- 775 Okunma
- 0 Yorum
- 0 Beğeni
MUSCATİNE, İOWA...ARDAHAN ÖYKÜLERİ 108 (kitap 72)
"And I remember Muscatine—still more pleasantly—for its summer sunsets. I have never seen any, on either side of the ocean, that equaled them. They used the broad smooth river as a canvas, and painted on it every imaginable dream of color, from the mottled daintinesses and delicacies of the opal, all the way up, through cumulative intensities, to blinding purple and crimson conflagrations which were enchanting to the eye, but sharply tried it at the same time. All the Upper Mississippi region has these extraordinary sunsets as a familiar spectacle. It is the true Sunset Land: I am sure no other country can show so good a right to the name. The sunrises are also said to be exceedingly fine. I do not know. ”
—Mark Twain
" Ve hatırlıyorum Muscatine- Hala capcanlı- yaz güneş guruplarını. Okyanus kıyılarında bile ona denk gelebilecek günbatımına rast gelmedim. Tuale sürülmüş hayaletmenin her rengi. Renkler değirmi değirmi değişiyordu. narince. Bütün yoğunluğuyla. Gözleri kamaştıran mor ve krimson kırmızı alev almış yanıyordu, insanın gözü mest oluyordu. Fakat kızıllık kesiliverdi. Yukarı Missisippi aşağı yukarı bu günbatımıyla çalkalanır. Harbiden bir günbatım yeridir. Gün doğumuna ne buyrulur. O da öyle meşhurdur buralarda."
- Mark Twain
Muscatine Amerika Birleşik Devletlerinin. İowa eyaletinde bir kasabadır. Nüfusu: Şehir içi yirmi ikibin civarı. Bizim Ardahan’dan üç- dört bin kadar az.
1833 senesinde kurulmuş.
Missisippi nehrinin kenarında gün doğana, gün batana opal oluyormuş. Mark Twain’in tasvir etmesi. İlk kere duydum. "Opal" ne? Renklerin değişmesiymiş. Ressamım der idim kendime. Bilmediğimiz şeylere, ömrümüzün sonunda karşılaşacağız, anladık. Gündüz gördüğün limonu akşam karanlığında sofra üstünde mor görmek... Opal bu oluyor. Yorumu size, bize düşer.
"Cümle alemin rivayeti çeşit çeşit, maksudu tek."
Kura Nehri Missisippi’den aşağı mı? Gün ortası açık; dana dırığı yeşili renktedir otlar. Akşama Değirman Köyün, Beberek’in sırtlarında gün batmaya yüz tutunca gözleri kamaşır seyredenin, otlarınsa tonu başlar laciverte kaçmaya.
Plato koçor’undan aşağı... Hopa’dan insanlar bir başlarına el sallıyor.
"Ha uşak ha!"
Ho ho tepin horonu da haçan!
Bülbülanlılar el etmekten yoruldu. Kolları havada, bazen elleri dermansız. Kolları omuzdan fırlayacak. Dirsekten kanatlandırıyorlar eli. Takati kesilince omuzun, dirseği bu sefer bilekten, mendilleri tam gaz havaya teliyorlar.
" Deniz’in neminden çıkın sahilde ne var gelseze baba koçor’un başına köze kebap vurak!"
En azı bir bölük Bülbülan’lı:
"Ha babam ha!.." diye bağırıyorlar.
İşmarlaşıyorlar, yorumluyorlar ve ve ve...
Hopa’dan sabah çıktık. İki defa Hopa’ya göz sürmüştüm. Denizin kıyısında otluğun içine saklamışsın... Gizlenmiş yeşillik , manavda istiflersin hani: Maydanoz, tere, lahana üst üstedir. Uykudayken eveliği burna sürerler şakadan. Ağaçların palak iriliğinde yaprakları; başımızı yüzümüzü ensemizi daladı. Cincarın dağlaması yanında bu heç benimsin demedi.
Toprağa dikilmişsin gibi mertek misali ağaçlar, her metre kare sahanı gar etmiş, gök mavi duvarı gözlerimizi boğdu vallaaahi!
Bereket versin topografya, merdiven çıkar gibi vire tekrar ediyordu. Bodrum kattan çatıya çıkıyoruz. Minibüste harita mühendisi genç izahlı anlattı. Yahu kimse anlamadı!
Birinci anlatışında gencin; ikinciyi de küfreder edayla anlatınca minibüste hepimiz dahil herkes anladı.
Demeseler bir şeycikler; yolun çehresine aymıycam. İnsan nasıl basiretsiz olabiliyormuş. Viyadükte gidiyorum gibi geliyordu bene.
