcımları saçıldı, herkes nefes nefese sürünerek karanlığa aktı.
Meşalenin alevi, yeni bir odada taşları aydınlatınca hep birden durakladılar.
Yerlerde… kartopları vardı.
Adamlar şaşkınlıkla birbirlerine baktı. Birkaç kişi dayanamayıp ellerine aldılar.
“Kartopu mu bunlar?”
Kartopu diye fırlatılan taş, birinin alnını yardı. Kervandakiler donup kaldı.
Alnı kanayan adam taşı yerden alıp inceledi:
“Hayır… soğuk değil, taş gibi, erimiyor!”
Tüccar taşı eline alıp inceledi. Soğuk görünüyordu ama avucunu yakacak kadar da tuhaf bir ılıklığı vardı.
“Tanrı’nın gözyaşları…” diye fısıldadı.
Bir başka adam fısıldadı:
“Tanrı’yı bulamadık ama Tanrının gözyaşlarını bulduk…”
Tüccar ayağa kalkıp kervandakilere döndü:
“Bu taşlar gökten değil, yerin bağrından gelen işarettir.”
Kervandakilerden biri, merakla kartopuna benzeyen taşı kırıp suya attı.
Taş, ağır ağır dibe çöktü. Suyun içinde neredeyse görünmez oldu.
Adam şaşkınlıkla fısıldadı:
“Kayboldu… gözden silindi!”
Tüccar taşı tekrar sudan çıkardı, parmaklarının arasında çevirdi.
“Hayır… hâlâ burada. Sadece gözlerimizden saklandı.”
Taş, beyazımsı ve camsı yüzeyiyle meşalenin alevinde parlıyordu. Yarı saydam görünümü, sanki buzmuş gibi bir aldatmacaydı. Ama soğuk değildi. Dokunduklarında hafif, pürüzsüz ve garip bir sessizlik taşıyordu.
“Bu, Tanrı’nın gizlediği bir ateş olabilir…” dedi tüccar.
Kervancı başı şaşkınlıkla:
“Buz gibi görünüyor, ama içinde başka bir sır saklıyor.”
Adamlar taşlardan çuvallara doldurdular. Mağaranın derinliklerinde kurtlardan ve ayıdan kurtulmuşlardı, ama artık geri dönmeyi düşünmüyorlardı. Onlar için yol belliydi: Tanrı kuzeydedir.
Günler sonra, donmuş denizleri aşıp bilinmeyen topraklara yürürken, güneye yürüyen bir kervanla karşılaştılar. Tüccar bir mektup yazıp verdi.
Kalemi soğuktan titriyordu, ama satırlarında inancı berraktı:
“Ey Kemetliler. Biz Tanrı taşının gösterdiği yöne, Tanrı’ya doğru yürümeye devam ediyoruz. Yolumuz Urallar'ın buzullarına vardı. Sibirya'ya ilerliyoruz. Burada bir mağarada kartopuna benzeyen taşlar bulduk. Kartopuna benzerler ama buz değildirler, erimezler. Soğuk gibi görünürler ama ılıktır, sanki içinde ateş gizlidir. Bu taşların araştırılmasını rica ederim. Belki Tanrı'nın göz yaşlarının sırrı bunlardadır.”
Taşların bir kısmını ve mektubu, Afrika’ya giden bir kervancıya teslim etti.
“Eğer geri dönmezsek, bunları Kemet'e ulaştır. Taşları Kayıtlar Salonu’na götürsünler.”
Kervancı başını salladı, paketleri aldı.
Tüccar ve adamları ise kuzeye yürümeye devam ettiler. Onları bir daha kimse görmedi.
Ama yıllar sonra, o paket Kayıtlar Salonu’nun mermer raflarına yerleştirildi.
Ve ”Tanrının Gözyaşları” adı verilen bu beyaz Kriyolit taşları, medeniyetin kaderini değiştirecek alüminyum devriminin ilk adımı olacaktı.
18.2. Boksit - Alümina Keşfi (M.Ö. 3086)
Salimatou'nun Gözyaşları
Salimatou, Gine'nin Fouta Caddhi dağlarının eteklerinde, toprağın kan kırmızısı aktığı bir köyde gözlerini dünyaya açtı. Babasının gölgesi, henüz küçücük bir kızken silinip gitmişti hayatından. Annesi, balıkçı teknesinin asla geri dönmediği o fırtınalı günden sonra, Salimatou'yu tek başına büyütmek zorunda kalmıştı. Her bir hasır telinde, her bir yer fıstığı tanesinde Salimatou'nun geleceğine dair umutlar saklıydı. Annesi her şeye rağmen, "Baban şimdi küçük bir uçan balık," derdi. "Özgürlüğü bulmak için kanat çırpıyor, deniz ve gökyüzü onun evi oldu." Bu sözler Salimatou'nun kalbindeki acıyı bir masala dönüştürüyordu.
Salimatou, köy meydanında söylenen her türküyü, her ağıdı kalbinin en derinlerine kazırdı. Davulun ritmi onun nefesi, sesi ise ruhunun yansımasıydı. Köyde herkes, "Bu kızın sesi rüzgarın bile fısıltısını taklit ediyor," derdi. Ama Salimatou'nun kalbi, sadece köyünün sınırları içinde atmakla yetinmiyordu. O, babasının ruhunun ulaştığı gökyüzüne doğru, sesinin dağların ötesine, kilometrelerce uzağa ulaşmasını hayal ediyordu. Onu Afrika olimpiyatlarına götüren bu umuttu işte; bir fısıltının bile tarihin akışını değiştirebileceğine olan inancıydı.
