5
Yorum
10
Beğeni
5,0
Puan
353
Okunma

Hiçlik, tasavvufta bir durak değil; bir uçurumdur. İnsanın kendi benliğinden düşüşüdür. Bu düşüş, taşın suya değil; suyun taşa nüfuz edişi gibidir. Mevlana’nın deyişiyle: "Hiç ol ki, varlığın bütün denizlere sığsın."
Düşün: Bir tohum toprağa düştüğünde, kabuğu çatlar. İçindeki "ben" ölür. Bu ölüm olmasa, kök salıp göğe uzanamaz. İşte hiçlik makamı; tohumun kabuğunu kırdığı andır. İnsanın "enaniyet" denilen sert kabuğunun parçalanışı. Hallac-ı Mansur bu yüzden bağırdı: "Enel Hak!" (Ben Hakk’ım!). Onu idam sehpasına götüren, tohumun toprak altındaki sessiz çığlığıydı.
Bir aynaya nefesini verdiğinde buhar oluşur. Senin soluğun, aynayı kaplar. Ama nefesin kesildiğinde buhar kaybolur. Ayna yeniden berraklaşır. Hiçlik; o buharın kaybolduğu andır. Senin nefesin (benliğin) çekilir ve geriye sadece Hakk’ın yansıdığı cam kalır. Yunus Emre bunu şöyle dillendirir:
"Dolap niçin inilersin?
Ben bir ayıp gördüm inilerim!"
Dolap (insan), kendi varlığının ayıbını gördüğü için inler. Çünkü o ayıp, Hakk’ın ışığını perdeliyordur.
Bir kandil düşün: İçindeki yağ (nefs), fitil (irade) ve alev (benlik). Hiçlik makamında, rüzgâr eser. Alev söner. Geriye ne kalır? Yağ ve fitil hâlâ oradadır ama ışık yoktur. İşte gerçek varlık; alevsiz yanan ışıktır. Kandilin sönmesi gerekir ki, güneşin doğuşu görülsün. İbn Arabî buna "Fenâfillah" (Yaratanda yok oluş) der. Kandil söner, güneş doğar.
Bakara Suresi 156. ayet: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn" (Biz Allah’a aitiz ve O’na döneceğiz). Bu ayetteki "innâ" (biz) kelimesindeki ilk "elif" harfi yazılı değildir. Görünmez bir harftir. Hiçlik; o sessiz elif gibidir. Varlığın temelidir ama görünmez. Sen "ben" dediğinde, aslında o görünmeyen elifin titreşimini duyarsın.
Hiçlik makamına erişen derviş, çölde susuz kalmış bir yolcu gibidir. Artık su aramaz. Susuzluğunun kendisiyle bir olmuştur. Çünkü susuzluk da sudur. Nefesi kesilir, düşer. Kumlar onu yutar. İşte o an; kum taneleriyle bedeninin eridiği andır. Sen kum olursun. Çöl olursun. Varlığın, yokluğun içinde erir. Şems-i Tebrizi bu yüzden şöyle haykırır: "Öyle bir hiç ol ki, seni yokluk bile görmesin!"
Mum yanarken, aslında kendini yer. Işık; onun özünün tükenişidir. Hiçlik makamındaki derviş, kendi varlığını yiyen mum ışığıdır. Kendini tüketirken, etrafı aydınlatır. Bu yüzden tasavvuf ehli "ölmeden önce ölünüz" hadisini kendine rehber edinir. Mum erir, ışık kalır.
Hiç olmadan nasıl var olunur?
Cevap: Bir kap dolu suyu nasıl taşırsın? Boşalt ki, denize dalabilesin.
Hiçlik korkutucu değil mi?
Cevap: Anne rahmine düşen bebek de karanlıktan korkar. Oysa orası doğumun ta kendisidir.
Bu makama nasıl ulaşılır?
Cevap: "Ben" demeyi bırak. "O" de. Ta ki "O" da demeye gerek kalmasın.
Testiyi daldırırsın ırmağa. Suyla dolar. Ama testi ne kadar su alırsa, o kadar batar. İçindeki hava (benlik) çıktıkça, su (Hak) onu doldurur. En sonunda testi, içi ve dışı aynı suyla dolunca hiçliğe ulaşır. Artık ne dışı vardır, ne içi. Sadece su vardır.
