0
Yorum
6
Beğeni
5,0
Puan
164
Okunma

Sonsuzluk, insan zihninin kavramakta en çok aciz kaldığı, fakat ruhun en kadim zamanlardan beri sezgisiyle bildiği bir hakikattir. Bu hakikat, tıpkı gözün kendisini göremediği halde baktığı her şeyde var olması gibi, zamana düşen her varlığın sırtında bir gölge olarak taşınır. Felsefe, onu "zamanın ötesindeki mutlak süreklilik" diye tanımlarken; tasavvuf, "Lâ mekân, lâ zaman" (Mekânsız, zamansız) sırrıyla işaret eder. İnsan, işte bu kaynaktan kopmuş bir damladır. Koparken içine düştüğü fanilik denizinde, asıl vatanının sonsuzluk olduğunu unutmuş, fakat kalbinin derin kuyularında hep bir sızı taşımıştır. Bu sızı, sonsuzluğun mayasıdır.
Sonsuz aşk kavramı ise insanın bu metafizik sızıya verdiği en yüce cevaptır. Fani bedenler arasında yaşanan aşklar, ne kadar yoğun ve derin olsa da, bir gün solacak çiçekler misali ölümün karanlığına yenik düşer. İnsan, tam da bu çaresizliğin farkına vardığı anda, sevgisini ölümsüz kılma çabasına girer: Şiirler yazar, anıtlar diker, adını yıldızlara kazımaya çalışır. Lakin tüm bu çabalar, sonsuzluğa tutunmak için atılan çamurlu taşlar gibidir. Taş, kudret elini bulamadan düşer. Çünkü insanın sandığı sonsuzluk, zaman içinde uzatılmış bir çizgiden ibarettir. Oysa hakiki sonsuzluk, çizginin dışındaki beyaz sayfadır.
Tasavvuf, bu arayışa "Fenâ" ve "Bekâ" kapılarını açar. Âşık, sevgilide kendini yok ederek (fenâ) asıl sevgiliye ulaşır. Bu bir dönüşümdür: Tıpkı bir mumun ateşe kavuşmak için eriyip yok olması, fakat alevde asıl kimliğini bulması gibi. Hallâc-ı Mansûr’un "Enel-Hak" sözü, bu yok oluşta var olmanın çığlığıdır. Sonsuz aşk, ancak fânî benliğin kül olmasıyla mümkündür. Çünkü benlik, sınır demektir; sınır ise sonsuzluğun zıttıdır. Aşk, sınırları yakıp geçen bir yangındır.
İbn Arabî, "Aşk, varlığın özüdür; âlem onunla ayakta durur" der. Bu, felsefenin "Bir’den taşma" (Sudûr) teorisiyle buluşur: Mutlak Bir (Vahdet-i Vücûd), kendi cemâlini görmek ister. Bu iştiyak, kâinatın yaratılış sebebidir. Her varlık, o Bir’in aynasında bir parıltıdır. Sonsuz aşk, işte bu ilâhî iştiyâkın yansımasıdır. İnsan, bir başka insana âşık olduğunda, aslında kendi özündeki ilâhî parıltıyı seyretmektedir. Fakat göz, sureti görüp mânâyı kaçırır. Bu yüzden beşerî aşklar genellikle bir hüsranla biter: Âşık, sevgilide gördüğü sonsuzluk imkânını, onun fânî yüzüne hapsetmek ister. Oysa sevgili, sadece bir "aracı"dır (vesîle). Gerçek maksat, aracı aşarak Mutlak güzelliğe (Cemâl-i Mutlak) yönelmektir.
Mevlânâ’nın Mesnevî’de ney metaforu bu hakikati anlatır: Kamışlıktan koparılan ney, içindeki boşluğa üflenen nefesle ağlar. Bu ağlayış, aslında asıl vatanına duyduğu özlemdir. İnsan ruhu da ney gibidir: Beden kamışlığından kopmuş, içindeki boşluğa (fânî dünya hevesleri) üflenen nefeslerle inlemektedir. Ancak o boşluğa ilâhî nefes (nefes-i Rahmânî) dolarsa, ağlayış bir ilâhiyeye dönüşür. Sonsuz aşk, işte bu ilâhî nefesle dolmaktır.
Peki, sonsuzluk ve sonsuz aşk neden bu denli çetin bir yoldur? Çünkü insan, "ikilik" (düalite) tuzağına doğar. "Ben ve sen", "ölüm ve hayat", "varlık ve yokluk" gibi zıtlıklar onu kuşatır. Tasavvuf, bu ikiliği "Vahdet" (birlik) sırrında çözer: "Sen, benim aynamsın; aşk ise aynaya vuran ışığım. Sen yoksan, ben de yokum. Asıl olan ışıktır." Sonsuzluk, işte bu ışığın kaynağında, zıtların ötesindeki mutlak birlik halidir.
Felsefenin büyük sorusu burada devreye girer: "Sonsuzluk, insanın ulaşabileceği bir menzil midir?" Plotinos, "Bir’den taşan ruh, ona dönmek için çırpınır" der. Bergson ise sonsuzluğu "salt süre" (durée pure) olarak tanımlar: Zamanın mekanik tik-taklarından kurtulup öznel zamanın akışında kaybolmak... Tasavvuf ise daha radikaldir: "Sonsuzluğa ulaşılmaz, onda zaten var olunur. Uyanmak gerekir." Bu uyanış, "seyr ü sülûk" (ruhî yolculuk) ile mümkündür. Âşık, her adımda nefsinin katmanlarını soyarak, kendi özündeki sonsuzluğu keşfeder. Bu yolculuğun sonu yoktur; çünkü sonsuzluğun sonu olmaz.
Sonsuz aşkın en büyük açmazı şudur: O, ancak "ân"da (şimdiki zaman) soluk alır. Geçmiş pişmanlıklarda, gelecek korkularında kaybolan zihin, sonsuzluğu kaçırır. Tasavvufun "fî hâlihî" (halinin içinde) ilkesi, ânı kutsar. Çünkü ân, zamanın içinde açılan bir penceredir; oradan bakınca, sonsuzluk denizi görünür. Aşk da ancak şimdiki zamanda yaşanır: Bir bakış, bir dokunuş, bir sessizlik... Sonsuzluk, işte o ânın derinliğinde gizlidir.
Sonsuzluk, bir yer değil bakışın berraklığıdır. Sonsuz aşk ise o bakışı Hak’tan alıp halka veren bir emanettir. Ölümsüz olan, senin ’ben’ dediğin değil; içinde yanan o ilâhî kıvılcımdır. Onu fânî bir bedene hapsetmeye çalışırsan, söner. Özgür bırak ki, kendi kaynağına, o sonsuz maya denizine akabilsin..
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (1)