Yolculuğa çıkmadan önce annesi, küçücük bir kese uzattı ona. Gözleri sevgiyle doluydu, sesi titriyordu: "Yolunda gördüğün her güzel şeyi içine koy. Unutma, onlar seni bizden, evinden uzaklaştırmasın. Sesin göğe ulaşsa da kalbin her zaman bu torbada, bizimle kalsın."
Salimatou, annesinin sözlerini hiç unutmadı. Yol boyunca, her adımında, her nefesinde torbasına bir hatıra ekledi. Kimi gün ağır sıcakta yürüdüğü, umutsuzluğa kapıldığı anlarda elini torbasına atıp o küçük taşlara, kurumuş yapraklara dokundu. Bir gün, yolun kenarında öyle bir taş buldu ki, diğerlerinden farklıydı. Soğuktu, pürüzsüzdü ve içinde kırmızımsı damarlar vardı. Sanki güneşin son ışıkları donup kalmıştı o taşın içinde. "Bu bana şans getirir," diye fısıldadı kendi kendine ve o taşı kalbinin en kıymetli hazinesiymişçesine torbasına koydu. O an bilmiyordu; o taş, aslında "Sahra'nın Gözyaşı"ydı. O taş, Salimatou'nun masum kalbinin seçimiyle, binlerce yıldır süren bir arayışın kayıp halkasını tamamlayacaktı.
Mağaranın Yankılanan Sırrı
Nil’e doğru ilerleyen kervan, yorucu bir yolculuktan sonra kayalık bir vadide mola verdi. Salimatou ve yaşıtları çevreyi keşfederken, kayaların arasında karanlığa açılan bir açıklık gördüler.
“Bir mağara!” diye bağırdı Salimatou, gözleri parlayarak.
Çocuklar, kahkahalar atarak içeri koştular. Serinlik, yorgun bedenlerini sardı. İçerideki damlayan suların sesi, bir davul ritmi gibi yankılanıyordu. Taşların arasında yosun gibi yeşilimsi bir parıltı vardı; kokusu hafif küflü ama tatlıydı. Kokusu toprağın ve tarihin kokusuydu.
“Ben sana bir hikâye yazdım. İlk cümlesine "sen"i sakladım,
sonuna "biz"i bırakmak istedim. Ama sen kapağını bile aralamadın.”
Arkadaşları da eşlik etti. Sesleri mağaranın taş göğsünde çoğalarak büyüdü, sanki binlerce çocuk aynı anda söylüyordu.
Kervanın tüccarlarından aldıkları kırmızımsı toprak boyaları ellerine sürdüler. Küçük ellerini duvara bastılar, spiral ve av sahneleri çizdiler. Salimatou da kendi elini bastı,
“Burada şarkı söylersek yankılanır,” dedi birisi. Gerçekten de sesleri mağaranın kıvrımlarında çoğalarak geri döndü. Salimatou kahkaha atarak ellerini çırptı, ardından mırıldanarak şarkıya başladı:
Daha derinlerdeki küçük bir oyukta su birikintisi buldular. Üzerinde incecik yeşil parıltılar dans ediyordu. ”Baksana, yıldızlar gibi ışıldıyor!” dedi Salimatou. Ama kimse, oradaki küçük canlıların ve suyun kimyasının binlerce yıl sonra bile yaşam izleri taşıyacağını bilmiyordu.
Kervan yeniden yola koyulunca, çocuklar ellerindeki boyaları mağaradaki sudan yıkadılar. Gülüşerek geri döndüler. Onlar için bu sadece masum bir oyundu. Ama duvarlarda kalan o küçük ellerin izleri ve mağaranın kalbinde yankılanan o şarkının fısıltısı, binlerce yıl boyunca sessizce uyuyacaktı. Ta ki M.S. 8000'de, Sahara'nın robotu Nil-7 aynı mağaranın eşiğini geçene kadar.
Kemet’in Şenlikleri
Günler sonra kervan Kemet’in görkemli başkentine ulaştı. Olimpiyat şenlikleri başlamıştı: meydanda kervanlar mallarını sergiliyor, şairler sözleriyle büyülüyor, dansçılar adımlarını davul seslerine uyduruyordu. Gökyüzünde süzülen kanatları, balonları ve uçurtmaları hayranlıkla izledi. Atsız araba yarışlarında heyecanlandı.
Ertesi gün, kalabalığın arasından küçük bir kız sahneye çıktı. Yaşı küçüktü ama gözlerinde kocaman bir cesaret vardı. Adı Salimatou’ydu. Elindeki davulu hafifçe çaldı, gülümsedi ve şarkısına başladı:
“Ben sana bir hikâye yazdım. İlk cümlesine "sen"i sakladım, sonuna "biz"i bırakmak istedim. Ama sen kapağını bile aralamadın.
Okumadığın bir hikâyede bekliyorum seni. Bir kuyunun başında, Mehlika’yı değil, seni bekleyen o sekizinci genç gibi. Belki de hiçbir zaman gelmeyeceğini bile bile.
Ben seni sayfa sayfa sevdim. Her cümlede biraz daha düştüm sana, sen ise hiç bakmadın bile harflere. Kalbimin kenarına iliştirdiğim o ‘okunmamış’ etiketini yırtmadın. Oysa ben seni okumadan ezberledim.
Bir gün sen de o hikâyeye dokunur musun bilmiyorum. Ama ben, bir aşkın hiç okunmamış halini yaşadım. Sessizce, senden habersizce...
