2
Yorum
7
Beğeni
5,0
Puan
235
Okunma

Kağıt beyazdı, yürek kara. Gençlik denen o hoyrat rüzgar, onu ilk kez o kadının durduğu kıyıya savurduğunda, zamanın kendini katlayacağını, bir ömrün o tek anın gölgesinde solacağını bilemezdi. Uzakta, denizin hırçın dalgalarına sırtını dönmüş, kumlarda iz bırakmadan yürüyen bir hayaldi o kadın. Saçları, rüzgârın kırbaçladığı bir karanfil bahçesi gibiydi ,koyu, dalgalı, esintiye direnen. Gözleri ise... Gözleri, yazdığı tüm şiirlerde kaybolduğu o dipsiz kuyuydu. Bir bakış. Sadece bir bakış. Ama o bakış, ruhunun derinliklerine, kendisini hiç tanımadığı bir yabancı gibi inip, oraya bir hazine sandığı bırakıvermişti. Sandık açılmadı. Sadece varlığıyla, şairin içindeki her kelimeyi, o hazinenin kilitli ağırlığıyla biçimlendirdi.
Kavuşmak? O, kavuşulmayacak olanın peşine düşen bir avcıydı artık. Bir şair kelimeleri, onu ona yaklaştıracak köprüler kurmak için değil, aradaki uçurumu sonsuza dek kutsamak için seçiyordu. Sokaklarda onun gölgesini ararken, aslında kendi yalnızlığının labirentinde kayboluyordu. Bir kitapçı vitrininde, sevdiği türden bir roman gördüğünde parmakları istemsizce uzanırdı, sonra havada kalır, bir anıyla burun buruna gelmişçesine geri çekilirdi. Onun da o kitabı tuttuğunu, sayfalarını çevirirken aynı kâğıt hışırtısını duyduğunu hayal ederdi. Bu hayal, bir saniye sürerdi belki. Ama o saniye, bir ömre bedel bir acıyı içinde taşırdı. Parkta bir bankta otururken, uzaktan gelen bir kahkaha kulaklarının pasını silerdi. O muydu? Asla değildi. Ama yüreği, o acabanın ilk hecesinde paramparça olur, sonra kendi sessiz çığlığının enkazı içinde, kelimelerle yeni bir kalp inşa etmeye çalışırdı. Şiir, kanayan yaranın üzerine sardığı kâğıt bandajdı.
Yıllar, bir şairin mürekkep hokkasından sızan damlalar gibi aktı. Gençlik ateşi, yerini derin, koyu bir melankoliye bıraktı. Saçları ağardı, alnı çizgilerle doldu, bakışları daha derinlere, görünmeyenin katmanlarına indi. Ama içindeki o tek imge, o kıyıdaki kadına aşkı, hiç solmadı. Aksine, zamanın aşındıramadığı bir mermer heykel gibi, ruhunun tam ortasına daha da keskin oturdu. Onun hayalini gördüğü yerler bir sergi açılışında uzaktan, bir vapur iskelesinde kalabalığın arasında, bir yağmurun altında şemsiyesiz yürürken hep rastlantısal ve geçiciydi. Bir bakış, bir tebessüm belki, sonra kayboluş. Her karşılaşma, gerçek dışı bir rüyanın parçası gibiydi. Dokunamazdı. Seslenemezdi. Sadece seyrederdi, bir tablodaki kadını seyreder gibi; sonsuza dek ulaşılmaz, sonsuza dek suskun. Bu uzaktan seyir, bir işkence miydi yoksa ilhamın kaynağı mı? Artık ikisini de ayırt edemezdi. Acı ile yaratıcılık, mürekkebinde birbirine karışmış, ayrılmaz bir bütün olmuştu.
Evlendi mi? Çocukları oldu mu? Dünya, onun için bu tür sıradan bağların ötesindeydi. Bedeni bir mekânda duruyor olabilirdi, ama ruhu, o ilk bakışın çizdiği sınırlar içinde, bir kelebek gibi hapsolmuştu. Maddi dünya , ekmek parası, günlük kaygılar, sıradan ilişkiler ona hep bir sis perdesinin ardından görünürdü. Gerçek temas, gerçek bağ, hep o kadına ait olabilirdi. O olmayınca, her şey gölge oyunundan ibaretti. İnsanlar onu "dünyadan kopuk", "hayalperest" diye tanımlardı. Haklıydılar da. O, bir rüyanın içinde yaşayan bir adamdı. Tek gerçekliği, kâğıda dökülen kelimeler ve kelimelerin ardında titreşen o yasaklı varlıktı. Maddeden kopmuştu, evet. Ama kopuş, onu sıradanlığın bataklığına saplanmaktan kurtarmış, ruhunu saf bir şiir aleviyle yakıp arındırmıştı. Bedeni yaşlanırken, ruhundaki aşkın imgesi genç ve diri kaldı.