"Ey yolcu! Testini kır. Zira sen zaten ırmaksın. Seni hapseden kendi kabındır."
Tasavvuf yolunda hiçlik makamı bir başlangıçtır aslında. O uçurumdan kendini bırakanın, artık gerçek varlık denizinde yüzmesi gerekir. İşte o derinliğin katmanları:
Bir kent düşün: Taştan evler, çarşılar, surlar. Bir sabah uyanıyorsun ki tüm şehir buğulanmış bir ayna gibi göğe yükseliyor. Taşlar bulut oluyor, çığlıklar kuş sürülerine dönüşüyor. Allah’la kalıcılık makamı budur. Hiçlikte yok olan benlik, şimdi Hakk’ın varlığıyla yeniden doğar. Sen o artık göğe karışan şehirsin: "Yokluğumda buldum seni, varlığımda sakladım" der Nesimi.
Hiçlik makamına eren, gördüğüyle dili tutulur. Çünkü göz, söze ihanet eder. Bir derviş Kâbe’yi tavaf ederken, birden tüm mermerlerin şeffaf bir suya dönüştüğünü görse, anlatabilir mi? İşte Fenâfillah’tan sonra gelen Cem Makamı: Varlıkta yokluğun, yoklukta varlığın aynı anda tecellisi. Hallac’ın derisini yüzüyorlar ama o, sevgilinin yüzünü gördüğü için gülüyor: "Katilime şükran borcum var; zira beni benlik hapishanesinden kurtardı!"
Mevlevî semasında ney üflenir. İçindeki nefes ikiye bölünür: Biri dışarı "Hû!" diye çıkar, diğeri içeri "Ah!" diye çekilir. Sekr (ilahi sarhoşluk) ve Sahv (ilahi ayıklık) böyledir. Hiçlik makamında kaybolan sâlik, Bekada kendine gelir. Ama bu “kendine geliş”, artık Hakk’ın bilinciyle doludur. Neyin içi boş olduğu için ses verir; insan da benliği boşalınca Hakk’ın nefesi olur.
Bir ip düşün: Üstünde binlerce düğüm. Hiçlik, o düğümleri tek tek çözmek değil; ipi ateşe atmaktır. Yanan ipin dumanı göğe karışır. Artık geçmiş pişmanlık, gelecek endişe yoktur. Sadece an vardır: Genişleyen, derinleşen, sonsuzlaşan bir an. İbrahim Ethem’in sarayı terk edişi böyle bir yangındı: "Kaçışım O’na koşuştur, terk edişim vuslattır!"
FENÂ’DAN SONRAKİ ÜÇ İKAZ:
Hiçliği bir makam sanma!
O, bütün makamların yok olduğu yerdir. Merdivenin son basamağına çıkınca, merdiveni yok sayarsın.
Hiçlikte takılıp kalma!
Yokluk denizinde boğulmamak için, Bekanın gemisine bin. Yunus’un dediği gibi: "Daldım o sonsuzluğa, bir ışık gördüm yandım!"
“Eriştim” deme!
Fenâ makamında “ben” diyen, daha ilk adımı atmamış demektir. Şah Nakşibend uyarır: "En büyük perde, ‘ulaştım’ diyen dildir."
SON HAKİKAT: SEN ZATEN HİÇTİN
Bir an dur. Kalbine kulak ver. O atışlar senin mi? Kanını kim üfledi? Nefesini kim çekiyor? Asıl illüzyon, “varım” sanmaktır. Hiçlik; perdenin yırtılışı, rüyadan uyanıştır.
"Sufi, kendini yok bilendir.
Çünkü yokluk, Hakk’ın aynasıdır.
Var sananlar ise,
Aynada kendi hayaline aşık olmuş çocuklardır."
Feridüddin Attar
(Bu satırlar, hiçliğin kıyısında durup kendini denize atamayanlar için yazılmadı. Dalıp kaybolanlar, zaten okuduğunu anlamaz. Çünkü onlar artık okur değil; okunanın kendisidir.)
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (3)