Sen gelmedin; sayfalar sarardı, toz tuttu kenarlarında umutların. Yine de her gece lambayı yakıp bir iki satır daha ekledim, sanki sen okuyacakmışsın gibi, sanki bir gün kapağı aralayacakmışsın gibi
Sonra ben bambaşka satırlarda kayboldum. Orada senin adının yazmadığı cümleleri aradım, Kokunu taşımayan rüzgârların estiği yollarda gezindim.
Bil ki, her kayboluşumda sen çıktın satırlarda, Uzun bir paragrafta seni fısıldayan bir isim buldum, Kalem tükendiğinde senin hikâyenin kıyısında durdum.
Sayfalar arasında kayıp bir ses gibiyim; Bazen bir virgülün ardında seni bekledim, Bazen de noktanın soğukluğunda donup kaldım.
Gecenin mürekkebiyle yazdım seni gizlice, Sabahın silgisiyle usulca sildim ama iz kaldı, O izlerde yürüdüm, adımlarım hep sana çıktı.
Eğer bir gün ellerin o eski kapağı aralarsa, Bil ki ben hâlâ oradayım, kitabın sonunda, Okunmadan geçilen bir sonsöz gibi.”
Başlangıçta halk sessizdi. Sonra melodinin hem hüzün hem umut taşıdığını fark ettiler. Alkışlar, tezahüratlar yükseldi. Küçük kızın sesi, meydanın taş sütunları arasında yankılanarak büyüdü.
Gösteriden sonra kervanın başındaki tüccar hediyelerini sundu. Yüklerinin arasında kırmızımsı taşlar vardı. Güneş ışığında parlayan taşlar bilginlerin dikkatini çekti.
“Bu sıradan değil,” diye mırıldandı bir bilgin. ”Çölün Gözyaşları gibi… Sanki güneşin teri bunların içinde donmuş.”
O taşlar Kayıtlar Salonu’na götürüldü. Henüz kimse bilmiyordu ama alümina bakımından zengin bu taşlar, gelecekte Kemet’in göğe yükselme hayalini besleyecekti.
Ve işte o gün, Afrika’nın en batısındaki küçük bir köyden çıkan bir kızın şarkısıyla birlikte, tarihin yönünü değiştirecek bir cevher Kemet’in kalbine girmiş oldu.
Şenliklerin En Büyük Ödülü
O gün şenliklerde sadece dansçılar, şairler değil; şarkıcılar da yarışıyordu. Kemet’in en güzel sesleri sahneye çıkmıştı. Ama Salimatou’nun türküsü bittiğinde meydanda bir sessizlik oldu; ardından bütün kalabalık ayağa kalktı.
Jüri tereddüt etmeden karar verdi: ”Birinci, Gine’den gelen küçük kız!”
Kalabalık alkışlarla yol açtı. Kral ağır adımlarla sahneye çıktı, altın işlemeli cüppesinin içinde dimdik duruyordu. Küçük kız titreyen ellerini uzattı, kral gülümseyerek ona ödülünü verdi: göğün mavisini simgeleyen bir tılsımlı kolye.
“Bu ses yalnızca dağları değil, kalpleri de aşmış,” dedi kral. ”Senin şarkın Kemet’in tarihine yazılacak.”
Salimatou o an, yalnız annesinin değil, bütün Afrika’nın umudunu taşıdığını hissetti.
18.3. Unutulmuş Taşlar (M.Ö. 3084)
İki yıl geçmişti.
Kemet’in başkentinde Nil kıyısında, akıntıyla dönen devasa tahta tekerleklerden yapılmış bir düzenek gece gündüz uğulduyordu. Manyetit bloklarının çevresine sarılmış bakır teller, suyun gücüyle dönüyor, elektrikli atsız arabalar için ve kayıtlar salonunda görevli bilginlerin çalıştığı laboratuvar için elektrik üretiyordu.
Sarayın avlusunda ilk elektrikli araba sessizce ilerliyordu. Ne at ne öküz… Sadece tekerleklerin gıcırtısı ve motorun hafif uğultusu. Halk hayretle bakıyor, çocuklar arabanın arkasından koşuyordu.
“Bakın!” diye bağırıyordu biri. ”Atsız araba gidiyor!”
Ama bu yeni dünyanın en sessiz köşesi Kayıtlar Salonu’ydu.
Taş rafların arasında, papirüs tomarlarının, mühürlü kavanozların arasında bir dolap vardı. Kimsenin uğramadığı bu dolabın içindeydi unutulmuş paketler: kuzeydeki tüccarın gönderdiği Tanrının Gözyaşları, ve batıdan gelen küçük kızın getirdiği Çölün Gözyaşları.
Üzerinde toz kalınlaşmıştı. Çuvalların ağzındaki mühürler neredeyse çözülmek üzereydi.
Bir gün, genç bir bilgin aradığı eski bir kutuyu açtığında, mektup ve taşlar eline takıldı. İçindeki beyazımsı taşları görünce mırıldandı:
“Bunlar… neydi?”
Bir köşede unutulmuş notu buldu:
“Tanrının gözyaşları… Çölün gözyaşları…”
18.4. Metaller Konuşan Adam
Kayıtlar Salonu geceleri bambaşka bir dünyaya dönüşüyordu. Gündüzleri bilginlerin ve öğrencilerin uğultusuyla dolan o koca mekân, şimdi yalnızca çıtırtılarla, duvarlardaki yağ lambalarının titrek ışıklarıyla yaşıyordu.
