0
Yorum
2
Beğeni
0,0
Puan
181
Okunma

Hayatın taş döşeli yollarında yaşamak zorunda kalan terk edilmiş insanlar, birer birer sarp yamaçlardan aşağı düşerlerken, sadece yalnızlığın acısı yüreklerini yakıyordu. Kendileri gibi yaşayıp da bu diyardan göç edenlerin fısıltıları duyuluyordu çamurlu dehlizlerin kilitli geçitlerinde. Son gecenin son saniyesinde terk edilmiş bir sözcük misali feryat için sessizce bekliyorlardı kuytuluk gri köşelerde. Kimi zaman bir renkli kelebeğin renkli kanadına takılıyorlar, kimi zamansa gökkuşağının yedi rengine uçuyorlardı. Kimi zaman hiç kimsenin olmadığı yalnızlık kokan yollarda bir başlarına yürüyorlardı. Sokaklar onların, onlar sokakların girdaplarının içlerinde dönüp duruyorlardı. Soğukta solan dudaklar, kimsesizliği anlatır görünüşleriyle, insanların ufka doğru yalnız başlarına geldikleri gibi yine yalnız başlarına gittiklerini anlattılar…
“Renksiz bir hayat süren sıradan insanlar, geleceklerinden ne kadar umutsuzlarsa ben de o kadar gelecekten umutsuzum. Öyle zamanlar vardır ki, ölmek daha doğrudur. Artık, bir yerde durmak için noktayı bulmak gerek. Cümleleri sözcüklere, sözcükleri hecelere bölsem, hatta sıfır anlamındaki simsiyah parlak noktayı bulsam bile, noktanın içindeki baş döndürücü uçurum gibi boşluğa ne diyebilirim. Olsa olsa bunun sonunda anlamsız çığlık sesleri duyarım. Heceleri taş haline getirsem de, düzgün yol oluşturamazsam eğer, hayat benim için dar bir koridordan başka anlam ifade edebilir ki? Benim karanlık gecem, benim karanlık ruhumun ağırlığına dayanamayıp yıldızları sönük uçurumun diğer tarafına doğru sürükler beni. Kirlenmiş güneşi tozlarından temizlemek için denizin tuzlu berrak suyuyla yıkasam da sonuçta edineceğin şey sadece koskoca bir hiç!.. Bunu yaparak belki suçlarımdan da arınırım, hayata yeniden başlarım, kim bilir. Sonunda olsa olsa metaforları anlamsız, iç içe geçmiş çelişkilerimi barındırırım ruhumun derinliklerinde.
Toparlanmaya zamanım olmadığı için harf harf dağıldım gecenin karanlığında. Rüzgar savurdu durdu içimdeki karmaşık duygularımı. Hayata mı seslenmeliyim yoksa ölülere mi, bilmiyorum, hangisi beni daha iyi anlar, onu da bilmiyorum. Sıkıntılı düşüncelerden her yanım ter içinde kaldı. Soğuk hava ıslak bedenimi üşütüyor. Varlık mi yokluğun içinde yoksa yokluk mu varlığın içinde; bilmiyorum. Ama bir şeyi yok saydığınızda o şey yok olurmuş. Belki de öyledir! Kim bilir. Eğer sen beni suçluyorsan, ben de seni suçluyorsam; bil ki ikimiz de suçluyuz. Bilinçaltım kör kuyuda beni boğuyor, güneş gözlerimi yakıyor, göz kapaklarım ayın parlaklığı karşısında kamaşmaktan kapanıyor. Kelebekler bahar gelince bin bir güzelliğe bürünürmüş. Zamanı bir kere döndürmeye başlatmaya görün, bunun dönüşü olmayacaktır. Heykeltıraş, kafasında yarattığı heykele âşık olurmuş. Ben nereden bilecektim dünyanın her yerinin aydınlık ama karanlık içinde olduğunu.”
Kendini bilinçaltında ararken kuytu bir boşluğun içinde buldu. Kül, gri rengini ateşin olgunlaşması sonunda edindiğini anladı. Sonra dönüp baktı akşam griliğine; gün ışığının da akşam griliğine dönüş nedenini anladı. Bir kendi değildi artık varlıktan yokluğa giden.