Merdivan çıkıyoruz, ocağı sönenin... Çatıya vermişiz önümüzü tırmanıyoruz. Minibüsün gerisinden haberimiz yok. Baksak göreceğiz rampa aşağısını.
Uçurumun kellesine gelmişize. Suratsız bir nene önümde oturuyordu. Nene başını cama uyku ile yapıştırılmış ilan kağıtları gibi dayamıştı.
Zııııııııırt... Minibüs kadandı kaldı. Uykular ileri geri sallandı. Koltuklara sıra geldiğinde, onlar: " Bizim yerimize neye sarsılıyor bu uykular?" dediler.
Şöför Bağırdı: "Ola beni itleştirmeyin herkes inecek!.."
Rahatı kaçan horlamaların hepsi sanki içtimaya çıkmıştı. Bir sıra; eline esnemesini alan inmişti. Şapkasıyla peg’e sıçmaya şapkasını da götüren dayı, koltukta unutmuştu şapkayı. Gözü kapalı inmiş meğer. Gerindi, kedilerin uzanmalarını bilirsiniz, altı yedi metre enine uzanır kedi kısmısı. Saçları dökük dayı, gerinerek, kavak’ın başına erdi yani.
Gegirme ses hızıyla gegirseydi baş’a çıkamazdı. Yanında 40 yaşlarında ki Azerbaycanlı Bayan kendi sesine kendi irkildi.
"Pırttt!"
"Hiiii hi hi!.. Biy ciyarın yansın mamam gızı! Bu ses neydi?"
Muavin gedeye:
-Sen mi saldın ay uşahğ?
-O yan get ya abla.
Sesin hızı kavağın eteğini çıkamadı bile.
Gerinen adamın kaburgaları lastik miydi? Yolcular aralarında konuşuyorlar.
Lastik patlamış haberimiz yok. Şöför zaman yitirmeden arabanın altına girdi. Gürcü bir genç de yardım ediyordu. Şöför Gürcüye:
"Ola bicon anahtarını ver."
Gürcü de muavine:
-Bico, badara aparati.
Muavin:
-Haa?
Pıssssssssss!..
Yılan gibi kıvrıla sıçradı şamrel. İçinden fışkırttığı son havayı öksürdükçe dalgalar gibi yere vurup zıplıyordu.
Kadının ayağında bitip durunca zıplama. Kadının eli ağzında kurudu. Kıpranamadı. Arkasına geçen yolculardan biri kadın yıkılmasın diye süveye destek verirsin öyle tutundu, tuttu!
Hava nefis!
Kelle de kalmışız; varmışız, lastiklerimizi yapacağız.
Sağımız yar; bin metrelik uçurum.
Çoruh’tan bize yukarı gelemeyen hışırtılar, kavun kokusunu andıran elvan elvan yeşil kokular, havayla uçuşup karışıyor.
Ne yalan söyleyim derin derin soluyorum."Şükürler olsun!" diyorum.
Vadiye bin metreden bir defa daha bakıyoruz. Vadinin derinliği enine geyikler sıçrarca kaçıyor. Su sesi bülbüllerinkiyle çiftleşiyor. "Çik çik çik" tekilleşiyor.
Ben ise avuç içi kadar bir yüzeyde seyrediyorum uçurumun altındaki vadiyi.
Neye benzettim bilir misiniz?
Dünya yüzeyinde dağları taşları evleri, odalara girip çıkıyoruz. Uzaydan ise misket kadar bir yerküre.
Hangisi gerçek?
Avuç gibi vadi mi, misket gibi yerküre mi?
Odalar, evler gibi mekanlar; Vadinin serin, enine kaçan marallı mekan mı?
Koku ses ve enva-i çeşit varlık halleri uğultusuna kendi de hışırtı çıkaran gürültü kulağımızda menziline sitop etti. Tahayyül edemeyenler, tahammül edemiyordu.
" Vadide cin var" diye tartışıyordu. Şadıvanlı adamla Revaslı. Bilmem neyittiler, oralı olmadım pek.
Lastiği şüşüriyorlar. Takana karten fısalıyor. Şamreli kontrol ediyor muavin, gene fısalıyor.
Minibüsün kapı, penceresi açık. Kıvrıldım, üçlü koltuğa uzandım. Yeşilin nefes nefes’e kalmış kokusu sade bene taraf gelmiyor. Cümle nesnenin içini geçiriyor minibüste.