Bilginlerden yalnızca biri kalmıştı içeride: Nehsi. Halk arasında ona ”Simyacı” derlerdi ama aslında simya peşinde değil, hakikatin peşindeydi. Yine de, metallerle konuştuğunu iddia ettiği için kimileri ona deli gözüyle bakıyordu.
O gece elinde bir parça demir ve bir parça bakır vardı. Sessizliği bozacak ilk kıvılcımı kendisi yaktı; iki metali birbirine sürttü.
Ve işte o an, ince bir uğultu yükseldi. Nehsi’nin gözleri büyüdü.
“Yine başladı…” diye fısıldadı. Ellerindeki metallerden ses geliyordu.
Demir kükreyen bir tonla konuştu:
“Ben geldiysem yıldızın işi bitmiş demektir! Benden sonrası yok! Beni doğuran yıldız, kendi mezarını kazıyordur.”
Nehsi korkuyla metalleri yere düşürdü. Sırt üstü yuvarlanarak koca rafların arasına savruldu. Göğsü hızla inip kalkıyordu.
“Hayır… hayır bu bir rüya değil… gerçek bu!”
Birden Bakır ince, melodik bir sesle konuştu:
“Kardeşim kadar sert değilim ben. Ama unutma, benim tellerimden geçersen ışık olur, kıvılcım olur, ses olur. İnsanlar benim içimdeki şarkıyı daha yeni duymaya başladı…”
Nehsi’nin alnından ter süzülüyordu. Ayağa kalktı, metallerin yanına eğildi. Ellerini titreyerek tekrar aldı.
”Siz… siz yıldızlarda mı doğdunuz? Bana neden konuşuyorsunuz?”
Kayıtlar Salonu’nun taş duvarları onun sesiyle yankılandı.
O anda içeriden başka bir ses, neredeyse bir nefes gibi geldi. Bu kez altının alaycı fısıltısıydı:
“Ben kolay bulunmam, Simyacı. Yıldızların birbirine çarpması gerek. Ben kaosun, felaketin çocuğuyum. O yüzden herkes peşimde…”
Nehsi dizlerinin üzerine çöktü. Ellerini yüzüne kapadı.
“Ya aklımı kaybettim ya da evrenin hafızası bana açılıyor. İkisi de aynı kapıya çıkıyor.”
Derken, rafların bir köşesinde unutulmuş küçük bir kese gözüne ilişti. İki yıl önce Gine’den gelen kızın bıraktığı taş… ”Çölün Gözyaşı”.
Nehsi taşı eline aldı. Bu kez ses farklıydı.
Alümina konuşuyordu:
“Ben ateşle birleşirsem, içimden yeni bir metal doğar. Ben göğe aitim ama yeryüzünde saklıyım. Beni çözersen, kanatlarını gökyüzünde açabilirsin…”
“Bu… bu işte! Yıldızların dili… metallere yazılmış bir sır!”
Şafak vakti Nil’in kıyıları sisle kaplıydı. Kayıtlar Salonu’nun kapısından çıkan Nehsi’nin gözleri kan çanağına dönmüştü. Bütün gece boyunca tek bir an bile uyumamıştı. Çölün Gözyaşı hâlâ göğsünde, kesesinin içinde duruyordu.
Adımlarını hızlandırdı. Tapınağın taş merdivenlerini çıkarken kendi kendine mırıldandı:
“Ya deliyim… ya da sadece bana özel açılan kapıdan bakıyorum.”
Büyük avluda başbilgin Enlil-Hotep, yanına rahiplerden ikisini ve bir şifacıyı almış, günün meselelerini konuşuyordu. Nehsi, nefes nefese onların önünde eğildi.
“Efendim! Gece… metaller benimle konuştu.”
Rahiplerden biri kaşlarını çattı:
“Yine mi başladı bu hezeyanların, Nehsi? Cinlerin oyunudur bu!”
Ama başbilgin elini kaldırdı. Sesi sakindi, merakla doluydu:
“Durun. Anlat bakalım. Ne dedi metaller sana?”
Nehsi elleriyle havada şekiller çizerek anlattı:
“Demir yıldızların ölümünü fısıldadı. Altın, kaosun çocuğu olduğunu söyledi. Bakır… tellerinden ışık doğacağını söyledi. Ve sonra…”
Eli göğsüne gitti. Küçük keseyi çıkardı.
“…ve sonra bu taş. İki yıl önce Gine’den gelen kızın bıraktığı taş. O da konuştu! Bana dedi ki, içimden yeni bir metal doğar, eğer ateşle birleşirsem.”
Rahipler homurdanmaya başlamıştı.
“Taşların konuştuğunu söylemek… deliliktir.”
“Cinlere çarpılmış bu!”
O sırada sessizce dinleyen şifacı kadın söze girdi. Sesi yumuşaktı, ama kelimeleri ağır ağır döküldü:
“Nehsi… Son zamanlarda yaşadığın düşünce ve algı değişimleri, çevrenle kurduğun ilişkilerdeki kopukluklar ve gerçeklik algında yaşanan dalgalanmalar… Bunlar bazı özel bir zihinsel hâlin işaretlerine benziyor. Bu hâl, kişinin zaman zaman kendi iç dünyasıyla dış dünya arasındaki sınırı kaybetmesine yol açabilir. Atalarımız bu tabloyu uzun süredir tanır, biz de böyle durumlarda farklı yollarla destek oluruz. Senin yaşadıkların da buna çok benziyor.”