Kütüphanesine yılların biriktirdiği şiir defterlerinin, notların, ona dair tutulmuş küçük anı objelerinin arasına çekildi. Toz kokuyordu. Zamanın kokusuydu bu. Elleri titreyerek, ona yazdığı ama hiç göndermediği mektupları çıkardı. Mürekkep solmuş, kâğıtlar sararmıştı. Onları tek tek okumadı. Okumaya gerek yoktu. Her kelime, her çizgi, zihninde canlıydı. Bir kutuya koydu. Sonra, o rüzgar saçlı kadını son kez göründüğü kıyıya gitti. Hava pusluydu, sis denizi yutuyordu. Kutuyu açtı. Rüzgâr, eski kâğıtları, sevgi ve ıstırap dolu o binlerce kelimeyi, bir kelebek sürüsü gibi havaya kaldırdı. Beyaz yapraklar, sisin içinde dans etmeye, uzaklara, denizin gri sularına doğru savrulmaya başladı.
Orada, kıyıda, sırtı dünyaya dönük, saçları rüzgârda ağaran adam, hiçbir şey hissetmiyor gibiydi. Yüzü, yaşanmış bir ömrün ağırlığını taşıyan bir kayadan farksızdı. Ama gözlerinde, o derin kuyularda, garip bir dinginlik vardı. Özlem bitmemişti. Asla bitmeyecekti. Ama biçim değiştirmişti. Artık bir insana duyulan özlem değil, bir varoluş haline, bir sanatın özüne dönüşmüştü. Kavuşulmamış aşk, onu şair yapan şeydi. Onu maddeden koparıp ruha mahkûm eden güç. Ömrünün anlamı ve anlamsızlığı aynı kaynaktan fışkırıyordu.Sis, onu da yutmaya başladı. Geriye, kumlarda birkaç iz ve havada, mürekkeple yazılmış bir ömrün savrulan son yaprakları kaldı. Ve sessizlik... Kavuşulmamış’ lığın, nihayet kendisiyle tamamen bütünleşmiş bir ruhun ardından bıraktığı derin, huzurlu, felsefi sessizlik. Artık beden değil, sadece mürekkep ve hatıra vardı. Ve o, belki de ilk kez, tam olarak kavuştuğu şeydi: Kendi yalnızlığının, kendi sanatının, kendi özsuyunun sonsuzluğuna. Sis, her şeyi eşitledi , var ile yok birdi.
Kıyıdaki adam, savrulan mektup yapraklarının beyaz kelebekler gibi sisin karnında eriyişini seyretti. Bir rüzgar esip de son bir kağıt parçası, ıslak kuma yapışıncaya kadar. O an, bedeninde taşıdığı ağırlığın , o hazine sandığının, o lanetli mücevherin hafiflediğini hissetti. Kumlar, ayaklarının altında kaydı. Geriye dönüp, içinde bir ömür geçirdiği şehre, pencerelerinden tanıdık ışıklar sızan o kulübesine doğru son bir kez baktı. Işıklar bulanıklaştı, şekilsizleşti. Sanki bir suluboya resmine yağmur yağıyordu. Dönüş yoktu. Artık dönülecek bir yer de yoktu.
Yürüdü... Sis, onu açık kollarıyla kucaklıyor, görünmez bir kefene sarıyordu. Ayakları, bilinçli bir karardan çok, içindeki o derin akıntıya kapılmış gibiydi. Kıyı şeridi boyunca ilerledi. Tanıdık iskeleler, balıkçı tekneleri, kafeler... Hepsi sis perdesinin ardında silik hayaletlere dönüşmüştü. Geçmişin gürültüsü, şimdinin bu sessiz, neredeyse kutsal yalnızlığında boğuluyordu. Bu, bir teslimiyet değildi. Bir varıştı, kavuşulmamış’ lığın ta kendisine varıştı...
Kulübesine vardığında, kapıyı açarken parmakları titremiyordu. İçerisi, mürekkep, eski kağıt, toz ve zamanın ağır kokusuyla doluydu. Kütüphanesi, bir tapınak gibi sessizdi. Kitapların, defterlerin, biriktirdiği o küçük, anlamsız hatıraların arasında durdu. Gözleri, duvarda asılı duran bir aynaya takıldı. İçinde gördüğü yüz, solgun, kırışıklarla bezenmiş, ama gözlerinde , o derin kuyularda şaşırtıcı bir berraklık taşıyordu. Bu, gençliğin ateşli hüznü değil, bir ömrün tortusundan arınmış, saf bir kavrayıştı. Hayatının anlamını görüyordu: Onun yokluğu, kendi varlığının tek gerçek temeli olmuştu. O olmasaydı, şair olmayacaktı. Belki de hiçbir şey olmayacaktı. Sıradanlığın uyuşturucu sularında boğulup gidecekti. Bu yüzden, kavuşulmamışlık, bir ceza değil, bir armağandı. Acı veren, kemiren, ama aynı zamanda yaratan, dönüştüren kutsal bir ateşti.
