1
Yorum
4
Beğeni
0,0
Puan
94
Okunma
Bugün içimde garip bir çağrı vardı; kalabalıklardan kaçıp sessizliğin sesini dinlemek istedim. Adımlarım farkında olmadan beni Gülhane Parkı’na götürdü. Sanki ağaçların arasına serpilmiş bir huzur beni davet ediyor, “Gel, biraz kendini dinle” diyordu. Gülhane… İstanbul’un kalbi gibi atan, yapraklarının arasında hem tarihi hem de bugünü saklayan o kadim park…
Parkın girişinden içeri adım atar atmaz rüzgâr yüzüme hafif bir merhaba savurdu. Ağaçlar, göğe uzanan dallarıyla birbirine yaslanmış bir koridor oluşturmuştu. O koridordan geçerken yaprakların hışırtısı kulağıma ince bir musiki gibi çarpıyordu. Hemen yan taraftan boğazın o bitmek bilmeyen dalga sesi geliyordu. Dalgaların kıyıya vuruşu bir yandan, martıların çığlığı öte yandan… Sanki İstanbul bugün bütün seslerini benim için bir araya toplamıştı.
Bir masaya oturdum. Çay söyledim. Daha gelmeden, o ince belli bardağın sıcaklığını bile hayal ettim; bu bile insana iyi geliyordu. Çayımı beklerken defterimi çıkardım. Sayfaları rüzgâr okşadı önce, sonra ben dokundum. Kalemim henüz yazmaya başlamadan, etrafımdaki her şey bana cümle olmak için yarışıyordu.
Sağ yanımda asırlardır dimdik duran Topkapı Sarayı yükseliyordu. Duvarlarına sinmiş tarihin kokusu, sessizce beni seyrediyor gibiydi. Sarayın gölgesi bile bir zamanlar buralarda dolaşan padişahların, sultanların, dervişlerin ayak izlerini hatırlatıyordu. Diğer yanımda Sultanahmet’in kubbeleri güneşi başka bir dilden karşılıyor, minareleri gökyüzüne ince bir dua gibi uzanıyordu.
Bir yandan da tramvayın o metalik sesi duyuluyordu. Rayların üzerinde geçip giden o mavimsi araç, şehrin hiç durmayan nefesiydi sanki. Her geçişinde bana şunu hatırlatıyordu: “Hayat devam ediyor, sen burada durup yazıyorsun ama şehir koşmaya hiç ara vermiyor.”
Ben ise tüm bu akışın ortasında, masanın üzerinde duran defterime eğilmiş, kelimelerin çağrısına kapılmıştım. Rüzgârın yolundan geçip gelen yaprak kokusu, çayın buharına karışıyor; martılar sanki yazdığım satırlara virgül koyup uçup gidiyordu. Hava hafif, sesler sıcak, İstanbul ise bugün olduğundan daha hikâyeli görünüyordu gözüme.
Çayım geldiğinde bardaktaki sıcaklığa dokundum. O an fark ettim ki insan bazen bir bardak çayın yanında dünyanın bütün hikâyelerini işitebiliyor. Çayın dumanı gökyüzüne doğru yükselirken ben de kelimelerimin içinde yükseliyor, her cümlede biraz daha derinleşiyordum.
Gülhane Parkı’nda saatler böyle aktı. Bir ara başımı kaldırdım; güneş yaprakların arasında süzülüyor, yerlere altın rengi bir sergi açıyordu. Tramvay yine geçti, martılar yine bağırdı, ağaçlar yine fısıldadı. Ama ben hepsini artık daha başka işittim. Çünkü bir deftere yazmaya başladığında insan, sadece gördüğünü değil, içinden geçenleri de duymaya başlıyor.
Bugün Gülhane’de sadece çay içmedim; İstanbul’un kalbine dokundum. Tarihle bugünün, sessizlikle sesin, rüzgârla kelimelerin birbirine karıştığı o yerde, içimde bir şeyin yeniden uyandığını hissettim. Belki de insan bazen sadece bir parkta oturup çay söyleyerek kendini bulabiliyor.
Ve işte tam da bu yüzden, bugün Gülhane benim için bir park değil; ruhumun biraz soluklandığı, biraz konuştuğu, biraz da sustuğu bir sığınak oldu.
Abdurrahman Tümer