Rahiplerden biri hemen araya girdi:
“Yani, bütün bunlar bir hastalıktan mı ibaret?”
Şifacı başını iki yana salladı:
“Hayır. Bu hâl, bazen lanet, bazen de lütuf olabilir. Kimileri karanlığa gömülür, kimileri ise ışığı duyar. Belki de Nehsi’nin duydukları, bizim kulaklarımızın işitmeye alışık olmadığı bir hakikatin yankısıdır.”
Başbilgin Enlil-Hotep, dudaklarında ince bir tebessümle Nehsi’ye baktı:
“Öyleyse delilikle bilgelik arasında çok ince bir çizgide yürüyorsun. Belki de aradığımız cevap tam da o çizginin üzerinde.”
Başbilgin ve simyacı büyük avludan ayrılıp birlikte yürümeye başladılar. Kayıtlar Salonu’nun taş koridorlarına geldiklerinde iki bilginin ayak sesleri yankılanmaya başladı. Duvarlardaki meşaleler, uzun gölgeler çiziyordu. Ağır adımlarla koridorun sonundaki laboratuvara girerken, Nehsi hâlâ dalgın bakışlarla yürüyordu.
Enlil-Hotep konuştu:
“Nehsi… Senin ‘delilik’ dedikleri şey, belki de Tanrı’nın sana verdiği bir yetenek. Bu yetenekten faydalanmamız gerek. Taşların sana fısıldadıklarını bana söyle. Neler anlattılar sana?”
Nehsi gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Masanın üzerindeki beyaz taş parçalarına dokundu. Bir an sessizlik oldu… sonra sanki uzaklardan yankılanan sesleri işitir gibi kekeleyerek konuşmaya başladı:
“Onlar… bana dünyanın doğumunu anlattılar. Demir dedi ki: ‘Ben yıldızın son nefesiyim. Benden sonrası yok.’ Oksijen fısıldadı: ‘Nefes alıyorsan bana borçlusun.’ Ve altın… ah, altın! O dedi ki: ‘Ben ancak yıldızlar çarpışınca doğarım. Bu yüzden nadirim, kıymetliyim.’ ve tüccarın tanrının gözyaşı dediği taşlar...”
Başbilgin dikkatle dinliyordu. Nehsi’nin konuşması duraksayınca elini omzuna koydu:
“Evet, hatırladım. Tüccarın kuzeyden buzullarından gönderdiği taşlar. Tanrının gözyaşı dediği taşlar, onlar sana ne söyledi?”
Nehsi, taşlardan birini avucuna aldı. Bir süre sessizlik oldu. Sonra dudakları titredi:
“Bana diyor ki: ‘Görünüşüm öyle soğuk ki, ilk keşfedildiğimde insanlar beni kartopu sandı. Ama ben sıradan bir taş değilim. Ben, yalancı gümüşün doğum sancılarını hafifleten bir yardımcıyım. Beni eklediklerinde, çölün gözyaşlarının erime noktası düşer.’”
Başbilgin Enlil-Hotep'in gözleri parladı.
“Öyleyse bunu açığa çıkaracağız. Petrol gazından çıkardığımız ateşimiz var, fırınlarımız var… ve artık elektriğimiz de var. Nil kıyısındaki dinamo çalışıyor. Basınç tüplerimizde gaz depoladık. Her şey hazır. Bu taşın sırrını çözmek için… senin kulaklarına ihtiyacımız var, Nehsi.”
Nehsi ürperdi, ama aynı zamanda gururluydu:
“Ben yalnızca taşların söylediklerini aktarırım. Onları anlamak için sizinle birlikte çalışmamız gerekli efendim.”
Enlil-Hotep gülümsedi:
“Öyleyse başlayalım. Belki de bu gece, medeniyetimizin en parlak gecesi olacak.”
Meşaleler titredi. İki bilgin, tarihin en büyük deneylerinden birini başlatmak üzereydi.
18.5. DENEY BAŞLIYOR
Kayıtlar Salonu’nda gece ağır ağır iniyordu. Meşalelerin titrek ışığı taş duvarlara yansıyor, gölgeler dans ediyordu. Başbilgin ve Simyacı, uzaklardan gelen kervanların getirdiği paketleri açtılar.
İçinde bir mektup ve kartopuna benzeyen taşlar vardı. Tüccarın notu: ”... Belki Tanrı'nın göz yaşlarının sırrı bunlardadır.”
Nehsi taşları eline aldı. Avuçlarının arasındaki taş… tuhaf bir ılık enerji yayıyordu, sanki içinde sessiz bir nefes taşıyordu. Nehsi dudaklarını araladı:
“O zaman doğru yoldayız. Kriyolit, yalancı gümüşü eritecek ısıyı düşürüyor olabilir, öyleyse deneylerimiz artık mümkün. Nil kıyısındaki dinamomuz hazır. Hem ısıtacağız hem elektrik vereceğiz.”
Nehsi avuçlarını taşların etrafında gezdirdi. Taş sanki titreşiyordu, küçük bir fısıltı duyuldu:
“Isı yüksek… ama tek başına yetmez. Akım gelirse… metal doğar…”
Enlil-Hotep kafasını salladı, elini Nehsi’nin omzuna koydu:
“Dinle Nehsi. Taşın söylediklerini anladın. Artık yalancı gümüşün sırrı bizim elimizde. Ama dikkatli olmalıyız. Her kıvılcım, hem bilgi hem tehlike taşıyor.”
