0
Yorum
1
Beğeni
0,0
Puan
228
Okunma

Toprak, insanın aynasıdır.
Üzerine bastığın yerin sesi, senin içinde taşıdığın yankıdır.
Bir zamanlar bu topraklarda kardeşlik bir kelime değil, bir hâldi.
Komşunun ekmeği senin açlığını doyurur, bir yabancının selâmı sana güven verirdi.
Sonra bir şeyler oldu…
İnsan, insana yavaş yavaş uzak düştü.
Bir selâmın sıcaklığı yerini şüpheye bıraktı; bir tebessüm, bir ihtiyat ifadesine dönüştü.
Sokaklar tanıdık olmaktan çıktı; evler yüksek duvarlara, kalplerse sessiz cezaevlerine dönüştü.
Hiçbir toplum bir günde çözülmez.
İnsan, bir sabah ansızın vicdanını kaybetmez.
Çürüme önce kelimelerde başlar:
“Biz” yerini “Ben’e, “kardeşim” yerini “rakibime” bırakır.
Ve zamanla, herkes kendi küçük tanrısına döner — kendi ideolojisini, kendi inancını, kendi kimliğini putlaştırır.
Böylece insanlık, taşlaşmış fikirlerin duvarlarında yankı veren bir yalnızlığa dönüşür.
Aidiyetin Zinciri
Bir zamanlar aidiyet, bir bağdı.
Şimdi ise bir kelepçe.
İnsanlar artık kime ait olduklarını değil, kimin dışında kaldıklarını konuşuyor.
Bir inancın, bir partinin, bir etnik grubun, bir düşüncenin mensubu olmak; bir insanın kim olduğunu değil, kim olmadığını tarif ediyor.
Kimlikler, kişiliklerin önüne geçmiş durumda.
Bir insanın doğruluğu, sözlerinin değil; ait olduğu grubun ağırlığıyla ölçülüyor.
Oysa kimliğin değil, kalbin rengiydi bir zamanlar ölçü.
Fakat kalplerin rengi soldu.
Birbirimize benzemeye çalışırken, aslında hepimiz kendi özümüzden uzaklaştık.
Kendimiz olmayı unutup, kime benzememiz gerektiğini tartıştık.
Ve bu topraklarda, insanın en büyük düşmanı artık “öteki” değil, “kendi benliği” oldu.
Bir düşünceye sahip olmak, o düşüncenin esiri olmak anlamına gelmeye başladı.
Farklı düşünenler, tehdit; farklı inananlar, düşman sayıldı.
Oysa insanın insanla farkı, onun zenginliğiydi.
Bir ormanın güzelliği, tek bir ağacın boyuyla değil; çeşitliliğiyle anlaşılır.
Ama biz çeşitliliği düşman, farklılığı fitne sandık.
Ve insanlık, bu yanlış anlamanın içinde yavaş yavaş eridi.
Sessizliğin Gürültüsü
Bugünün insanı artık konuşmuyor — bağırıyor.
Düşünmüyor — tekrarlıyor.
Dinlemiyor — yargılıyor.
Her kelime, bir cephe; her fikir, bir silah.
Birbirimizi anlamak yerine, alt etmeye çalışıyoruz.
Oysa anlamak, savaşmaktan daha büyük bir cesaret ister.
Çünkü anlamak, kendi dogmalarının gölgesine bakabilmektir.
Ama bu çağda kimse kendi gölgesini görmek istemiyor.
Karanlık hep “başkası”.
Karanlık hep “öteki”.
O yüzden bu çağın en korkutucu sessizliği, konuşamayan değil — konuştuğunda hiçbir şey söylemeyen insanlarda gizli.
Kelimeler boşaldı, anlamlar çürüdü, vicdan sustu.
Bir zamanlar bir cümlenin ardında yürek atışları duyulurdu; şimdi sadece gürültü var.
Gürültünün altında saklanan bir yorgunluk: insan olmanın yorgunluğu.
Toplum, artık bir “biz” olma çabası değil, bir “ben” olma yarışına dönüştü.
Herkes görünmek istiyor ama kimse anlaşılmak istemiyor.
Ve görünürlük arzusu, insanı içinden koparıyor.
Kendine ait bir kimlik değil, dışarıya ait bir izlenim yaratıyor.
Bu yüzden her yüz bir maske, her cümle bir rol, her ilişki bir vitrin haline geldi.
