0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
46
Okunma

Kâmil Bey’in evi, sabit ve sessiz şeylerden oluşurdu. Ağır perdeler, kalın halılar, vitrinlerde dizi dizi duran mineraller, fosiller ve pullar... Ama onun asıl gururu, üçüncü kattaki çalışma odasıydı. Orada, cam vitrinlerin ardında, dünyanın dört bir yanından toplanmış yüzlerce kelebek, ince iğnelerle tavana asılmış kartonlara sabitlenmiş bir şekilde beklerdi. Hepsi mükemmeldi. Kanatlarındaki desenler, bir matematikçinin titizliğiyle korunmuş, renkleri solmasın diye güneş ışığından özenle saklanmıştı.
Kâmil Bey, her sabah aynı ritüelle bu odaya girer, beyaz eldivenlerini takar ve bir süre koleksiyonunu seyrederdi. Bu, onun düzensiz, karmakarışık dış dünyaya karşı kurduğu kusursuz, dondurulmuş bir cennetti. Her şey kontrol altındaydı. Hiçbir kanat çırpışı, bu sessizliği bozamazdı.
Bir bahar sabahı, pencerenin aralığından içeri sızan incecik, mavi bir kelebek bu düzeni sessizce deldi. Kâmil Bey onu, en nadide örneklerinden birinin, ‘Morpho’nun vitrininin üzerinde zarifçe konmuş halde gördü. İlk dürtüsü, hemen kelebek ağını ve iğneyi kapmak oldu. Bu mavi, koleksiyonunda eksik olan son halkaydı adeta. Çok güzeldi. Kanatları, pencereden süzülen ışıkta öyle bir maviydi ki, gökyüzünün ta kendisi gibiydi.
Ama tam ağını uzatırken, bir an durdu. Kelebek kanatlarını yavaşça açıp kapıyor, ışığı yakalayıp bırakıyor, sanki minik, nefes alan bir mücevher gibi parlıyordu. Öyle canlıydı ki, Kâmil Bey’in iğneli dünyasında bir yabancı, bir uzaylı kadar farklı görünüyordu. Vitrindeki diğer tüm kelebekler, sahip oldukları o muhteşem renklere rağmen şimdi sadece birer kâğıt parçası, birer etiket gibi göründü gözüne.
O anda, elindeki ağ yere düştü. Kelebek, bu hareketten ürkmüş, odanın içinde bir tur attıktan sonra, geldiği pencere aralığına doğru uçmaya başladı. Kâmil Bey hiçbir şey yapmadı. Sadece, kalbi garip bir hızla çarparak, onu izledi. Mavi kanatlar, aralıktan sızan güneş ışığına değdi ve dışarıdaki bahçenin sonsuz yeşilliğine, serbestçe dalgalanan ağaçların arasına karışıp kayboldu.
O günden sonra Kâmil Bey, çalışma odasına daha az uğrar oldu. Bazen, özellikle bahar akşamlarında, bahçesindeki yabani otların ve açmış yabani çiçeklerin arasında bir şeylerin uçuştuğunu görürdü. Artık onları yakalamak için değil, sadece o hareketin, o rengin, o kısa ve muhteşem ömrün bir parçası olan yaşamı seyretmek için izlerdi.
Vitrindeki kelebekler hâlâ oradaydı. Mükemmel, düzenli ve sonsuza kadar sessiz. Ama Kâmil Bey’in gözünde artık birer ‘koleksiyon parçası’ değil, sadece ‘hatıra’ydılar. Onlar, yaşamın kendisini değil, sadece onun geçip gitmiş bir gölgesini saklıyorlardı.
Ve o mavi kelebek, koleksiyonuna asla ekleyemediği o son ve en nadide örnek, aslında ona her şeyi öğreten tek örnek olmuştu: Gerçek güzellik, iğnelenmiş bir mükemmellikte değil, kırılgan kanatların rüzgârla dansında; kontrol edilmiş bir düzende değil, özgürce akan yaşamın ta kendisindeydi. Ve bazen, en büyük hazine, ele geçirilmeyen, sadece iz bırakıp uçup gidendir.