“Bilmem ki bu duruma ne denir: Vardın ama bir o kadar da yoktun. Eğer böyle olmazsa zaman kendi içinde çelişir, yani zaman sapması olur. Zaten bu nedenle kelebekleri özgür bırakmak gerekir. Kimi zaman öyle anlar olur ki, onları yakalayamazsan her şey boşa gider. Bir çelişkiden çıkıp başka bir çelişkiye girersin.
Yaşıyorum; tabi, buna yaşamak denirse. Ama yine de bunu bilmezden geliyorum dolunay gecelerde. Yalnızlık denilen şey ölümden daha acı diyorlar. Ama ben ölümü bilmiyorum ki gözlerimin altındaki morluğu bileyim. Bundan sonra yüzüme maske takıp bir palyaço gibi ben ‘ben’ olmaktan çıkıp başka kişilik sergileyerek insanların istedikleri yapmacık gülücükleri dağıtsam ne olacak. Bir şey değişecek mi? Dünyanın kalbine oturup da her yerde kendimi mi arayacağım. O kadar da umutlu değilim birçok şeyde. Her şeyin nedenini anlamak için her şeyin farkına bir varsam eğer, işte o zaman kalbimin üşüdüğünü anlamak için de aynaya bakmama gerek kalmayacak artık. Şunu da biliyorum: Makamsız şarkıların çılgınlık anlarını uyurken fark etmem mümkün değil. Yoksa alırım elime notaları, dünyaya bir düzen veririm Beethoven gibi. Ama o da olmayınca, bu sorun ne senin sorunun oluyor ne de benim sorunum. En iyisi, bu şehre veda etmek. Madem hiçbir şey yok, o zaman bu şehir şehir değil, bu evren evren değil. Zaten kitaplardan da adım silinmiş; düşünüyordum da; var mıydım, bundan da emin değilim. Belki de hiç yoktum. Yas tutmak mı; belki de tutmuşumdur; ama şimdi hatırlamıyorum. Çünkü var olduğumu hatırlamıyorum.
Bilinçaltımın en parlak yerinde tatlı bir gülüş, ılık bir nefes var. Madem yoktum; kalbimin en derin yerinde aşk sızısı neden var. Aşkı bulmak için gökkuşağına ulaşmam gerektiğini biliyorum. Rengarenk çizgilerden oluşan gökkuşağını yakalamak için kalbime doğru akın akın koştum. Ama tam da gözyaşımın içindeki sırra erişmiştim ki, umudumun rengi siyaha dönüştü o an. Sonbaharın rengarenk çiçekleri ilk kez doğanın hüznü değil, aşkın gözyaşı oldu. Sessizce içimdeki seni düşündüm. Sen aşk için dökülen gözyaşlarımdaki sessizliğin müziğiydin. Yağmur damlalarının ılıklığı, yalnızlığımın ıssız aşk acılarıydın. Ayaz geceler ne kadar soğuk olursa olsun beni ısıtan senin kalbinin ılık dokunuşuydu. Meçhul bir gelecekse mısralarımdaki bitiş, bil ki böyle bir kalem semada sonsuzluğun son noktasıdır.
Zaten sosyal bir insan da olamıyorum. Bugün insanların saçma konuşmalarına katlanamadığım için bu sonuca vardım. Bunun üzerine zihnimden olabildiği kadar uzaklara kaçtım, ama bilinçaltım benim peşimi bırakmamakta kararlıydı. Her şey bittiği zaman, dünyam bittiği zaman ben ne yapacağım; tek başıma bilinçaltımda yaşamak, yaşamak sayılır mı? Parçaları birleştirsem, zamanı da birleştiririm belki, ama yapamıyorum. İşte tüm sorun burada. Yoksa gök yıkılır, yerine yenisi gelir.