İnsanın içindeki boşluk, alkış sesleriyle doldurulmaya çalışılıyor.
Ruhun Kırılma Noktası
Yalnızlık bu çağın hastalığı değil; kaderi oldu.
Ama bu yalnızlık, sessiz bir inziva değil — kalabalıklar içindeki bir yokluk.
Bir zamanlar insanlar yalnız kalmak için dağlara çekilirdi;
şimdi kalabalıkların ortasında birbirine çarpa çarpa yalnızlaşıyor.
Bir yüz daha, bir söz daha, bir paylaşım daha…
Ama ruh, hâlâ aç.
Psikoloji artık bireysel bir mesele değil; toplumsal bir çığlık.
Korkularımız, sadece kişisel travmalardan değil; toplumsal bölünmelerden besleniyor.
Bir toplum, güven duygusunu yitirdiğinde; her birey paranoyaklaşır.
Birinin “kardeşim” dediğinde, diğerinin “acaba” dediği bir çağdayız.
Güven bittiğinde insanlık biter — çünkü güven, görünmeyen bir köprü gibidir; yıkıldığında kimse karşıya geçemez.
İşte bu yüzden bu topraklarda artık insanlar birbirine “güvenmiyor.”
Ve güvensizlik, tüm erdemlerin mezarıdır.
Bir milletin çöküşü, tankların geçişiyle değil, vicdanın susuşuyla başlar.
Vicdan, artık bir iç ses değil, bir rahatsızlık gibi görülüyor.
Doğruyu söyleyen, huzuru bozan; sessiz kalan, “olgun” sayılıyor.
Kimlikten Kişiliğe Giden Kayıp Yol
İnsan, kimliğini kaybedince değil, kimliğiyle var olmaya başlayınca kaybolur.
Çünkü kimlik, bir başlangıçtır; nihayet değil.
Bir inancın mensubu olmak, bir ideolojiyi savunmak, bir topluluğa ait olmak… bunlar insana yön verir ama insanı tanımlamaz.
Tanım, insanın özündedir:
Erdem.
Eğer bir kimlik, seni erdemli kılmıyorsa; o kimlik sadece bir süs, bir maske, bir yüktür.
Toplum, bu maske pazarında kim olduğunu unutmuş bir kalabalığa dönüştü.
Birileri inancını gösterişe dönüştürürken, diğerleri ahlakı slogana çevirdi.
Ve herkes kendini “doğru” sayarken, hakikat bir sükûtun içinde kayboldu.
Psikolojik olarak bu, bireyin “ayrışmış benliğidir.
Kendine ait bir iç tutarlılığı kalmayan insan, dış onayla beslenir.
Sosyolojik olarak bu, “dağılmış toplumsal bilinçtir.
Toplumsal vicdan, kendi değerlerini üretemediği noktada dış merkezlerden beslenir.
Felsefi olarak ise bu, “anlamın iflasıdır.
İnsan artık neden yaşadığını, neye inandığını, neye ait olduğunu bilmiyor.
Ve anlam kaybolduğunda, insan yönünü duygularla değil, korkularla bulmaya çalışıyor.
Korku; çağın en büyük tanrısıdır artık.
Korku, kalabalıkları yönetir, kalpleri dondurur, doğruları susturur.
İnsan, sevdiğinden değil; korktuğundan yana olur.
Ve korkunun hüküm sürdüğü yerde, insanlık sessizliğe gömülür.
Unutuşun Coğrafyası
Bu topraklarda bir zamanlar adalet bir kavram değil, bir yaşam biçimiydi.
Bir hak, kimin olduğu sorulmadan gözetilirdi.
Bir çocuk ağladığında, tüm mahalle duyardı.
Bir haksızlık yapıldığında, herkesin kalbi titrerdi.
Şimdi herkes kendi konforunda adalet bekliyor, ama kimse doğruluk için bedel ödemek istemiyor.
Adaletin olmadığı bir yerde inanç da ideoloji de anlamını yitirir.
Çünkü adalet, insanın Tanrı’yla arasındaki ahlaki bağdır.
O bağ koptuğunda, dillerde Allah’ın adı geçer ama kalplerde adalet bulunmaz.
Böyle bir çağda yaşıyoruz.
Ve bu çağ, insanın Tanrı’ya değil, kendine yabancılaştığı bir çağdır.
Erol Kekeç/18.09.2025/Sancaktepe/İST