Nehsi taşları masaya koydu. Meşale ışığında, beyaz ve camsı yüzeyleri parlıyordu. Kayıtlar Salonu sessizdi ama bir enerji doluydu. Taşlar, elektrik ve iki bilgin… tarihin en büyük deneyine hazırdı.
18.6. Yalancı Gümüş’ün (Alüminyum) Doğuşu
Nil Nehri’nin kıyısında rüzgâr, palmiye yapraklarını hışırdatıyor, suyun akıntısı dinamonun dişlilerini döndürüyordu. Tüpler, bakır teller ve manyetit taşlarıyla örülmüş basit ama güçlü bir sistem, laboratuvarın damarlarında elektrik akıtıyordu.
Nehsi, başbilginle birlikte laboratuvarın ortasında duruyordu. Önlerinde basınçlı tüpler ve seramik potalarla dolu bir düzenek vardı.
“Her şey hazır mı?” diye sordu başbilgin, gözlerinde hem merak hem de hafif bir kaygı.
“Evet,” dedi Nehsi, elleri titreyerek alümina ile kriyolit karışımını tüpe boşaltırken. ”Taşlar burada iki yıl unutuldu… şimdi zamanı geldi.”
Tüplerin kapağı sıkıca kapatıldı. Kömür ateşi yükseldi; tüplerin etrafı taş ve kille izole edilmişti. İçerideki karışım, yavaş yavaş kızarmaya, hafif bir ışıltı vermeye başladı.
Nehsi derin bir nefes aldı, parmaklarını gerdi, ve telleri bağladı. Birden karışımın içinden hafif, titrek bir ışık parlamaya başladı.
Basınçlı tüplerden yükselen ılık buhar laboratuvarı dolduruyor, Nil Nehri’nin kıyısından gelen hafif rüzgâr taş ve seramikle çevrili odada uğuldayan bir melodi gibi çarpıyordu.
“Görüyor musun?” diye fısıldadı başbilgin. “Bu… bu gerçek olabilir.”
Tüpten yükselen sıcak hava avuçlarını yakıyor gibiydi ama o ışık… sanki yıldızların kendi nefesi gibiydi. Nehsi, bir an için durdu. Kalbi hızlı hızlı çarpıyordu.
Ve sonra… sıvı metal karşısında parladı. "Parlak ve garip bir şekilde büyüleyici."
“Başbilgin,” dedi, sesi titreyerek, ”bunu… şekillendirebilir miyiz?”
Başbilgin, gözlerini metalden ayırmadan cevapladı:
“İstersek… ama dikkatli ol. Henüz sıcak ve hassas.”
Nehsi, eline aldığı bir küçük döküm kalıbına metalin bir kısmını dikkatlice döktü. Sıvı, kalıbın içinde hafifçe kaydı, parladı ve sonra yavaşça sertleşmeye başladı.
“Başardık mı?” diye sordu Nehsi.
Nehsi, ilk kalıp denemesinden çıkan parlak metal parçasını laboratuvarın masasına koydu. Güneşin ışığı, metalin yüzeyinde küçük bir yıldız gibi parlıyordu. Soğumasını bekleyip eline aldı.
Başbilgin başını salladı. ”Başardık. Artık tarihin yönünü değiştirecek ilk metal, bizim ellerimizde.”
“Bu… hafif,” dedi Nehsi, parmağını değdirerek. ”Hiçbir metal böyle hissettirmemişti.”
“Dikkat et,” dedi, ”bu metalin sırrını anlamalıyız. Hafifliği sayesinde, gelecekte uçan makineler, köprüler… belki de gökyüzüne ulaşan yapılar için kullanılabilir.”
Nehsi, metalin bir parçasını elinde çevirirken, fısıldadı:
“Ve… hissediyor musun? Sanki bu metal konuşuyor… bana geleceği söylüyor.”
“Bak Nehsi,” dedi başbilgin, işaret parmağını metalin yüzeyine hafifçe bastırarak. “Parlaklığı… hafifliği… bu metal… sıradan hiçbir şey değil. Yalancı gümüş, bizim dünyanın yıldızlarından bir parçası.”
Başbilgin gözlerini kısıp başını salladı. ”Doğru… bu, yıldızların hediyesi. Ama bizim dünyamız için.”
Nehsi, metale hayranlıkla baktı, fısıldadı:
“Yalancı gümüş… Altın yapamadık ama yalancı gümüş yaptık.… bunun da kendi yıldız ışığı var. işte burası bizim ilk adımımız.”
Başbilgin, tüplere bakarken bir gülümseme ile devam etti:
“Ve düşün… iki yıl önce Kayıtlar Salonu’na gelen taşlar olmasaydı, bu parlaklığı hiç göremezdik. Tanrının gözyaşları (Kriyolit)… Çölün gözyaşları (Alümina)… ve senin özel yeteneğin.”
“Belki de öyledir. Metal, taş, yıldız… her şey bir araya gelince, evrenin sırları görünür olur. Artık geri dönüş yok. Yalancı gümüş, bizim ellerimizde, dünyaya kazandırılmayı bekliyor.”
O gece, laboratuvar sessizliğe gömüldü. Fakat parlayan metalin hafif ışığı, sanki Nehsi ve başbilginin ufkunu aydınlatıyordu. Yalancı gümüş, ilk kez şekil almıştı; ama daha anlatılacak, gösterilecek ve büyütecek çok hikâyesi vardı.
18.7. KRALA SUNUM
Sabah güneşi, Kayıtlar Salonu’nun taş duvarlarına kırmızımsı bir ışık serpti. Adam, elindeki tepsideki yalancı gümüşe son kez bakarak derin bir nefes aldı. Taht odasına girdiğinde Kral Karmen, altın ve değerli taşlarla süslü tahtında oturuyordu. Gözleri metalin üzerinde takılı kaldı.