Bir de şu vardı. Kişinin kendisi için yaşaması. Gerçi fark etmez; çünkü ha var ha yok; zaten kendisinin yokluğunu bilen birkaç kişiden başka fark edecek kimse de yok. Yaşamak denilen şey, tek başına olduğumuzun bilincine varmak değil de nedir. Öyleyse günün sonunda öleceğini bilen kelebek gibi neyi beklemeli? Peki ya duygular; duygular körelir mi? Geçmişi yok etmek için duyguları mı yok etmeli yoksa bilinçaltını mı? Bilebilseydi bunu, her şey çok farklı olurdu. Her şeyin çok farklı olacağını bilebilseydi, geleceği de bilirdi, ama gelecek denen şey neydi ki, bilsin. Bir bakmışsınız bir yerde varız, sonra bir bakmışsınız o yerde yokuz. Sonra yine bakmışız, bu kez o yok olduğunuz yerde bu defa varız. Peki, hangisi gerçek? Eğer ben var olduğum halde yok sayılıyorsam o zaman gerçekte yokum demektir. Gerçekte yoksam var olduğumu düşündüğüm yerde de yok olmalıyım. Başkalarının varlığı mıydı önemli olan yoksa benim varlığım mı.
Neden terk edildiğimi düşüne düşüne kısır döngüye girdim. Bu düşünceler beni depresif yaptı, acz içine düştüm. Kimi zaman ruhumun acılarını çektim kimi zaman ruhumun içinde kayboldum.
Hemen her zaman gözlerimin altında mor halkalar varmış, hih! dedim güldüm geçtim. Ama benim gülüp geçmemle o mor halkalar gülüp geçmiyor. Aslında ben de biliyorum, gözlerimin altındaki mor halkaları, ama aynaya bakmadığımdan hiç görmüyorum. Hapishane demirleri gibi çizgi çizgi olan bilinçaltım, beni geçmişimin balçıkla dolu labirentlerinde dolaştırıyor. Derin karanlığım beni korkunç gürültülerin ortasında yalnız başıma bıraktığı andan beri ben deliliğimin alaca karanlığındayım.
Yokluğun içinde bir ses duyuyorum, yokluğa derinlemesine bakıyorum, içinde yok yok. Var olan sadece yalnızlık. Hiç kimse olmadan yaşayabilirdim belki, ama hiç kimse olmadan da yaşamak elbette yaşamak değil. Ölümün ne olduğunu, yaşamakta olan biri değil de ölen biri daha iyi bilir. Ya dünyanın üç boyut olması ne demektir. Düşüncenin de dokuz mu yoksa on iki olması ne demektir. Üstelik, karşılığı ne olursa olsun, bu kimi ilgilendirir. Tamam! Her şeyi yeniden yaşamak için şarkılarımızın ezgisini yeniden yazmalıyız. Ama olmadı, yapamadık. Birer birer silinip gittik gökyüzünün karanlığında, acımasız, kaskatı, çoğulsuz... Bir gün sözcüklerin her şeyi yeterince anlatamadığı bir gün, karanlığın canı yanmıştı da geceyle gündüz arasında gidip gelmişti nerede duracağına bir türlü karar vermediği için. Hatta o gün ruhundan kan bile sızmıştı. Kulaklarında çınlayan sesin zihnindeki acımasızlık olduğunu düşünmüştü o gün. Ama kalbi dinlemiyordu, çünkü kararmıştı bir kez kalbi. Sessizce türküler söyledik ıssızlığın yalnızlığında, iç içe geçmiş karanlığın ortasında, karanlığın tül rengiyle bittiği yerde. O an seni çağırdı rüzgar; rüzgar, bilir ki sen kül rengi yalnızlığın ortasında hayata sadece ince bir iple tutunmaktasın.