Masa başına geçti. Sonra defterini açtı. Mürekkep hokkasının kapağını kaldırdı. Koyu, parlak siyah. Bir kuyunun derinliği gibi. Kalemi eline aldı. Parmakları, eski alışkanlığın gücüyle kavradı. Ama kağıdın üzerine indirmedi. Boş sayfanın beyazlığına baktı. Sonsuz bir olasılık gibiydi. Ya da sonsuz bir boşluk. Daha önce on binlerce kelimeyi bu boşluğa dökmüştü. Hepsi ona, onun yokluğuna, onunla imkansız olan yaşama dairdi. Şimdi ne yazacaktı? Ölümünü mü? Kendi sonunu mu? Bir vedayı mı?
Hiçbir şey...
Kalem, hareketsiz durdu. Zihni, tuhaf bir şekilde bomboştu. Fırtınalar dinmiş, dalgalar durulmuştu. O derin kuyuda, artık hazine sandığı da yoktu. Sadece sessizlik vardı. Berrak, dingin, kabul edilmiş bir sessizlik. Yazmak, bu sessizliği bozmak gibi geldi. Bu sessizlik, tüm yazdıklarının özüydü. Söylenemeyenin ta kendisiydi. Gözlerini defterden kaldırdı. Pencereden dışarı baktı. Sis, daha da yoğunlaşmış, dünyayı tamamen silmişti. Sadece camın hemen ötesinde, buğulu bir hareket, bir şekil vardı. Yoğunlaştı, belirginleşti. Kalbi, uzun süredir ilk kez, derin ve tek bir vuruş yaptı. Gözlerini kısarak baktı.
Sisin içinde, kumların üzerinde, gençliğindeki o kadını görüyordu. O ilk günkü gibi. Saçları rüzgarda dalgalanıyor, gözleri o dipsiz kuyuyu taşıyordu. Durmuş, ona bakıyordu. Dudaklarında, uzun zamandır göremediği , ama binlerce kez hayal ettiği o gizemli tebessüm vardı. Bir an için, içinde eski bir umut kıpırdadı. Bu sefer...? Ayağa kalktı. Camın buğusuna, istemsizce bir el izi bıraktı. Sis perdesindeki kadın, onun hareketine tepki vermedi. Sadece duruyor, o derin, bilge, biraz da hüzünlü bakışını sürdürüyordu. O bakışı tanıyordu. Bu, gerçek bir karşılaşma değildi. Bu, kendi ruhunun son armağanıydı. Tüm ömrü boyunca taşıdığı aşkın, son kez, en saf haliyle tezahürü. Bir yansıma... Bir veda... Bir kutsama...
Gözlerini kırptı. Ve kadın, tıpkı geldiği gibi, sessizce, sise karışıp dağıldı. Geriye, sadece beyaz, yoğun bir hiçlik kaldı. Ama içinde, tarifsiz bir huzur vardı. Son kez masaya, boş deftere baktı. Sonra kalemi, hokkanın içine bıraktı , defteri bir şey yazmadan kapattı. Yatağa uzandı, bedeni eskimiş, yorgundu. Ama ruhu, tüm hayatında olmadığı kadar hafifti. Gözlerini kapattı. Kulaklarında, kıyıdaki dalgaların sesi değil, içindeki o derin sessizlik çınlıyordu. Artık yazılacak bir şey yoktu. Söylenecek her şey, yaşanmış, hissedilmiş, kendisi olmuştu. Kavuşulmamış aşk, onu kendi özüne, sanatının kaynağına, nihai yalnızlığının kutsal sükunetine kavuşturmuştu.
Sabah, güneş, inatçı sis perdesini nihayet yırtıp, pencereden içeri daldığında, masanın başında buldular onu. Başı, boş defterin üzerine düşmüştü. Yüzü sakin, neredeyse gençleşmiş görünüyordu. Dudaklarında, asla sahip olamadığı, ama son anında belki de nihayet tadını aldığı o kavuşma anının sessiz bir tebessümü vardı. Yanında, mürekkep hokkası açıktı. Kapağı kenarda duruyordu. Boş defterin sayfasında, tek bir mürekkep lekesi vardı. Kalemin ucundan düşmüş, koyu, derin bir damla. Kağıdın üzerinde yayılmış, şekilsiz, ama sonsuz anlamlar taşıyan bir kuyu gibiydi. Sanki sessizliğin mührüydü.
Bir damla sessizlik... Uçup giden bir ömrü anlatıyordu...
Çağdaş DURMAZ
5.0
100% (2)