Kral Karmen: ”Bu… ne demek istiyorsun? Hafif, parlak ama altın değil?”
Başbilgin Enlil-Hotep: ”Efendim, bu metal… Henüz saf haliyle yeni keşfedildi. Biz onu ‘yalancı gümüş’ olarak adlandırdık. Altından daha hafif, gümüşten daha dayanıklı. Ama parlaklığı, büyüsü ve geleceği var.”
Kral Karmen: ”Nasıl yaptınız bunu? Ateş mi, sihir mi?”
Başbilgin (gülümseyerek): ”Sihir değil, akıl ve sabır. Kayıtlar Salonu laboratuvarında denedik, sıcaklık, basınç ve elektrikle… bu metal, batının taşından, kuzeyin taşının çözeltisinde ortaya çıktı.”
Kral Karmen (kaşlarını çatarak): ”Peki ya kullanım alanı? Ne işe yarar?”
Başbilgin: ”Yalancı gümüş, gerçek gümüşten 4 kat hafiftir. Hafifliği, dayanıklılığı ve iletkenliği sayesinde pek çok yerde vazgeçilmez bir malzeme haline gelebilir. Demir ile yaptığımız araçlardan 3 kat daha hafif araçlar yapabiliriz. Uçan araçların gövdelerini bu metalden yapmak büyük avantajlar sağlar. Daha az yakıtla daha uzun mesafeler kat edebiliriz.”
Kral Karmen (merakla): ”Ve bunu çoğaltmak mümkün mü?”
Başbilgin: ”Teorik olarak evet, efendim. Ama büyük fırınlar, elektroliz hücreleri ve doğru mineraller gerekiyor. Henüz sınırlı miktarda üretebiliyoruz.”
Kral Karmen: ”Peki, güvenir miyiz buna? Yani ateşle, suyla, zamana karşı dayanır mı?”
Başbilgin: ”Efendim, bu metal hafif ama dayanıklı. Pas tutmaz, erimez, uzun ömürlüdür. Doğru kullanılırsa nesiller boyunca kullanılabilir.”
Kral Karmen (başını sallayarak): ”Demek ki geleceğin metali… Anladım. Kayıtlar Salonu’ndaki bilim insanları üzerinde çalışsın. Bolca üretilmesini sağlayacak gerekli deneyleri yapsınlar, kullanımını test etsinler. Beni sonuçlardan haberdar edin.”
Başbilgin: ”Elbette. Başbilgin Nehsi ve ben, laboratuvarımızda denemelere başlayacağız. Yalancı gümüşün sırlarını çözmek için tüm imkanlarımızı kullanacağız.”
Kral Karmen (parmaklarını birbirine sürterek): ”O zaman çalışın. Bu metal, Kemet’in kaderini değiştirebilir. Bu ‘yalancı gümüş’ten çok istiyorum! Kemet’in her şehrine, her zırhına, her gemisine yetecek kadar… Bol miktarda üretin! Ama dikkatli olun… güç, sorumluluk ister.”
Başbilgin: ”Üretim için alümina ve kriyolit gerekiyor. Boksit kaynaklarımız sınırlı. Kriyolit ise yalnızca kuzeyde bulunuyor.”
Kral Karmen (kaşlarını çatarak): ”O zaman kaynakları güvence altına alın. Tüccarlar, elçiler, herkes devreye girsin. Gerekirse Afrika’nın en batısındaki Gine Kralı’yla iletişime geçin. Orada bol miktarda alümina varmış, öyle değil mi?”
Başbilgin: ”Evet, Efendim. Gine’de yalancı gümüş fabrikası kurmak 100 kat daha mantıklı olur. Cevheri buraya taşımakla uğraşmak yerine, üretim Gine’de yapılır, saf metal taşınır.”
Kral Karmen (parmağını vurdu): ”O zaman elçiler hazırlansın. Mektuplar yazılsın, hediyeler götürülsün. Ticari ve diplomatik anlaşmalar yapılsın. Bol miktarda yalancı gümüş… Kemet’in kaderi buna bağlı olacak.”
Başbilgin: ”Ayrıca yapay tanrının gözyaşlarını üretmenin yollarını da bulmalıyız. Kendi rezervlerimiz sınırlı; Bunun bir yolunu bulana kadar şimdilik kuzeyden tanrının gözyaşları sağlansın, sonra cevherin yanında fabrikayı kurarız. Gine'de üretim yapılır.”
Kral Karmen (bir adım ileri atarak, kararlı): ”O zaman hemen harekete geçin. Gine ile diplomasi, kuzeydeki kaynaklarla uluslararası ticaret ve lojistik… Afrika Sanayi İşbirliği Toplantısına çağırın.”
Başbilgin ve Nehsi, birbirlerine baktılar. Kral kararını vermişti. Artık tek yol ileriye doğru… ve elektrikle, basınçla, ısıyla ve bilimin kararlılığıyla çalışmak olacaktı.
18.8. Metallerin Sözü
O gece kayıtlar salonu laboratuvarında sabah doğru simyacı Nehsi metal dolabından bir uğultu duydu. Dolabın kapağına kulağını dayadığında şu sözleri işitti:
"Bizi sadece soğuk ve cansız maddeler olarak görme. Bizler de şu toprak altında, dağların derinliklerinde binlerce yıldır sabırla bekleyen birer hikayeyiz. Bizi yaratan o Kadîr-i Zülcelâl'in sırlarla dolu sanatının birer sessiz şahidiyiz.