Meteor yağmurları renkli yıldızlar gibi yağsın gökyüzünün lacivert karanlıklarına. Çünkü gökyüzünün derinliklerinde çalıntı mekanların adresleri var. Bu adreslerin en ironik olanına hayallerimi yazacağım bulutların üzerindeki şarkıların absürt kan ve kum dolu gizemli aynasına bakarak. Aşk sözcüklerimi çaldılar bana sormadan. Sorsalardı bana, belki verirdim, yeter ki dünya aşk delisi olaydı. Ama nerede o eski dünyayı yaratan kadim Tanrı. Gelsin görsün şimdiki dünyayı. Özlemle dönüp baktım o kadim Tanrının kadim dünyasına: Gördüğüm sadece beynimin karanlık sokaklarıydı. Bu sokaklar ki, şehrimin ıssız sokaklarını boydan boya dolaşırken, yalnızlığımı anlatırcasına ayak seslerime ilgisiz kalan. Ama kulakları sağır olanlar ne senin söylediklerini anlıyorlar ne de benim dediklerimi. Yağmur düşmüş ıslak gözlerle baksan da körleşmiş kalplere; onlar ne seni hissediyorlar ne de beni fark ediyorlar. Acımasız katı taşların karşısında yığılır kalırsın uçurumun önünde titreyen kalbinle. Soğuk rüzgarlar arkandan buz gibi estiğinde hissizleşmiş morarmış dudaklarınla kahredersin kadere.
Doğru düşünce mi özgün düşünce mi? Yakamoz oluşturan gökkuşağı ışıkları, gecenin girdabında çaresizce denize bakarken, ben acaba hangi evrendeyim? Mevsim kış… Hava kasvetli… Sen yoksun diye üşüyorum. Ben, ben olarak bir romans alegorisi olmalıyım. Acaba Picasso “ben”i böyle çizebilir mi? Eğer çizemezse ben çizebilirim. Önce kasım ayının hüzünlü rengarenk kurumuş yaprakları arasında ağlayan bir dünya çizeceğim, sonra bu yaptığım resmin üzerine bin bir renkli yakamozları keyfime göre fırlatacağım. Zaten biz de bu dünyaya fırlatılarak gelmedik mi? İnanmazsan Nietzsche’ye sor. Bana göre anlamlı, ama sana göre anlamsız resmimi belki Michelangelo beğenir. İşte o zaman aşk ve yalnızlık sözcüklerini tek tek havaya uçuracağım. Çünkü ben bilinçaltıyım, her şeyi bilen bilinçaltı; var oluşumun şehir günlüğü; çünkü ben hep vardım, hep de var olmaya devam edeceğim.
Sonsuzluk uykusuna dalabilseydim bir, belki tüm bu kuşkularım yok olacaktı. En güzel şarkılarımı bulutların üzerinde senin için söyleyecektim. Dalabilseydim bir, hayallerimi sığdıracağım sıcak bir kalp arayacağım ay karanlığında. Geçmişe gidip beynimin karanlık sokaklarına bakacağım yalnızlığımın ıslaklığında.
Kafamda toplanmış tüm yıldızlar. Üstelik notalı da hepsi. Öyle olmasalardı nasıl anlamlı olurlardı? Radyom olmazsa onlar notasız olurdu, bu nedenle onların da notaya ihtiyacı var benim de onlara. Müzik olmasa ruhlar da olmaz. Çünkü herkes gibi benim de ruhumun gıdası müzik. Ruhlar; onlar benim başımın hoş ezgileri. Ben demek onlar demek, onlar demek ben demek. Onlar olmazsa ben yokum. Hiç belli olmaz, belki bir gün onlar yok da ben varsam eğer, işte o zaman ben kendi ellerimle kendi ruhumu öldürürüm. Sanırım ancak yıldızlardan böyle kurtulabilirim. Peki, ya kafamdaki her şeyi bilen gizli aynaya ne demeli. Onu nasıl kırıp atabilirim. Bir bilebilsem, her şey çözümlenir, ama bu, sözcükleri tek tek havaya atarak çözümlenmez. Bunu da bilemezsem, peki o zaman neyi, nasıl çözeceğim. Bu da olmazsa bu durumda psikanaliz eylemin başarısızlığından söz etmeli. Bununla ilgili bir manifesto yayınlasam, insanları uçurumun gölgesinden kurtarabilir miyim?
Beni sınırlayan dünyanın baskılarının farkında olmak neye yarar. Kafamdaki sonsuzluk üzerinde oluşan yalnızlık sorgulaması nasıl değişebilir. Sessizliğim varoluşumum üzerine çok şey ifade edecekse eğer, şu andan itibaren sonsuza kadar susacağım. Galiba, en iyisi bu şüphelerime bir an önce son vermek.”