Baygınlık moduna girmişim. Rakım yüskelmiş. Oksijen azalıyor. Meyhur bir vaziyete girmişiz. Bilincin basamakları ardına tak açılmış. Mereğe dolan yel çıkarken ne katmışsa önüne alır götürüre. Bilinç yelin üfürüğüne takılıp saç tokası gibi savruldu yardan aşağı...
Vadide ağaçların ismini saymakla bitmez. Sıcak ve açık yeşilden, soğuk yeşile, matına koyu tonuna, parlak yeşil ben yokum diyecek bir ton yoktu. Hele diyesi çıksaydı..!
Yapraklar iri leçek boyunda. Fındık kıyımı şeklinde vardı. Dallar ve gövdeler ne yana dönsen; kalın kahverengi tonlarının her yeşiminden görürsün.
Çoruh Nehriyle koşut bendin başı sıçan kuyruğu kadar gözüküyor. Perspektife uygun görünüşte nesne önde büyük gözükür arka planda ki aynı nesne olmasına rağmen.
Dipte bir cevahir parıldıyor. İşaret parmağının tırnağına benziyor boyca. İyiden iyiye seçtikçe onun mücevher gibi bir şey olması gerektiğine hükmediyor insan.
Gözümüz forma alıştıktan sonra. Opali çözüyor göz.
Bu: Cevher...
.... Muscatine şehri nehriyle Ardahan’a benzemekle kalmaz. Nüfusu, ovası ile de benzer. Renklerin dönüşmesi akşamları hele ki. Köprüsüyle de benzeşirler. Kura Nehri’nin üstünde iki blok şekilli demir strüktif köprü aynı Muscatine Köprüsü gibidir. Missisippi’yi bağlayan köprü strüktif ama yek bloktur. Yani yekparedir. Bizim köprü, Hall’efendi Köprüsü ismiyle maruftur. Muscatine Köprüsünün ismiyse: Norbet F. Beckey Bridge
Ne tuhaf?
Tuhaf olmayan ne ki?
"Aklımı kaybetmekten değil aklımı bulmaktan korkuyorum, demiş adam. "
" Önce dokunuyor, sonra dokunacağını düşünüyor." böyle lafta vardır.
Ardahan’ın Muscatin’e benzerliğini:
Nasıl yazdık?
Güneş ışınları Dünya’ya önce varıp sonra kaynağından çıkıyormuş.
Muscatin’e ve Ardahan önce yazgısı yazılıyor sonra kaderleri hakikat mi oluyor?
Yahut tersi mi gerçekleşiyor?
Vadideki cevhere yaklaşmak istiyor insanın arzusu.
Çayırlar adamın beline gelir. Aha bele! Belden elini kılıç sıyırır gibi gösterdi. Yanımda ki adamla beraberiz; inat ettik cevhere erişmeğe.
Hışırtılar çel çel ottan haşırdıyor. Çuma basıyoruz iz oluyor. Cevhere bir ayar hücum etmişiz gözümüzün hizasından bazen yukarı çıkıyor. Biz; haral sendeliyoruz o sebeptendir. Dizlerimize elimizi koysakta adımlarımız durmuyor. Mücevher bize gülüşüyor, yetişip alacağız. Fırsant bu fırsant. Ey Tanrım nelere kadirsiniz. İçimizden seviniyoruz. Satar İstanbul’a yerleşiriz. Çol çocuk rahatlarız. "Hemi, dayı?" diyorum. Yok mok demiyor. O benden de aç göz ya...
Neyse tempo! Durana aşk olsun! Hurra hurra! Deh deh! Özümüzü araba kayırmış gibi sürüyoruz.
Vardık.
Mücevherin arasıyla bizim aramız on santim; elimize boş, boşluk doldu. Bir şey yoktu!
Cevher henüz oluşmamış. Yani havamızı aldık. Ben ile Posof- Zezezünd’lü Dayı.
Zezezünd’lü: "O ki yok daha neye görüniyer ki?"
Gel de buna anlat "Ouantum Fiziğini. "
-Güneş ışıkları önce varıyor sonra kaynağından çıkıyormuş.
Bizim şansımız.. Artvin’in kelleden Çoruh’a segirtip mücevher için inmemize sebep: Aynıydı.
Cevher varmış ama olamamış... Mücevherleşmemişti.
Lastik yapıldı. Yolcular mırlamayı kesti. Doluştuk. Hall’efendi’ye gelmişiz. Ziko Dayıgilin Harmanın yanından geçiyoruz.
Varmışız ama gelmemişiz.
-Ola bu Ouantum Fiziği çiye?
Yalçıner Yılmaz
09-05-2010
Gebze
YORUMLAR
Henüz yorum yapılmamış.