Demiriz biz, dağları ayakta tutan, köprülere can veren, medeniyetlere yön veren o sağlam iradenin birer yansımasıyız. Altınız biz, toprak altında parlayan, ihtişamın ve zarafetin sembolü olan o eşsiz güzelliğin birer mührüyüz. Bakırız biz, elektriği taşıyan, iletişimi sağlayan, enerjiyi yayan o sonsuz gücün birer elçisiyiz.
Bizler de yıldızlar gibi, birer deliliz. Yeryüzünün kalbinden yükselen, maden damarlarında gizlenen birer ayetiz. Kimi zaman bir kılıç olup adalete hizmet eder, kimi zaman bir yüzük olup sevgiye şahitlik eder, kimi zaman bir tel olup bilgiye yol gösteririz.
Biz, evrendeki ahengin, dengenin ve yaratılışın birer parlayan parçasıyız. Dışarıdan soğuk görünen bu kabuğumuzun altında, yaratıcının sonsuz hikmetine ve gücüne dair birer nûr âlemiyiz. Tıpkı yıldızların gökte durması gibi, biz de yeryüzünde birer sır olarak dururuz.
Gözü kör olan göremez belki, ama duyan kulaklar için fısıldarız: Her zerremizde, her atomumuzda o büyük Kudretin mührü vardır. Bizler de Rab'bimize musahharız. Sessizce tesbih eder, sürekli zikrederiz. Sizlere hem bir hizmetkâr, hem de birer delil olarak sunulmuşuz.
Dinleyin bizi, fısıltılarımızı. Biz, bu yeryüzünün damarlarındaki kutsal metalleriz."
..
18.9. Sahara & Nil-7 Diyaloğu (M.S. 8000)
Sahara: "Nil-7… Kartopuna benzeyen ama erimeyen taşlardan bahsettin. Ama kartopları hep erir. O taşlar nasıl oluyor da erimiyor?"
Nil-7: "Çünkü onlar buz değil, küçük komutan. Onlar kriyolit. Görünüşleri kartopunu andırıyor, ama aslında çok eski bir mineral. Sanki Tanrı, gökyüzünden düşen gözyaşlarını taşa dönüştürmüş de yeryüzüne saklamış gibi."
Sahara (hayretle): "Yani taşlar ağlıyor mu?"
Nil-7: "Sesleri yok, ama sırları var. İnsan dikkatle dinlediğinde… o sırlar bazen bir şarkıya, bazen de bir fısıltıya dönüşür. Nehsi de işte o fısıltıları duydu."
Sahara (kafasını yana eğer): "Ama herkes duymadıysa… belki de hayal gördü? Ya da deliydi?"
Nil-7: "Delilik ile bilgelik, bazen aynı kapının iki anahtarıdır. İnsanlar anlamadıklarını “deli” diye adlandırır. Ama zaman geçtikçe aynı sözler “bilgelik” olur. Nehsi, ikisinin de arasında yürüyen bir yolcuydu."
Sahara: "Peki ya Salimatou’nun taşı? O kadar önemli miydi? Küçük bir kız sadece taş topluyordu…"
Nil-7: "Küçük eller bazen büyük sırlar taşır. O sıradan görünen taşın içinde “yalancı gümüş”ün tohumu vardı. Yani alüminyumun. Gelecekte insanlara kanatlar verecek kadar hafif ve güçlü bir sır."
Sahara (gözleri parlayarak): "Kanatlar mı? Yani… insanlar da uçabilir mi?"
Nil-7 (gülümseyerek): "Evet, Sahara. Kuşlar gibi hafif, göğe doğru yükselen kanatlar… İşte bu yüzden yalancı gümüş, altından bile kıymetli oldu. Çünkü o, gökyüzünü vaat etti."
Sahara (fısıldar): "Nil-7… Benim aklımda hâlâ bir soru var. Taşlar gerçekten konuşuyor mu? Yoksa Nehsi’nin kalbi mi onları konuşturuyordu?"
Nil-7 (bir an sessiz kalarak): "Bazen taş konuşur, bazen insan. Ama gerçek ses, ikisinin arasında doğar. Eğer bir çocuk dinliyorsa… belki taş da, kalp de aynı anda konuşur."
Sahara (yavaşça gülümser): "O zaman ben de dinlemeliyim. Belki bir gün ben de taşların şarkısını duyarım."
Nil-7: "Duyacaksın, küçük komutan. Çünkü Sahra, sorularını saklayan çocuklarla konuşur."
Edebiyatdefteri.com, 2016. Bu sayfada yer alan bilgilerin her hakkı, aksi ayrıca belirtilmediği sürece Edebiyatdefteri.com'a aittir. Sitemizde yer alan şiir ve yazıların telif hakları şair ve yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Sitemiz hiç bir şekilde kâr amacı gütmemektedir ve sitemizde yer alan tüm materyaller yalnızca bilgilendirme ve eğitim amacıyla sunulmaktadır.
Sitemizde yer alan şiirler, öyküler ve diğer eserlerin telif hakları yazarların kendilerine veya yetki verdikleri kişilere aittir. Eserlerin izin alınmadan kopyalanması ve kullanılması 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasasına göre suçtur. Ayrıca sitemiz Telif Hakları kanuna göre korunmaktadır. Herhangi bir özelliğinin kısmende olsa kullanılması ya da kopyalanması suçtur.